• İstanbul 17 °C
  • Ankara 15 °C

Barış Adalet Sevgi Peşinde Bir Ömür: Faik Baysal

Barış Adalet Sevgi Peşinde Bir Ömür: Faik Baysal
Kör Kuyu’dan / Fahri Tuna

Adını, edebiyatımızdaki yerini, hemşeriliğimizi biliyordum. Onunla ilk karşılaşmamız, tanışmamız 1991 Haziran’ında oldu; dönemin belediyesi 21 Haziran Kurtuluş Şenlikleri çerçevesinde Çark Mesire’de ‘Sait Faik’in Öykücülüğü’ üzerine bir panel düzenlemişti. O da konuşmacılardan biriydi. Nail Güreli, Necati Mert de konuşmacıydı. Çok hoş şeyler söylendi o panelde. Adapazarı’nda tarih boyunca düzenlenmiş en iyi ilk beş panelden birisidir diyebilirim. Panel sonrası tanıştık Faik Baysal’la. Hatta açık alanda eski Adapazarı fotoğrafları sergisi vardı, - bildiğim kadarıyla- eski fotoğraflardan oluşan bir sergi şehrimizde ilk kez açılıyordu. Faik Baysal’la o sergi önünde bir de fotoğraf çektirmişiz, hatıra olarak. Yetmişine giriyordu, zayıf uzunca boylu, seyrelmiş beyaz saçlı, adeta Fransız aksanıyla boğuk bir sesle; ama çok kibar konuşan bir beyefendiydi. Yeni Sakarya için söyleşi yapmak üzere ertesi güne sözleştik.

1991 Temmuz’unda üç gün süreyle yayımlanmıştı Yeni Sakarya’da o söyleşi; sevgili Faik Baysal çocukluğundan başlayarak Cumhuriyetin ilk çeyreğinin Adapazarı’nı anlatıyordu. Çok da trajik bir hayatı vardı Baysal’ın. 1 Aralık 1922’de Gümrükönü’nden – Atatürk Bulvarı’ndan Yenicamii’ye giderken soldaki Pamukosman Sokağı’nda  - bugün Baysal Apartmanının olduğu yerdeki dede evinde - doğmuştu. Ne acıdır ki annesi onu doğururken rahmet-i rahmana kavuşacak, onu ‘hayatta en sevdiğim insan’ dediği haminnesi büyütecektir. Annesinin yüzünü göremeyen Faik Baysal, - kaderinin hazin bir tecellisi olarak - dedesinden izinsiz olarak yeniden bir hanımla evlenen babasının da İstanbul’a yerleşmesi üzerine baba yüzü de göremeden büyüyecektir. Altı yaşında İstanbul’a Saint Joseph Okulu’nda ‘leyli meccani’ yani ‘parasız yatılı’ başlayacak öğrenim hayatında, ilk orta ve liseyi - on iki yıl boyunca - bu Fransız okulunda okuyacaktır. Yeryüzünde hem anne hem de baba yüzü göremeyen ender insanlardandır Faik Baysal.

Şiirlerinde, hikâyelerinde ve romanlarında sık sık çocukluğunun Adapazarı’ndan söz eden Faik Baysal, söz konusu söyleşide ‘tahta bavulla İstanbul’dan trenle Adapazarı İstasyonu’na gelişlerimi, istasyonda mis gibi kokan Ceviz kütüklerinin kokusunu, çocukluğumun Çark Mesire’sinde içtiğim enfes Olimpos Gazozunun tadını unutamıyorum’ demişti. O gün ve daha sonraki on bir yıllık dostluk sürecindeki yüze yakın görüşme konuşma ve sohbetlerimde görecektim ki Faik Baysal, gerçek bir Adapazarı sevdalısıdır; başta eczacı Mehmet Toplar ve yazar Necati Mert olmak üzere, şehirde sayıları onu geçen dostlarını unutamamakta, hemen her gelişinde ziyaret etmeye çalışmakta; o her zaman ki içten ve samimi sohbetiyle hem mutlu olmakta hem de mutluluk vermektedir.

Ömrünün son beş yılında, başta Adapazarı /daha sonra Büyükşehir Belediyesi’nin ve bu satırların sahibinin yakın dostluğundan mutlu olan Faik Baysal, ‘ne olur bu şehir sanatçılarıyla Edirnekapı’ya birkaç adım kala değil, çok daha önceleri ilgilensin’ diye mesaj verirdi. Merhum Hüsnü Gürsel’le de çok yakın, güçlü ilişkisi ve dostluğu bulunan Faik Baysal, Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Müdürlüğü’nce 27 Nisan 2001 tarihinde ASM’deki ‘Faik Baysal’a Saygı Gecesi’nin finalinde yaptığı teşekkür konuşmasında ‘Ömrümce Avrupalı sanatçıları, özellikle de Fransız sanatçılarını kıskanmışımdır. Çünkü kendi toplumlarından cumhurbaşkanlığından daha büyük ilgi görüyorlardı. Ama bu geceden itibaren artık kıskanmıyorum; zira benim ülkem de, benim şehrim Adapazarı da sanatçısına sahip çıkmasını bilmiştir.’ diyerek mutluluğunu dile getirecekti.

Bilirsiniz, Türkiye’de -ne hikmetse-  bir yazar adına düzenlenen tüm şiir, hikâye, roman yarışmaları o yazarın vefatından sonra gerçekleştirilir. Sait Faik Öykü Yarışması da böyledir, Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması da… Fahri Tuna’nın öncülüğünde bir grup eli kalem tutan edebiyat serdengeçtisi tarafından 17 Ocak 2001’den itibaren Adapazarı’ndan Türkiye’ye sesini duyurmaya başlayan aylık Irmak Kültür Sanat Dergisi, 2002 yazında ’Türkiye’de bir ilke imza atmaya’ niyet etmişti: Irmak Dergisi Ulusal Ödüllü Faik Baysal Öykü Yarışması. Yarışma kararını bu satırların yazarı Faik Baysal’a duyurduğu zaman, çok ama çok duygulanır, hatta ağlamaya başlar. Ödül tarihi için de 20 Aralık 2002 tarihi ve ödül töreni için de AFA tespit edilir. Çok ama çok mutludur Baysal, sık sık telefon edip bilgi alır katılım ve eserlerin genel durumu hakkında.

Bu arada sağlığı da gitgide bozulmuştur. Çok güçsüz ve zayıftır; bir türlü bırakamadığı sigarası ciğerlerini iyice eritip bitirmiştir. Endişesi ‘acaba ödül törenini görebilecek miyim’dir. Ülke genelinden Kars’tan İzmir’e, Ankara’dan Samsun’a 341 eser katılır yarışmaya. Jüri elinden geleni yapar. Evet; Türkiye’de – muhtemelen – bir ilke imza atılmasına on bir gün kalmıştır. Günlerden 9 Aralık’tır; Faik Baysal’ın seslendirme sanatçısı kızı Elif Baysal’ın telefondaki sesi belki de ilk kez rol ve sanattın uzak, hüzün bulutları yüklüdür: “Babamı kaybettik!” Edebiyatın şiirden romana, öyküden senaryoya, çeviriden anıya; birçok dalına 78 eser vermiş 80 yaşındaki koca çınarı, velut ve çelebi kalemi, ruhunu Rahman’a teslim etmiştir. Karlı bir İstanbul ikindisinde Ataköy 5. Kısım Camii’nde kılınan cenaze namazına müteakip Merkezefendi Mezarlığı’na defnedilir Faik Baysal, bir avuç seveni ile birlikte. Sakarya Valisi Cahit Kıraç, Adapazarı Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Duran, Irmak Dergisi ve Sagüsad camiasından 20’yi aşkın hemşerisi katılıp, Baysal’a “son görevlerini” yerine getirmeye çalışırlar. Kader yine ağlarını örmüş, yine yaşayan bir yazar adına sağlığında adına yarışma yapılamamıştır. Tören 27 Aralık’a ertelenir; Sakarya Valisi Cahit kıraç’ın himayesi ve katılımında AFA’daki ödül töreninde Faik Baysal’ı, tıp doktoru oğlu Emre Baysal ve seslendirme sanatçısı kızı Elif Baysal temsil ederler. Törenin, bir ödül töreninden ziyade matem havasında geçtiğini bilmem söylemeye gerek var mıdır?

Faik Baysal, ilk şiiri ‘Yapraklar’ı, henüz on dört yaşında bir çocukken, Fransız hastanesinde ziyarete gittiğinde - hayatta en çok sevdiği insan olarak sık sık söz ettiği - haminnesinin cesedi başında çok derin acılar içinde 1936 yılında yazdığını söylerdi. Yayımlanan ilk kitabı - ilk romanıdır aynı zamanda- Semih Lütfi Kitabevi’nce yayımlanan ‘Sarduvan’dır. Ardından ise 40’ı çeviri, şiir, öykü, roman, senaryo olmak üzere 38’i telif; seksen yıllık ömre sığan 78 kitap. Bir gün - 2001’de yitirdiği - yarım asırlık eşi Mubahat Hanım, odasında çalışan Faik Baysal’a ‘ne zaman konuşacağız Faik?’ diye seslenmiş, Baysal’ın ‘çevirim bitmek üzere, yarım saatlik işim kaldı hanım, geliyorum’ sözleri üzerine Mubahat Baysal taşı gediğine koyacaktır: ‘Onu demiyorum Faik, evlendiğimiz yarım asrı aştı, daha oturup şöyle bir konuşamadık…’ Kısacası çalışmakla, çeviriyle, yazmakla geçmiş bir hayatı vardı Faik Bey’in.

Faik Baysal, romanının sunusunda ‘Sarduvan’ın yazılış öyküsünü şöyle anlatır: ‘Ben bu romanı on dokuz yaşında, II. Dünya Savaşı sırasında, karakollar bir yana muhtarlıkların önünden geçmeye korktuğumuz, devlet yönetiminde bulunanları eleştirirken evlerimizde bile sesimizi kıstığımız tek parti (1941 yılında-f.t.) döneminde yazdım. Kitabın basılıp yayımlanması (1944 yılında – f.t.) büyük olay oldu. Sarduvan bugün (not: Faik Baysal bu sunuyu, Sarduvan’ın Can Yayınları’nca 1993’de yayımlanan 3. baskısının girişinde yazmaktadır. f.t.) Sakarya ili sınırları içinde bulunan şirin bir sayfiye bölgesidir. Resmi adı Serdivan’dır.’

‘Adapazarlı olarak romanıma o yörenin adını koymak, onu edebiyat tarihine mâl etmekten her zaman övünç duydum. Sarduvan’da günümüz Serdivan’ını bulamazsınız. Bu roman Beşköprü dolaylarındaki şirin ilçenin ne coğrafyası ne de turistik broşürüdür. Yalnız ben artık tarih olan Serdivan’la ilgili bazı anlatıları elimden geldiğince” değerlendirdim ve bugün torunları hayatta olan bazı kişilerin başından geçen serüvenleri dile getirirken hâlâ kalıntılarına rastlanan ev, değirmen, set üstü kahvesi gibi yerlerden de yararlandım. Bunların hiç birini almasaydım da olurdu. Çünkü ben çok sevdiğim Sarduvan adı altında o güne kadar hemen hemen kimsenin el atmadığı ve toplumun serseri, it, kopuk diye nitelendirdiği bazı insanları kendilerine özgü yaşam felsefesiyle anlatmak zorunluluğunu duydum. Ben Sarduvan’ı okuyucuya uyarıda bulunmak, biraz abartılı da olsa insanımızın gerçek dramını gözler önüne sermek, edebiyatımızı saçma sapan kitaplarıyla halkı afyon yutmuş gibi uyutan tefrikacıların gerçek yüzlerini ortaya koymak için yazdım. Bunca didinmeye karşın Sarduvan’dan hiçbir şey kazanamadım. Romanın ilk basımını yapan yayınevine de alamadığım paramı helâl ettim. Genç okurlarım, size sesleniyorum. Sarduvan’ı okuyun. Söven, tüküren, sümküren, tutsak olduğumuz bir takım ahlâk kurallarını ve garibanlığımızı alnımıza kader olarak yapıştıran geleneklerimizi bir yana itiveren bu insanlar gerçekte biziz. Bunların hepsi bizim dışa vurmaktan korktuğumuz ikinci yüzümüz. Sarduvan Batı Karalaması bir roman değil. Hele hele hâlâ alkışa tutulan montaj-roman hiç değil. Bu bizim romanımız. İğrensek de, sevsek de sevmesek de bu insanlar biziz.’

Ünlü eleştirmen Tahir Alangu, Sarduvan ve Faik Baysal hakkında ‘yazar, anlattıklarının dışında kalmamış, her şeyin kendisi ile olan ilintilerini aşırı duygulu ve tutkulu bir anlatışla yüze vurmuştur. (…) Bizdeki gerçekçi romancıların anlatışlarından farklı bir yolda, belki de Emile Zola’dan esinlenerek, bir bakıma Rus romancıları, bir bakıma da Amerikan romancılarında ayrılan farklı bir yolda gidilmiş. Kişileri,  çevreleri gerçek ayrıntıları ile zaman zaman uzayıp giden bir yorumlama izlenimi bırakıyor’ değerlendirmesini yapar.

Eleştirmen Celalettin Ezine, ‘Faik Baysal’ın eseri Türk roman edebiyatının uzun zamandır beklediği orijinalliği ve Batılılığı müjdeliyor. (Baysal) Tanzimat sonrası Türk edebiyatında bir gelenek halinde beliren Fransız etkisine hiç kapılmamış, Sarduvan romanı kendine özge bir başkalık ve ayrılık belirtmekle birlikte anlatım, tipler, tasvir ve tahlilleriyle Rus romanının izlerini taşımaktadır’ demekte, Fahir Önger ise ‘ Türk romanına Dostoyevski’vari tipler ilk defa Sarduvan’la giriyor. (…) Faik Baysal’ı daha ilk romanında büyük başarılara ulaştıran nedeni, tiplerin iyi realize edilmiş olmasında aramalıdır.’ derken Salahattin Tuncer ‘Sarduvan Faik Baysal’ın ilk eseri olduğu halde karşımıza usta bir romancı hüviyeti ile çıkıyor. (…)  Ben ‘hayatın realitesi’ni bu kadar canlılıkla veren hiçbir yerli roman okumadım’ şeklinde değerlendirmektedir.

‘Drina’da Son Gün’ romanını okudum bu hafta Faik Baysal’ın. Evimizin terasında defalarca orta kahve eşliğinde şiirler okuyan üstadın sesini kulağımda her dem duyar gibi okudum romanı. Ve bir şeyden daha emin oldum: Şairler çok güzel roman yazıyorlar gerçekten. Güzel öyküler de yazdıkları gibi…

1941 yılında Hitler’in Yugoslavya’yı işgal döneminin olaylarını anlatan söz konusu romanın dili bir defa çok şiirsel. Birkaç örnek vereyim: ‘Yürek paralayıcı gürültünün yerine insanın soluğunu kesen bir sessizlik çöküverdi.’ ‘Tırtıla benzeyen gözleriyle…’ ‘Yavaş yavaş ortalığa yayılan kadife yüzlü akşamın güzelliğini…’ ‘Güzelim toprak yapyalnızdı.’ ‘Gözlerinde her şey vardı, yalnız insanlık yoktu.’ ‘Yıldızlar gökyüzünü delik deşik etmişti.’ ‘İçeride ikisini koyu bir karanlıkla sinir bozucu bir sessizlik karşılamıştı.’ ‘Saçları bembeyazdı. Bu beyazlıkta insanı üşüten bir kar soğuğu vardı.’ ‘Toprağı ölmüştü. Nazizmin tırtıllı tekerlekleri altında can vermişti.’ ‘Geceyi gümüş bir kuşak gibi saran Samanyolu’nun altında…’ ‘Gerçek ölüler gazetelerin öldürdükleriydi.’ ‘İçinde insanlara karşı hiç soğumayan bir sevgi vardı.’ ‘Kadın dediğin bir resim gibi olmalı.’ ‘Bir ilaç bulun da kötülük tohumlarını toptan öldürün içimizde.’ ‘Bütün gökyüzü masmaviydi. Başak sarısı bir güneş erkenden havayı yakmaya başlamıştı.’ ‘Acı bal rengi toprak göz göz oyulmuş…’ ‘Gök susuyor, toprak susuyor, her şey susuyordu.’ ‘Bu toprak anasıydı. Babasıydı, kızıydı, karısıydı. Onun gözünde toprak da hepimiz gibi bir insandı.’ ‘Mitza taş gibi susuyordu.’ ‘’Her şey yakıcı bir sessizliğe gömülüyordu.’ ‘Hava güzeldi, güneş Azamoviç’in gözleri içinde pırıl pırıldı.’ ‘Bazı yerlerde yağmurla karışık bulgur bulgur bir kar düşüyordu.’ ‘Yağmur beyaz beyaz yağmaya başlamıştı.’ ‘Bsenka beyaz beyaz güldü.’ ‘… benzi kül gibiydi.’ ‘Mary cansız bir taşbebek gibi gülümsedi.’ ‘Tarih denen olaylar mezarlığı…’ ‘ … aynada sırıtan adamın kendisi olduğuna kendini bir türlü inandıramıyordu.’ ‘Gözleri soğuk ve keskindi.’ ‘İsmailoviç karanlık karanlık baktı.’ ‘Cerzizoviç’in duman rengindeki gözlerinin içinde hâlâ kar yağıyormuş gibiydi.’ ‘… tozu dumana katan yapış yapış bir rüzgâr…’ ‘İçinde sanki gittikçe yalnızlaşan bir ateş yanıyor gibiydi.’ ‘Çabucak dal budak salan bu bitkinin adı kindi.’, ‘İşkence taş devrine taş çıkartacak kadar korkunç ve iğrençti.’ ‘Gittikçe çivit rengine bulanan sabahların birinde…’ ‘Gül dediğin kadın eli ister.’ ‘… o kurşun ağırlığındaki karanlığın içinde kaybolup gidecekti.’ ‘Neye dokunsan ağlayacak gibiydi. Kaldırım taşları bile durgundu.’ ‘… bıçak keskinliğinde mosmor bir korku…’ ‘… yüzüne vuran yarı olmuş kızılcık pembesiydi.’ ‘Bakır çalığı bir akşam tepelerden aşağılara doğru inmeye başlamıştı. Drina şimdi her zamankinden daha yalnızdı. Rengini yavaş yavaş kaybeden bir gökyüzü altında boyuna bosuna hiç yakışmadığı hâlde içindeki ölülerle beraber susuyordu.’    

Evet, o naif içli derin samimi zarif yazar Faik Baysal, dört yüz kırk sayfalık romanı boyunca, yukarıda bazı örneklerini paylaştığım üzre, adeta roman değil de şiir yazıyordu, imge imge, dize dize, mısra mısra.

Adeta film seyrediyordu okuru; karakterler o kadar net, o kadar ayan beyan, o kadar arı duruydular. Sanki sokakta karşılaşsanız ‘bu o işte’ diyeceğiniz, hatta yakasına sarılıp hesap soracağınız yahut boynuna sarılıp tebrik edeceğiniz kadar zihninizde gönlünüzde kalbinizdeydiler artık. İçinizde bir dünya kurmuştu Baysal, roman yahut film sizin içinizde canlanıyor oynuyor yaşanıyordu. Elinizden bırakamıyordunuz kitabı.

Drina kadar sessiz ve acı akan sizdiniz aslında. Alman askerlerinin kurşunları, Sırp çetecilerin dipçikleri, Arnavut çetecilerinin mavzerleriyle can çekişen sizdiniz artık. Öylesine içine alıyordu roman sizi.

Ve hep insandınız. Savaşa, çatışmaya, kine nefrete karşıydınız. Barışı, iyiliği, güzelliği yaymak için vardınız.

Sevgiyi yaşamak, sevgiyi yaşatmak için.

Zira Faik Baysal onun için vardı. Onun için yazıyordu.

‘Gül Sancısı’ şiiri onundu. Bu satırların sahibinin kaleme aldığı ‘Gül Sancılı Adam’dı zira o.

Soylu kalemdi. Asil kalemdi. Yetmiş sekiz kitabında da kalemini hiçbir zümrenin ideolojinin çıkar grubunun emrine vermemişti. 

‘Sarduvan’ romanını bendenize 28 Nisan 2001 tarihinde şöyle imzalamıştı Faik Baysal: ‘Sizsiz kaybedilen yıllara acıyorum.’

Biz de üstat; vefatınızın üzerinden geçen on beş yılda hep seni ‘ötelere uğurlamış olmanın hüznü’ ile doluyuz.

Ama eserlerinle aramızdasın. Ve anılarınla.

O boğuk samimi içten sesin zarif edanla sık sık bize ‘güzel günler bekliyor sizi’ diyorsun.

Ve insan kalmamız insanı aramamız insan olmamız gerektiğini hatırlatıyorsun gün be gün.

Barışı adaleti sevgiyi hatırlatıyorsun bize.

Bu haber toplam 1587 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim