• İstanbul 13 °C
  • Ankara 14 °C

Balkanlar’a Bir Güzel Anadolu Gezisi-I

Fahri TUNA

Güzel şeyler de oluyor bu ülkede arkadaşlar. Ülkemiz adına, istikbâlimiz adına, gençliğimiz adına güzel şeyler. 

Şair mütefekkir Necip Fazıl’ın dizinin dibinde büyümüş, “Büyük Doğu” mayası ile mayalanmış, Anadolu sevdalısı, iki dönem milletvekilliğinin yanı sıra iki yılı aşkın bir süre de Tarım Bakanlığını başarıyla üstlenmiş bir iktisat profesörü, Türkiye’nin dört bir yanındaki zeki yetenekli okuyan düşünen gençlerle sık sık bir araya gelip “Mukaddes Emanet” nöbeti tutuyor onlarla birlikte tam beş yıldır.

Üstadının en meşhur şiirine nazire yaparcasına, verimli ovası kadar Osmanlı coğrafyasının dört bir yanından koşup gelenlerin oluşturduğu ılımlı ve kuşatıcı ruh iklimine sahip Sakarya’da atılmış bu girişimin tohumları. Konya, Kocaeli, Bolu, Edirne, Aksaray… Altı şehir derken zaman içinde, Rize ve Trabzon’dan, Burdur ve Isparta’ya, Kastamonu ve Çorum’dan, Maraş ve Adana’ya… yirmi dokuz ile yayılmış bir güzellik imecesi bu girişim.

Kısaca bir “okuma ve düşünme eylemi” bu. Bir “biliş ve duruş” hareketi. Bir ”geçmiş ve gelecek” bilinci. “Dünler”le “yarınlar”ın bir olması, bütün olması çabası. “Oku” emrine ilaveten “düşün öyle yaşa” şuuru.

Yirmi dokuz ilden, her ilden yirmi dokuz - otuz yekûnda bin kadar liseli genci kapsayan bu “ihsan hareketi”, bütün bir Anadolu’yu birleştirme ve Necip Fazıl’ın sözüyle “devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerinden kalemine kan çekerek” oluşturduğu “Büyük Doğu” düşüncesini yeniden ayağa kaldırma faaliyeti çabası gayreti, bana göre.

Mehmet Akif ile başladı ilk okuma faaliyeti. Akif’in yazdığı ve Akif üzerine yazılan otuz üç kitabı okudu bir yıl boyunca gençler. Bu okumaların sonunda panel konuları seçtiler kendilerine. Kimi “Akif’in çocukluğu ve gençliği”ni inceledi, kimi “Akif’in şiirini besleyen kaynakları”, bazıları “Akif’in İstiklâl Harbi Günleri”ni araştırdı gün be gün, bazıları “Akif’in Kur’an Meâli”ni; her biri bir tez-alan seçerek didik didik ettiler Akif’i. Önce illerindeki panellerde sundular, sonra da Burdur’da Çorum’da ulusal birer programda. Bu panel sunumlarından “Akif’in Asım’ı” ve “Akif’i Anmak Asım’ı Yaşamak” adlı birbirinden değerli ve anlamlı iki güzel kitap yayımlandı. Nereden mi biliyorum ben bunları; “eski bakan hoca”mın isteğiyle bu kitapların bir miktar (tashih, düzenleme) hamallığında bulunma onuruna ben de eriştim de ondan.

Sonraki sene “Günümüz Türk hikâyeciliğinin beyaz lekesi” Mustafa Kutlu’yu okudular sayıları her gün her ay her yıl artan bu güzel gençler, yıl boyu. Şimdilerde “Çağdaş bir Anadolu bilgesi” olan Tarık Buğra”nın romanlarını okuyorlar. Sırada bir başka bilgemiz Cengiz Aytmatov var.

Pırıl pırıl, zeki akıllı, altın kalpli bir gençlik yola çıktı anlayacağınız, yavaş yavaş, gün be gün ilerliyorlar. Medeniyet diyerek Anadolu diyerek Büyük Doğu diyerek geliyor bu gençlik. Güldür güldür, etrafına yıkarak değil, bereketli yağmurlar gibi yavaş yavaş sindire sindire olgunlaşa olgunlaşa geliyor bu gençlik. Her biri Asım olmuş, Mehmed olmuş, Taha olmuş geliyor, şahidim.   

Böyle bir “okuma grubu”na bir isim gerekse ne olabilirdi sizce?

Onlar da düşünüp taşınmışlar ve “Anadolu Mektebi’ adını uygun görmüşler. Üstadın Türkçeciyle de “Büyük Doğu İdeolocyası”yla da birebir mütenasip, birebir uyumlu bir isim. Ama “eski bakan hoca”mın yürütme kurulu başkanı olarak belirlediği bu güzel isme kalbimin bir köşesinde ‘Balkanlar’ı dışladığı’ gibi bir minik itiraz hissimi hep hazır tuttum. Evet; doğruydu, biz bin yıldır Anadolu’da Türkçe üzerinden on yedi ırkı ir araya getirerek şanlı onurlu muhteşem bir medeniyet kurmuştuk. Bu isim Anadolu Medeniyeti’mize olumlu bir göndermede bulunuyor, çok çok olumlu çağrışımlar oluşturuyordu, itiraz edilemezdi.

Ya Rumeli? Balkanlar Anadolu’nun kardeşi, yoldaşı, ayaktaşı değil miydi? Anadolu altı yüz elli senedir Rumeli ile beraber ağlamış beraber gülmüş beraber hüzünlenmiş değil miydi? “Vardar Ovası Vardar Ovası” türküsü Üsküplü kadar Konyalının, “Arda boylarına ben kendim gittim” Kırcaali kadar Eskişehirlinin, “Çalın davulları çaydan aşağı” Selanikli kadar Trabzonlunun, “Tuna Nehri akmam diyor, etrafımı yıkmak diyor’ Silistreli kadar Kastamonulunun da türküsü değil miydi?

Tam da bu duygular içindeyken, üzerimde en çok hakkı olan, Anadolu Mektebi’nin de kurucusu yürütücüsü öncüsü bu “eski bakan hocam” arayıp sormasın mı: “Fahri, bu gençleri, okuduklarını daha bir özümsemeleri için bir yerlere tarihî ve kültürel bir geziye götürsek, nerelere olur dersin?”; çözümüm cebimdeydi, hazırdı zaten, hiç düşünmeden cevap verdim: “Balkanlar’a hocam. Adı da ‘Anadolu Mektebi Ecdadının İzinde’ olabilir mesela. Ankara’dan Hacı Bayram’dan destur alır yola çıkarlar. Eskişehir’de Nasreddin Hoca ve Bizim Yunus’a selam verip Bilecik’te Şeyh Edebalı’ya diz çökerler. İstanbul’da Fatih Sultan Mehmet’le söyleşir, Sultan II. Abdülhamit’le dertleşirler.  Edirne’de Selimiye’de ecdadımızın zevk-i selimini temaşa eyleyip tutma beni Rumeli. Hüzün ve umut coğrafyamızın ecdat yadigârı şehirlerinde senelerdir onları bekleyen hicran dolu yüreklerle bir hafta hemhâl olur dönerler.” Hocamıza da makul ve mantıklı geldi bu fikir. Ama bir şartı vardı: “Biliyorum ki on beş yıldır Balkanlar’dasın sık sık. Rehberliklerini de bizzat sen yapacaksın ama.” Hocasının üstadından tevarüs “Kim var dendiğinde sağına ve soluna bakmadan ‘Ben varım’ diyen bir gençlik” öğretisiyle büyümüş bendenize, “Evet efendim” demekten gayrı bir cevap hakkı kalmış mıydı? Tabii ki hayır. Hoca-bakan talimatı verdi kırk yıllık öğrencisine hemen: ‘Program detaylarını hazırla hemen ve iki güne bana gönder.” Öyle de yaptım.

Evet, bu hoca-bakan’ın adı Prof. Dr. Sami Güçlü’ydü.

Hoca-bakanın bazı görüşme ve girişimleri neticesi program kesinleşti. Destekçi kurum Türk Tarih Kurumu’ydu. TTK Başkanı Prof. Dr. Refik Turan “ecdadın izinden gitmek isteyen gençleri” destekliyordu zahir; ne güzel, ne anlamlı, ne zarif bir destekti bu. Doğal olarak on beş günü alacak böyle uzun bir program ikiye bölündü. Bulgaristan ve Yunanistan, vize mecburiyeti getirdiği için “uçakla gidip gelme” zorunluluğu ortaya çıktı. Plan program son şartlara dönüştürüldü hızlıca. Ve 22 Ağustos 2017 Salı öğle saatlerinde Kosova’nın başkenti Priştina’ya inmek üzere İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan havalandı Anadolu Mektebi Gençliği.

İlk durağımız bize Balkanlar’ın kapısını açan ve neredeyse bütün bir Rumeli’yi tavattun eyleyen Sultan I. Murad Hüdavendigâr’ın Priştina’daki türbesiydi elbette. 1389’da Kosova Ovası’nda yüz bin kişilik Sırp Ordusu’nu sekiz saat içinde yetmiş bin kişilik ordusuyla yenmeyi başaran, Osman Gazi’nin torunu, Orhan Gazi’nin oğlu Hüdavendigâr Murad. Hani Anadolu Mektebi Gençliğinin okuduğunda gözyaşlarını tutamadığı:

‘İlâhî! Bunca kerre beni zaferden mahrûm etmedin. Dâimâ duamı kabul buyurdun. Yine Sana iltica ediyorum, duamı kabul eyle! Bir yağmur nasîb eyle! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp yüz yüze cenk edelim!

Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrarımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızanı isterim.

Yâ İlâhî! Bu Mümin askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbanı da şu Murad kulun olsun!

Yâ İlâhî! Bunca Müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim; yeter ki Sen beni şehîdler zümresine kabûl eyle!.. İslâm askerleri için rûhumu teslîme râzıyım... Beni gâzî kıldın. Sonunda lutfen ve keremen şehîtlik de nasîb eyle!.. Âmin!” duanın sahibi Murad.

Duanın ardından yağmur başlayacak, tarihte pek emsali görülmedik biçimde koca meydan muharebesi sekiz saat gibi kısa bir sürede zaferimizle neticelenecek ve savaş meydanında yaralıları dolaşan Sultan Murad’a seslenen - bir rivayete göre Sırp prensi olan – Miloş Obiliç adlı şahıs, zehirli hançerini koca Sultana fırlatarak onun şehitler şehidi olmasına vesile olacaktır. Ve bu olaydan tam altı yüz sene sonra, 1989 yılında bir milyon Sırp, Kosova Ovası’nda bu olayın anısına toplanıp kahraman kabul ettikleri Obiliç adına dev bir törenle dev bir zafer anıtı dikecek ve - maalesef hâlâ devam ettiği üzere - beş altı yüz haneli yerleşime de onun adını vereceklerdir.

İşte bu büyük sultanın türbesinde Anadolu Mektebi’nin Asım’ları, göğsü geniş başı dik onurlu bir o kadar da hüzünlü bir kalple Fatihalarını okuyorlardı; bizzat şahit oldum. Günde iki saat Türkçe yayın yapan Kosova Televizyonu’ndan Feride Zeynullah’ın yaptığı söyleşide söylediklerinde de şahit olduk bu duygu ve düşüncelerine.

Her biri “yaşayan Asım” olma hayali ve duygusundaki bu gençlerin bir sonraki durağı neresi olabilirdi sizce? Tabii ki büyük Akif’in babası İpekli Temiz Tahir Efendi’nin doğup büyüdüğü topraklara. Yani Kosova’nın yedi şehrinden biri olan, güney batısındaki - onların Peç veya Pey dedikleri - İpek şehrine. Ve tabii Tahir Efendi’nin doğduğu ve çocukluğunun geçtiği köye, Susişa’ya. Asfaltı bozuk, istikameti eğri, coğrafyası sarf, mevkii uzak da olsa iki buçuk saatlik bir otobüs yolculuğundan, bin bir zorluk ve maceranın ardından şimdilerde büyükçe bir Arnavut köyü olan Susişa’da olmanın mutluluğu içerisindeydi kafilemiz. Beş sene önce gittiğimizde harabe hâlde bulunan, geriye bir kısım yıkık dökük duvarları kalmış olan Akif’in dedesinin imamlık yaptığı, Temiz Tahir Efendi’nin ilk Kur’an derslerini aldığı Susişa Camii, TİKA’nın marifetiyle şimdilerde dimdik ayakta ve hizmete amade bir vaziyette. Yalnız, ikindi ezanı vakti olmasına rağmen kilitli bir cami görmek yüreklerimizi burktu biraz, yalanımız yok. Başta Akif’in dedesi olmak üzere, caminin çevresinde her hâliyle Osmanlı’dan kalma olduğu aşikâre olan mezarlıktaki merhumlara Fatihalar gönderip yüz metre kadar kuzeye yürüdüğümüzde bir güzel sürprizle karşılaşıyoruz: Sanki Kütahya’da sanki Maraş’ta sanki Tokat’taymışcasına sımsıcak bir yüzle bir bina bizlere gülümsüyor, duvarındaki okul tabelası da çok tanıdık üstelik: Mehmet Akif İlköğretim Okulu. Dünyalar bizim oluyor. TİKA yapmış elbet.

Okulun bahçe kapısı önünde biri erkek ikisi kız sarı saçlı mavi gözlü üç çocuk oynuyor. Onlar tek kelime Türkçe bilmiyorlar, biz ise tek kelime Arnavutça. Ama sular seller gibi konuşuyor anlaşıyoruz hemencecik. Çünkü aynı medeniyetin çocuklarıyız biz: “Selamün aleyküm”, “Aleyküm selam.” “Mehmet Akif?”, “Mehmet Akif.” Okşuyoruz başlarını, yanaklarından öpüyor, fotoğraf çektiriyoruz. Ayrılırken “Allah’a emanet” diyoruz, “Allah’a emanet” diyerek uğurluyorlar ve gülümseyerek el sallıyorlar, dillerinde de bir söz: ‘Türkiye Türkiye Türkiye.’

Balkanlar’da Türkçe’nin konuşulduğu son şehir olan Prizren’de iki şair kardeş bekliyor bizi. İki buçuk saatlik zorlu kahırlı yorucu ama onurlu bir yolculuğun ardından şirin mi şirin bir Türk şehri karşıladı bizi: Prizren. Karşılamakla kalmadı, içinden geçen Akdere’si, otuz üç minaresi, güler yüzlü insanları ile sarıp sarmaladı adeta. Evet, beklemediğimiz kadar olumsuz yol şartlarından iki saat kadar geç kalmıştık, akşamın yavaş yavaş çöktüğü o güzel vakitte, rehberleri olarak grubu hızlandırdım: “Haydi gençler, iki koca şair çok sıkıldılar artık bizi beklemekten. Ne olur özür dilemeyi de unutmayın kendilerinden, az sonra.” Akdere kıyısında büyükçe bir köy camii hacminde, beşik örtülü çatılı, son cemaat mahfili ahşaptan mütevazı bir cami karşıladı bizi, buyur etti içeriye. Geçtik bahçesine. İki şair bizi avluda bekliyorlardı. Geç kalmıştık. Yüz beş sene kadar geç. Bekleyenler, Divan edebiyatımıza Aşık Çelebi, Şemsî, Sa’yî, Sucudî, Aşık Ferkî gibi tam yirmi iki şair hediye eden Prizren’in iki büyük şairiydi elbette: Suzi Çelebi (ölümü 1524) ve kardeşi Nehârî (ölümü 1523). Hulusi kalple sohbet eylediler bizle. Bu çelebi iki kardeş şair aracılığıyla Prizrenli tüm şairlere bu güzel Türk-İslam şehrini şehreyleyen tüm akıncı cedlerimize Fatihalar armağan eyledik.

1951’de kurulan ve edebiyat, tiyatro, müzik gibi sekiz şubesiyle 66 yıldır varoluş mücadelesi veren Prizren Türk Doğruyol Kültür Derneği’nde başkan Bülent Emruş dostum Prizren Türkçeli esprileriyle sarıp sarmaladı kırk altı kişilik ekibimizi. Balkanlar’da Türkçe’nin en güçlü kalelerinden birisi durumundaki, babasının da kurucularından biri olduğu derneğini felsefesini yaptıklarını anlattı. Türk Cumhuriyeti devletinin daima yanlarında olduğunu ve bundan büyük güç aldıklarını söylemesi onu nefes almadan dinleyen gençlerin gözlerini yaşarttı. Ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi, daha şimdiden iki şiir kitabı bulunan, Prizren gençlerinin en yetenekli şairi olan Canan Özer’in okuduğu iki hicran şiiri, tam da bu sırada şehrin otuz üç minaresinden yükselen yatsı ezanları hepimizi başla âlemlere götürdü getirdi. Ardından Melek Rada’nın Bosna Savaşı’nda Sarayevolu bir çocuğun duygularından yola çıkarak yazıp okuduğu hikâyesi, üstadlarının diliyle ‘Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşı’nın mirasçısı ve güdücüsü Anadolu Mektebi Gençlerini çoktan Rumeli sevdalısı birer kalbe dönüştürmüştü bile.

Prizren’in o tadına doyulmaz latif ve naif meltemi eşliğinde ecdadımızın en belirgin izi Sinan Paşa’dan başlayarak Akdere boyunca sağlı solu yürüyüşe çıktık. Yolumuzun üzerinde Halveti Tekkesi’nden Bayraklı Camii’ne, Maraş Camii’nden Alt Topuklu Kızlar Çeşmesi’ne… adeta sıra sıra dizilen onlarca ecdat yadigarı eser, yolumuzu bir asırdır beklediklerini aşikar eden bakışlarla bizleri selamlıyorlardı sanki. Şadırvan’dan içtiğimiz, tadına doyulmaz Şar Dağları Suyu değil de Taptuk Emre Tekkesinde Yunus’un bizzat kendi elleriyle yapıp ikram ettiği gül şerbeti gibi geldi bize. Öyle lezzetli öyle tatlı öyle muhteşem. Bazılarının aklından geçebilir diye söyleyeyim: Akşam yemeğimizin mönüsü her porsiyonda kocaman onar tanesi bulunun meşhur Prizren çebabı (kebabı)/çüftesi (köftesi) ve bir tanesi bir kişiye yeter irilikteki nefis tulumba tatlısıydı.

Ertesi sabah, Balkanlar’da hâlen en büyük Türk mührü vurulu birkaç şehirden biri olan burada, Fatih Sultan Mehmed’in Bosna’yı fethe giderken ordusuyla namazlarını eda eylediği açık hava Namazgâh’ını ziyaret edip sofraları sokakları gönülleri gül kokulu şehir Prizren’e veda ediyor, medeniyetimizin en büyük şairlerinden Yahya Kemal’in şehri Makedonya Üsküp’e doğru yola çıkıyoruz.  

(Gezinin Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Bosna Bölümü haftaya)

1.anadolu-mektebi-sultan-murad-turbesinde-22.8.2017.jpg2.anadolu-mektebi-susisa-camii-onunde-22.8.2016.jpg4-anadolu-mektebi-prizrende-fatih-namazgahinda-23.8.2017.jpg

Bu yazı toplam 1036 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim