• İstanbul 16 °C
  • Ankara 21 °C

10. İstanbul Edebiyat Festivali Beşinci Gününde Hikâyeyi, Medyayı ve Muhtelif Türlerin Yazarlığını Konuştu

10. İstanbul Edebiyat Festivali Beşinci Gününde Hikâyeyi, Medyayı ve Muhtelif Türlerin Yazarlığını Konuştu
Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire Başkanlığı’nın iş birliğiyle düzenlenen "10. İstanbul Edebiyat Festivali"nin beşinci günü “Hikâye Yazmak” oturumuyla başladı.

HİKÂYE “YAZMAK”

Edebiyat Festivali’nin beşinci günü “Hikâye Yazmak” oturumu ile başladı. Naime Erkovan, Recep Seyhan ve Necip Tosun’un konuşmacı olarak katıldığı oturumda geçmişten günümüze hikâyenin serüveni konuşuldu.

 

Hayatı Kurgulamak

Naime Erkovan, “Hayatı Kurgulamak başlıklı konuşmasına, hayatın ve kurgunun nasıl anlaşılması gerektiğini açıklayarak başladı. Yalın gerçeğin veya hakikatin, tek başına insanın dikkatini çekmediğini, o gerçeğin hayalle ve kurguyla yeniden şekillenerek hikâyeleştirilmesi ile hafızamızda yer ettiğini söyledi: “Yalın hakikat görülmeye değer mi? Gördüğümüz her şeyin anlatılması doğru mudur? O zaman bir raportörden farkımız kalır mı? Her yalın gerçeğin içinden bir hikaye çıkarmak mümkünse de, biz bize dokunan gerçeğin hikayesini yazmayı tercih ederiz. Çünkü aklımızda aforizmalar değil, hikâyeler kalır. Kur’ân mealini hepimiz okumuştur. Orada aklımızda kalanlar genellikle Peygamber kıssalarıdır. Biz hayatı kurguluyoruz çünkü hayatı anlamaya çalışıyoruz. Hızla akan hayatın içinde edebiyat bizim hafızamız gibidir.”

 

“Geleneksel hikâye insanın yaratılışıyla ilişkilidir”

Recep Seyhan, “Geleneksel Türk Hikâyesinden Modern Hikâyeye” başlıklı konuşmasında, geleneksel hikâyenin köklerini anlattı: “Geleneksel hikâye insanın yaratılış hikâyesiyle doğrudan ilişkilidir. Yaradılışımızın temelinde Âdem ve Havva’nın hikâyesi var ve o hikâyede muazzam bir kurgusal zemin var. Yani bizim geleneksel hikâye dediğimiz türde bulunması beklenen her unsur var. Yine Habil ve Kabil kıssası, Nuh Tufanı, Peygamberlerin mücadelesini anlatan kıssalar, geleneksel hikâyenin unsurlarını doğrudan aldığı hikâyelerdir. Geleneksel hikâyenin de köken olarak bu mukaddes hikâyelerden beslendiğini düşünüyorum.” Konuşmasını ilk geleneksel hikâye örneklerinden bahsederek sürdüren Seyhan, İbni Nefis’in “Gadıl Bin Natık” hikayesi üzerinde Türkiye’de sadece bir çalışma yapıldığını söyleyerek, bu konuda daha fazla çalışma ve araştırmaya ihtiyaç olduğunu söyledi.

 

“Türk edebiyatında bir dönem Müslüman edebiyatçılar yok sayıldı”

“Günümüz Öyküsü” başlıklı bir konuşma gerçekleştiren Necip Tosun, hikâye yazmaya başlama sürecini, beslendiği edebiyatçıları ve çalışma disiplinini anlattı: “18 yaşlarında Üniversite için Ankara’ya geldim. Kaydolduktan hemen sonra Mavera dergisine gittim. “Merhaba ben Necip Tosun. Öğrenciyim” dedim. Karşımdaki abi de “ben Cahit Zarifoğlu’yum ben de şairim” dedi. “Her gün dergiye uğra” dedi. “Tamam” dedim. Benim ilk tanıdığım edebiyatçı Cahit Zarifoğlu idi. Bizi nasıl okumamız, neler okumamız gerektiği konusunda yönlendirdi. Ben de günlüğüme Cahit abinin anlattığı her şeyi yazıyordum. Daha sonra Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt, Nuri Pakdil gibi edebiyatçılarla tanıştım ve günlüğüme bu yazarlarla ilgili düşüncelerimi kaydetmeye devam ettim. Çok sıkı bir okuma evresine girmiştim. Günlüklerimi yazarken fark ettim ki beş tane öykü yazmışım. Onları daktiloya çektim ve Rasim hocaya götürdüm. Üç öykümü arka arkaya okudu ve “yaşın kaç” dedi. “18” dedim. “Bu yaşlarda bunalım öyküleri yazılmaz git âşık ol öyle hikâye yaz” dedi.” Hikaye yazma sürecini anlattığı konuşmasını şöyle sürdürdü Tosun: “Ben bu insanlarla tanıştıktan sonra kendime bir yol çizdim. Hikâye yazmaya başladım. Çalışma disiplinimi hiç aksatmadım. Yazacağım bir kitap için beş yıl içinde 100 kitap okudum. “Modern Öykü Kuramı” böyle yazıldı mesela. Zevkli bir okuma serüvenim olmadı açıkçası.” 80’li yıllarda Müslüman edebiyatçıların edebiyat dünyası tarafından yok sayıldığını anlatan Tosun şöyle konuştu: “Türk edebiyatında bir dönem Müslüman edebiyatçılar yok sayıldı. Sol kanon tarafından. Bugün aynı hataya biz düşmemeliyiz, her kesimi kucaklayıcı olmalıyız. Aslında biz 80’den sonra tek gözlü bakışa itiraz ederek yaptığımız bütün çalışmalarda, Sezai Karakoç’ların, Necip Fazılların, Erdem Beyazıtların varlığını ve edebiyatlarının değerini öne çıkardık.”

Program dinleyicilerin sorularının cevaplanmasının ardından sona erdi. Program sonunda çekiliş yapılarak dinleyicilere çeşitli kitaplar hediye edildi.

 

 

MEDYA VE EDEBİYAT

Edebiyat Festivali’nin Beşinci gününün ikinci oturumunun başlığı Medya ve Edebiyat oldu. Bünyamin Yılmaz’ın yöneticiliğinde gerçekleşen programa, Zeynep Türkoğlu, Bedir Acar, Bilali Yıldırım konuşmacı olarak katıldılar.

 

“Gazeteler Sosyal Medya karşısında kan kaybediyor”

Bedir Acar gazeteci edebiyatçılardan bahsederek başladığı konuşmasında, gazetelerin kültür-sanat sayfalarının işlevini ve kültür sanat haberciliği yapmanın gazete dışındaki imkânlarından bahsetti:  “Bizim medyamızda edebiyatçı yönü ağır basan pek çok gazeteci var. Buna rağmen, öyle bir noktaya geldik ki gazeteler artık kan kaybediyor. Kültür sanat mecrasını yönlendiren editör sayıları azalıyor. Branşlaşmak zorlaşıyor. Bundan sonrası ne olacak? Bundan sonrası bana göre zor. Sayfa azaltma yoluna gidiyor gazeteler. Günlük gazete okuma alışkanlığı artık yok oluyor. Sosyal medya ve cep telefonları karşısında gazete cazibesini yitiriyor. Gelecek kuşaklar için gazete önemli olmaya devam edecek mi bilmiyorum.”

 

“Edebiyatımızla, yaşayışımızla ne düne ne de bugüne ait olmayan arada bir yol arıyoruz”

Kültür-Sanat yayıncılığı üzerine bir konuşma yapan Zeynep Türkoğlu kendi gazetecilik tecrübesinden yola çıkarak, kültür sanat yayıncılığının önünde duran engellere dair düşüncelerini aktardı. “Doğrudan kültür sanat haberciliği yapmak, tad almadan yapılacak bir iş değil. Kültür-Sanat haberciliği gündemin üst sıralarında kendine yer bulabilirse birkaç saniye de olsa genel izleyici kitlesine ulaşabiliyor.  Ama gündeme, güncele dair bir muhteva içermezse, sınırlı bir kitleye ulaşabiliyor. Kültürün, edebiyatın vaat ettiği şeylerle, güncel dilin vaat ettiği tavır pek buluşmuyor. Bizim 800 yıl 1000 yıl önceki medeniyetimizin dünyası başka bir dünyaydı. O kadar büyük bir mirasın altında mı kaldık, taşıyamadık mı diye düşünmeden edemiyor insan. Yeni bir dünya kuruldu ve biz sahip olduğumuz kültürün güncel yansımalarını ne kadar aktarabiliyoruz? Edebiyatımızla kültürümüzle yaşayışımızla ne düne ne de bugüne ait olmayan, arada bir yol arıyoruz. Geçmişimizin kültürel öğelerini nostalji gibi aktarmak yerine bugüne dair güncelleştirmek, yapabileceğimiz en önemli şeydir bana göre.”

 

“Yaşadığımız çağı edebiyatın diliyle anlayabileceğimizi düşünüyorum”

Haber dili ve edebiyat dili üzerine bir konuşma yapan Bilali Yıldırım, edebiyat dilinin haber diline nüfuz etmesinin, haberi içimizde duymamız için önemli olduğunun altını çizdi: “Haberin dili mi sanatın dili mi uzun sürelidir? Sanatın dilinin uzun süreli olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız çağı edebiyatın diliyle anlayabileceğimizi düşünüyorum. Edebiyatçıların gazeteci olması, iyi bir şeydir. Haberin dili çok soğuk ve serttir. Edebiyat ise daha çok kalbe seslenir. “Afganistan’da ABD saldırısı sonucu 100 çocuk öldü” diye haber yapıldığında o haberdeki çocuklara dair bir bilgi oluşmaz bizde. Ama o çocuğun bir tanesinin bu sabah icazetini almak üzere okula gitmek üzere hazırlandığını, sabah ailesiyle kahvaltı yaptığını, heyecanla okuluna gittiğini ve daha böyle 99 hikâye daha olduğunu anlatırsak, işte bu bizde kalıcı bir iz bırakacaktır. Yani zamanı edebiyatla bir yerde sabitlememiz mümkün. Edebiyatın dilinin haber dilini değiştirmesi gerektiğini düşünüyorum.” Sözlerine orijinal ve iyi işler çıkardığımızda dünyaya seslenebileceğimize işaret eden Yıldırım, Aziz Sancar’la ilgili, film sahnesine benzettiği bir örnek verdi: “Nobel aldıktan sonra hayatınızda bir şey değişti mi diye sordu gazeteciler Aziz Sancar’a, şöyle dedi: “Çok değişmedi, akşam eve gittim hanım dedi ki çöpü dışarı çıkar.”

 

MEDENİYET AKLI

Savaş Ş. Barkçin: “Asli kavramlarımız olmadan asli düşüncemiz olamaz”

Edebiyat Festivali’nin beşinci gününde, “Kitabına Göre Konuşalım” programı gerçekleştirildi. Birol Cürgül’ün yönetiminde, Savaş Ş. Barkçin’le “Medeniyet Aklı” kitabı üzerine konuşulan programda, dinleyiciler de sorularıyla programa katılma imkânı buldu.

Medeniyet ve akıl kavramlarını güncel örneklerle izah eden Savaş Ş. Barkçin, iman ve tevhid kavramlarının bizim medeniyetimizin manası olduğunun altını çizdi. Bu anlamda Osmanlıca öğrenmenin ilk şart olduğunu söyledi: Osmanlıcayı kendi kendime öğrendim. Çünkü asli kavramlarımız olmadan asli düşüncemiz olamaz. Asli düşüncemiz olmadan da hayatımız olmaz. Biz genellikle medeniyet, milli manevi değerler kavramlarını dış yüzden anlıyoruz. Oysa asıl anlaşılması gereken manadır.”

Osmanlı tarihini sevmenin bize faydası olmadığını, onun üzerinde inşa edildiği tevhid ve imanı anlamanın ve o aşk ve vecdi örnek almanın gerektiğini söyleyen Barkçin, sözlerine şöyle devam etti: “Süleymaniye camiinin çok güzel ve görkemli olduğunu söylemek bize bir şey katmaz. Süleymaniye’deki kulluğu görüyor musun? Süleymaniye’nin kopyasını yapmak mesele değil, ondaki mânâyı kavrayıp yeni şeyler üretmektir mesele. Mimar Sinan bile hiçbir eserinde kendini tekrar etmemiş, her eserinde yenilemiştir. Bizim Süleymaniye’yi taklid eden camiler yapmamız, yeni bir şey üretemediğimiz anlamına gelir. Kalıbı bilelim ama anlama talip olalım.”

Batı felsefesinin bütün akımlarıyla kısmi doğrular muhteva etmesinin, onun tamamının doğru olarak kabul edileceği anlamına gelmediğini söyleyen Barkçin, “Hikmet müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır” hadisini hatırlatarak, “iyi ve doğru varsa zaten bizimdir, Müslümanlarındır. Müslüman özgüvenli olmalıdır. Marks’ta parlak bir fikir gördüğümüzde onu alır değerlendiririz ama Marks’ın büsbütün parlak olduğunu söyleyemeyiz. Öyle olsaydı kendine faydası olurdu” dedi.

“Osmanlılar Batı’ya ilk mağlup olduklarında hissettikleri yıkımdan dolayı Batı’ya tamamen kapanmayı tercih etselerdi bugün daha şahsiyetli bir toplum olurduk. Bizim temel vasfımız tevhid-iman ise Batı’nınki küfürdür. Batı “ben” sistemi içindeyken biz imana bağlı bir tevhid anlayışındayız. Batı yıkıcıdır. Her alanda.” diyerek sözlerini sürdüren Savaş Ş. Barkçin, dinleyicilerin sorularını da cevaplandırdı.

Bu yıl "Yazmak ve Yaşamak" teması üzerinden hazırlanan festivalde, 40'ı aşkın oturumda 100'e yakın konuşmacı yer alacak. Şiir ve müzik dinletilerinin de katılımcılarla buluşacağı festival, 15 Aralık'ta sona erecek.

 

 

YAZI TÜRLERİ ÜZERİNDEN…

Edebiyat Festivali’nin 5. gününde “Sinema, Tiyatro ve Eğitim yazarlığı” programı gerçekleştirildi. İhsan Kabil, Hale Cürgül Canat, Mehmet Sabri Genç ve Ahmet Maraşlı’nın katıldığı programı Fatma Gülşen Koçak yönetti.

 

“Hakikate ulaşmak için gözlerin görmesine ihtiyaç yok”

Mehmet Sabri Genç “Mekân Yazarlığı” başlıklı konuşmasında, mekânın Doğuda ve Batıda nasıl algılandığı üzerinde durdu. Mekân yazarlığını birkaç örnekle somutlaştıran Genç, mekânın suretindekinin değil, perde arkasındaki hakikatin o mekâna ruh verdiğini anlattı. Mithat Enç’in gözleri görmediği halde usta bir mekân yazarı olduğunun altını çizdi: “1909 doğumlu Mithat Enç “Uzun Çarşı” eserinde bir mekânı tasvir eder. Aslında mekânın tasvirinden ziyade oraya ruhunu vermiş şeylerin hikâyelerini anlatılır. O kitap Türk edebiyatının şaheserlerindendir. Mithat Genç görme engellidir. Buna rağmen mekânın arkasındaki gizlenmiş hakikati ortaya çıkarma çabası görünür. “Bitmeyen Gece” isimli otobiyografisinde Viyana’ya tedavi için gider. Fakat bir netice alamaz. Orada bir Viyana tasviri var. Bir doğu evladı olarak, Viyanalı filozofların göremeyeceği hakikatleri görmüştür. Newyorka taşınır ve kapitalizmin mekân anlayışı hakkında müthiş gözlemlere rastlarız. Gözleri görmüyor Enç’in ama demek ki görmek için, hakikate ulaşmak için gözlere ihtiyaç yok.” Mekân algısını asansör örneğiyle dile getiren Sabri Genç sözlerini şöyle sürdürdü: “Modern zamanın en büyük icadlarından biri asansördür. Daha yükseğe çıkmak için asansör üzerine çalışıyor Amerikalılar. Daha yüksek binalar yapmanın yolu açılıyor. Newyork bir mekânın “yere” dönüşmesiyle karşılaşıyor. 2. Mahmut döneminde bunun yansıması yeni modern binalar yapılması, yeni camiler yapılması olmuştur. Sultan Abdülmecid döneminde yapılan camilere Barok mimarisinin unsurları girmeye başlar. İşgal de fetih de mekânın dönüşmesiyle başlar. Bu gerçeklik dünyasındaki mekân ile hakikat temelli mekân anlayışı arasında bir uçurum vardır.”

 

“Dünyanın rekabet edemeyeceği bir nesil yetiştirmemiz gerekiyor”

Eğitimci yazar Ahmet Maraşlı “Eğitimci Yazarlık” başlıklı konuşmasında eğitimin yerli ve milli olması gerektiğinin altını çizdi: “Eğitimci deyince akla öğretmenler gelir. Aslında farkında olsa da olmasa da her anne baba eğitimcidir. Bizim bir derdimiz var, bu der nedir? Bizim derdimiz dünyadan kötülüklerin hükmünü kaldıracak, dünyayı iyilerle dolduracak pırlantalar pırlantası öncü nesillerin yetişmesidir. Dünyanın rekabet edemeyeceği bir nesil yetiştirmemiz gerekiyor. Bunlar hamasi laflar gibi görünüyor ama ben bunların arkasını doldurabileceğimize inanıyorum. Sadece ithal değil, medeniyetimizin ruhuna uygun özgün çalışmaların oluşturduğu bir eğitim sistemi. Sadece ithal edilen sistemle eğitilen öğrenciler, medeniyetimize uygun fertler olsa bile, neden kendi ruhuna uygun bir sistemle yetiştirilmediğinin ağırlığını yükünü taşımaz mı? Eğitim modellerimizi oluşturmazsak, sadece ithal sistemler bizim istediğimiz nesli yetiştirir mi? Kendimiz kendi modellerimizle geliştiremediğimiz sürece, üretmediğimiz sürece, teknoloji bağımlılığı gibi eğitim sisteminde de bağımlılığımız devam eder.”

 

“Sağlam bir izleyici olmanın yolu, temel ilim ve bilimlere aşinalıktan geçiyor”

Sinema eleştirmeni İhsan Kabil, sinemaya yaklaşım tarzını ve sinema yazarlarının beslenmesi gereken kaynakları anlattığı konuşmasında şunları söyledi: “Sinemaya yaklaşımda farklı bir yerde durmaya çalıştım. Sinemayı anlamak, tanımak ve yön vermek anlamında spiritüel olgularla yaklaştım. Sinema yazarlığımda da, bütün dünya sinemasını, Ortadoğu’dan, uzak doğuya kadar, nasıl yorumlamak gerektiğine dair arayışlarım oldu. Sinema yazarı iyi bir sinema izleyicisi olmanın yanında, sosyoloji, tarih, felsefe, mimari, psikoloji ve tasavvuf gibi ilimlere ve diğer sanat dallarına aşina olmalıdır. Böyle bir formasyona sahip olmadan sinemaya yaklaşmanın eksik olacağını düşünüyorum. Eleştiri yazılarında da kuramsal yaklaşımdan ziyade duygu ve sezgiye ağırlık vermeyi, vicdanın devrede olduğu bir anlayışla değerlendirmeyi önemli görürüm.”

 

“Tiyatro yazarlığı başlı başına bir yolculuk; edebiyatın en hareketli yüzü”

Tiyatro yazarı Hale Cürgül Canat, kendi tecrübesini de anlattığı tiyatro yazarlığı konusunda şunları söyledi: “Tiyatro yazarlığı başlı başlı başına bir yolculuk. Tiyatro yazarlığı içinizdeki insanı karşınıza alıp onu seyretmenizdir bir bakıma… Tiyatro oyunu yazarlığı söz ağırlıklı görünse de, inanılmaz bir matematiğe sahiptir. Söylediğiniz her kelimenin hatta her harfin nasıl algılanacağını hesap etmeniz gerekir. Tiyatronun tüm unsurlarını çok iyi bilmeni gerekir. Dekorundan kostümüne, yönetmenliğinden oyunculuğuna, ışığından ses sitemine kadar… Çünkü tiyatro seyirciyle göz göze gelmeden iletişim kurar.”

Bu yıl "Yazmak ve Yaşamak" teması üzerinden hazırlanan festivalde, 40'ı aşkın oturumda 100'e yakın konuşmacı yer alacak. Şiir ve müzik dinletilerinin de katılımcılarla buluşacağı festival, 15 Aralık'ta sona erecek.

1-036.jpg3-031.jpg4-023.jpg

5-014.jpg6-007.jpg7-004.jpg8-003.jpg

Bu haber toplam 670 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim