• İstanbul 15 °C
  • Ankara 15 °C

Ali Necip Erdoğan'dan:Nurettin Topçu’dan Sonra Yeniden Anadoluculuk

Ali Necip Erdoğan'dan:Nurettin Topçu’dan Sonra Yeniden Anadoluculuk
Doğu Kitabevi’nden çıkan “Devlet ve Allah – Anadolusol Bakış”, Lütfi Bergen’in 10. kitabı.

Doğu Kitabevi’nden çıkan “Devlet ve Allah – Anadolusol Bakış”, Lütfi Bergen’in 10. kitabı. Kitabın önemi Nurettin Topçu’dan sonra küresel ve emperyalist endüstriyel kent kalkınmasını toprak temelli bir “nizâm fikri” ile eleştiren ilk “Anadoluculuk-Anadolu Sosyalizmi” güncellemesi olmasıdır. Yazar “Kenti Durduran Şehir” ve “Medeniyet” kitaplarından sonra ilgisini kent-uygarlık sapmalarının yerine ikame edilecek yerli, tarihten gelen ve Bu Ülke’ye ait nizâm fikrini güncellemeye çevirmiş oluyor.

Üç bölümden oluşan kitap İslamcılık ve Kemalizmi Pozitivizm-Kapitalizm-Kalkınma ekseninde kıyaslamak ve benzerliklerini ortaya koymak çabasına giriyor; “Kalkınmacı İslamcılık”la ilgili çok önemli tespitler yapıyor. Yazar, “İslamcılık, Kemalizm gibi pozitivist-kalkınmacı-terakkici modernleştirmeci siyasal ideolojidir”, demektedir. İkinci bölümde “İktidardaki Muhalefet: Allah ve Devlet” başlığıyla “İslamcıların” Kurulu Düzen eleştirilerine rağmen iktidardaki mevzilenişlerinin çelişkilerini ele almaktadır. İslamcıların kendi konumlarını açıklamak için kullandıkları “İktidardaki Muhalefet” kavramının çelişkilerini tartışıyor. Üçüncü bölümde ise Nurettin Topçu’nun dile getirdiği “Anadoluculuk” ve “Anadolu Sosyalizmi” kavramını önceki iki bölüm ekseninde yeniden tartışmaya açarak yorumluyor. Lütfi Bertgen’in Nurettin Topçu’dan farklı olarak Anadolu’yu Edirne-Ardahan arasındaki “milli” sınırların dışına çıkarak yorumlaması oldukça şaşırtıcı sayılmalıdır. Yazar, “Batı-dışı dünyanın tümü Kahire-Tahran-Yeni Delhi-Semerkant, vs. Anadoludur; Anadolu Anatolia yani “Doğu” demektir, bütün sömürge halklar Anatolia (Doğu)dur” demektedir. Bu kavramlaştırma İslamcıların Anadoluculuğu “milli din-milli siyaset ideolojisi” şeklinde eleştirilerini de bertaraf etmektedir.

Yazarın  “tarımı, esnaf-zanaatkâr üretimini organize eden şehir” fikri de “Batı kenti”ni eleştiren bir özellik kesbetmektedir. Dolayısıyla “kapitalizmin Batı-dışına nüfuzunu, sömürgeciliğini” tımar-dirlik ve ahilik modeli ile reddetmekte, kapitalizmin bilgi/üretim/tüketim biçiminin “Bu Ülke”de işe yaramadığı fikrini dile getirmektedir. İslamcılığın Batı’nın teknik-bilimine eklemlenerek Kemalist-Batılılaşmacı diğer tarz-ı siyasetler gibi modernist-pozitivist-terakkici bir materyalizme saplandığını ifade ediyor. İslamcılık düşüncesi, Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel kent”i ile İslâm’ın ahlâkının terkibidir. İslamcılık bu terkibi kurarken Müslümanlığın bütün kurumsal yapılarına (tekke-vakıf-mahalle-şehir-hane-tımar-dirlik-tımar-pazar-fıkıh toplumu, vs) radikal bir yıkım geliştirmiştir. Yazar’a göre İslamcılık Kemalizmin “tepeden aşağı” ve “zecrî” kültür dayatma politikalarına karşı çıkmakla beraber onu “aşağıdan yukarı” ve “serbest kültür değişimi” algısıyla yeniden üretmiştir. İslamcılık bu çaba ve idealleştirmesiyle, Kemalizmin hedeflediği “sanayileşme-kalkınma-dini muasır bir toplum inşası için araçlaştırma” ülküsünde muarızıyla benzeşmiştir.

Yazarın yöneldiği diğer bir konu “devlet” meselesidir. “Devlet nedir?” sorusundan, “Devlet ne değildir?” problemine yönelen hatta sorgulayan bakış açısı, devletle olan ilişkimizi de yeniden gözden geçirmemizi sağlayacak bir iddia taşıyor: Devlet toplumların hukukunu güvence altına almalıdır, toplumlara hukuk-ahlâk dayatmamalıdır. Bu da toplumların “devletle pazarlık” yapmalarına imkan verecek bir serbestiyet ve seyyaliyet anlamına gelmektedir. Devlet toplumun fıkhının muhafazası karşılığında gücünü meşrulaştırabilir. Gerçekten de bu sıra dışı “öneri”, toplumların devlet için varolduğu, devletin bekası için ölünebileceği fikrini ortadan kaldırmaya aday bir öneridir.

Lütfi Bergen, “her şey devlet için”  söyleminden “devlet hizmetçidir” söylemine evrilen yelpazeyi/algıyı daha da genişleterek/alt-üst ederek, “devlet toplumların hukukunu koruyucudur” fikrine ulaşıyor. Devlet ancak kendi üst yapısal alanını tanzim edebilir. Bunu örf-i hukuk ile sağlayabilir. Ancak halk katmanlarının karşısında Devlet, şu beş şeyi (din emniyeti, can emniyeti, mal emniyeti, ırz-nesil emniyeti ve akıl emniyeti) güvence altına aldıktan sonra, hiçbir şekilde toplumlara müdahale edici olmamalıdır. Halklar devlet mekanizması ile ilişkilerinde “mülk konusu” edilemezler. Yazar, “Ulus” fikrine dayalı devletten, ‘halklarının fıkhını/hukukunu’ koruyan devlete geçilmesi gerektiğini vurguluyor. Halkın verdiği “vergi” işte bu “koruyuculuğun” yani can-mal ve diğer emniyetlerin muhafazasının karşılığıdır.

Yazar Devlet-halk ilişkilerini Medine Vesikası ekseninde de yeniden değerlendirir. Medine Vesikası’ndan değişik bir anlayışa ulaşmaktadır: “Yazara göre Medine’de azınlık olan Müslümanları şehrin yöneticisi kılan değer, başta can ve mal olmak üzere beş emniyeti sağlayacağına ilişkin güvendir” (s.70). Medine, içindeki müşrik ve Yahudiler nedeniyle çift hukuk uygulamasını tatbik etmiş bir mekân kurmuştur.

Kitabın 2.bölümü (İktidardaki muhalefet: Allah ve Devlet), yazarın Rasim Özdenören ile yapmış olduğu tartışmalardan oluşmaktadır. Bu bölüm kitabında ana eksenini ortaya koymaktadır: Rasim Özdenören’in Osmanlı Yönetim Yapısının Sekülerliği’ne. Osmanlı devletinin çift hukukla (örfi hukuk-şer’i hukuk) yönetilmediği iddiasına karşı yazar, Osmanlı’daki örfi hukukun (padişah buyrukları) seküler bir zihnin ürünü olduğunu ileri sürüyor. Osmanlı üst yapısının İslamî temelleri olmadığını, İslamiliğin halk katında (tebaanın devlet ile ilişkilerinde) tesis edildiğini iddia ediyor. Osmanlı’nın kamu bürokrasisinin mensuplarının temel hak özgürlüklerini ihlal ettiğini söylüyor. Osmanlı örfi hukukunun yukarıda sayılan “beş emniyeti”nin dördünü ihlal ettiğini örnekleriyle açıklıyor. “Osmanlı yönetici zümresi özellikle Fatih’ten itibaren Sultan’ın iradesi ile İslam dışı bir örf  geliştirilerek değişime uğratılmıştır. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra Osman Bey’den beri gelen devlet geleneğini tasfiye etmiş ve yönetimde (meşverette) Türk Beylerinin sözünün geçmesini engellemiştir. Çandarlı Halil Paşa’nın hal edilmesi ile beraber vezirler “kul”lar arasından seçilmiştir. Dolayısıyla “siyaseten katl” uygulaması örfi manada temellendirilmiştir. Bu uygulamanın şer’i esaslarla bir ilgisi olmadığı açıktır. “Padişahın kulu” denilebilecek bir zümre olarak “devşirmeler” devlet adamı olarak istihdam edilmiştir. Devşirmelerin “Padişahın kulu” olarak İslam’ın “beş emniyeti” içinde sayılan “din, can, mal, nesil” emniyetine riayet edilmemiştir. ” (s.77) Yazar yine bu cümleden olarak, harem ağalarının da bu “beş emniyetin” dışında tutulduğunu belirtmekte ve askeri sınıfın da “can güvenliğinin” ve “mülkiyet hakkının” olmadığını, Piri Reis’in Hürmüz muhasarasını kaldırdığı ve donanmayı bırakıp gittiği iddiasıyla idam edilmesini örnek vermektedir. Yeniçerilerin evlenmesine izin verilmemekle “nesil emniyetinin” ihlal edildiği söylemektedir. Osmanlı üst tabakasının şer’i bir temeli olmadığı hakkında çokça örnek verilebileceğini söyleyen yazar, “Devlet” ve “Allah” lafızlarını, “hukuku indiren” ile “hukuku koruyan” olarak anlamamızı sağlayacak bir perspektifin “kod”larını vermektedir.

Kitabın üçüncü bölümünde Antikapitalist, sosyalizan ve muhalif söylemlerle tartışan yazar Antikapitalist Müslümanlar’a şu eleştiriyi getirir: Antikapitalistler varlığını Cumhuriyet politikalarına borçlu olan bu kentli, endüstriyel ve emekçi sınıfın köylülük, esnaflık ve zanaatkârlığın karşısında bürokrasinin bir enstrümanı ve aracı haline geldiğini müdrik değildir. Türkiye’de emek, küresel kapitalist şirketlerin metalarının üreticisi ve varoluşlarının teminatıdır. Emek mücadelesi, endüstriyel toplumun acil hak taleplerine angaje olmuştur. İşçi-patron çatışması kuran sanayileşme Türkiye’de küçük esnaf, çiftçi ve zanaatkâr sınıfların geleneksel ahi-tımar iktisadını yok etmektedir. Emek mücadelesi bu ülkenin pazarlarının küresel tekelci kapitalizm tarafından işgal edilmesine araç olmaktadır. Yazar’a göre kapitalist kent/devlet fikri ile şiddet, kent isyanları, vs. gibi kavramlarla ve “kent-içinde” mücadele edilemez. Yazar bu nedenle Medine (şehir) tasavvurunu tarihin ilerlemeci-kalkınmacı-doğrusal ilerlemesine bir müdahale olarak yeniden anlamlandırır. Medine ile tarih yeniden başlamıştır. Yazara göre bu topraklarda bin yıldır uygulana geldiği gibi yeniden toprakta üretenleri baş tacı eden bir adalet sistemini yürürlüğe koymak zorundayız.

Yazara göre Türkiye’de halk kentleşme düzeni nedeniyle hadarileşerek tekrar tarım ve hayvancılık yapamayacak derecede “din u devlet” fikrine yabancılaşmıştır. Suriye’li göçmenlerin Anadolu’ya gelişi iktisat nizamını Bu Ülke’nin gerçeklerine uygun olarak yeniden ele alma fırsatı vermektedir. Anadolu’nun 13. yüzyıldaki koşullarına benzer bir şekilde göçmenler, köylüler, yoksullar, işsizler, evsizler, vs. gibi kesimlere “tımar-dirlik-ahilik” felsefesi ile iktisadî sistem geliştirilmelidir. Kentleşme çözümsüzlüğe gitmektedir. Kentlerin boşaltılmasını da içeren bir iskân politikası tesis edilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu kapsamda yazar “kent olmayan”a yönelerek “hicret fıkhı”nı yeniden önerir. Medine (şehir) kavramını da bu önerinin merkezine yerleştirir.

Bu haber toplam 2212 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim