Ayşe Yıldız: Müslümanın Çalmaz Saati

Ayşe Yıldız: Müslümanın Çalmaz Saati
Uzun zamandır bu vakitte düşmemiştim yola, böyle erken böyle gün güneşi beklerken…
Sanıyordum ki ben uyurken dünya da uyuyor. Yok, hayır kanıyordum demeliyim, kanıyordum ki dünya da benimle bu saate kadar uyuyor. Çoğu zaman sabah vakti rastlaştığım birine günaydın dediğimde günün çoktan ayarak ve güneşin kayarak geçip gittiğini bile bile derdim işte günaydın.
 
İşte şimdi gerçekten o gerçek  “günaydın“ vaktinde uyanmış olmakla kalmamış bir de yollardaydım. Benimle birlikte geç uyandığımı sandığım pardon kandığım insanlar da yollarda idi. Onları tanımıyordum ama içimden benimle birlikte yürüyen herkese “günaydın” diyesim vardı.
 
Ellerim cebimde omzumda çantam, günün aydığı vakitte uyanmış olarak yürüyordum.
 
 
“Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lacivert ateşleriyle yol yol boyalı, azim bir canavar halinde, bir gece yarısından, diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanımazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mest olduğu günler, işte bu günlerdi; Şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler.”
 
Ahmet Haşim'in Müslüman saati adlı bu yazısı bize kaybettiklerimizin zor sandıklarımızın yanında nitelik ve nicelik olarak ne kadar tefessüh ettiğimizin resmidir. Bizler zamanı doğum vakti ve ölüm vakti arasındaki hayatımızın itibari ile kıymetlendirirken, geldiğimiz noktada kıymetimiz yekdiğerinin üstümüze yapışan markalama alışkanlığına dönüştü.
 
Sosyal gerçekliğimiz dinin kendinden değil, kendimizden dine verdiğimiz kıymetsizdik ile ölçülü oldu.
 
Akıllılığımı, akılcılığımıza kurban verdik. Doğuştan kulağımıza okunan sela ile merhaba derdik dünyaya, elvedamızı ise yine ardımızdan okunan bir sala ile olurdu. Merhumu nasıl bilirdiniz sorusuna muhatap kılınırdı mazimiz iyiliğimiz, hayırla yâd edilişimize teşne idi.
 
Hoca Nasrettin dinlenmek için elma ağacının altına oturuşu gibi yerdeki kabak tarlasına bakıp, “Ey Yüce Rabbim...! Hikmetinden sual olmaz, lakin dev gibi kabaklar yerde el kadar elmalar gökte” hayıflanmasını kafamıza düşen elma ile kıyas eder. Haddimizi bilip, tövbe ederdik. Ya ağaçta kabak, yerde elma olsaydı bilgeliğine vakıf olurduk. Bir elma miktarı kadar yer çekimini bulamasak bile bulduğumuz nefsin çekim hallerine direnme kabiliyeti idi. Haddimizi bilirdik, haddeye çekilmiş telkâri gibi...
Bu haber toplam 606 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim