• İstanbul 14 °C
  • Ankara 15 °C

Bir hüzünkârın mağarada tâlim yılları

Ahmet Doğan İLBEY

Çok severdi mağarayı. “Hikmet mağaramız” diyordu. “Fikir ve Gönül Dükkânı” nın, yâni Mekteb-i İrfan”ın mistik adıydı. “Medeniyetimiz ve irfânımız üstüne fikir ve gönül tâlimi yapılan saadetli mekân” diyordu mağaraya.

“Azat kabul etmez kölesiydi” mağaranın. Gurbet duygusu yaşatmazdı ona. Mağara dışındaki mekânlar gurbet hissî verir, ağyar kalırdı gönlüne. Aynı sohbet ve fikir tâlimleri yapılsa da bu mağara kadar mekân şuuru vermez ve derûnunu sarmazdı. Bunca yıl dergâh ve uzletgâh kokusu veren bu mağara gibi bir mekâna rastlamamıştı. Nice sohbet ve fikir mekânlarının hiçbiri mağaranın mânevî ve mistik havasını hissettirmemişti.

Mağara münzevîsiydi. Mağaradan çıkıp modern mekânlara gitmek bir eziyetti ona. “Ali Hocam için çıkarım mağaradan ancak” diyordu. Onun fikir ve gönül vatanıydı mağara. Bir süre uzak kalması, kalpgâhından kopması gibiydi. “Zor ayrılırım buradan, kalbim buraya bağlı, vaktin oğlu oluyorum mağarada” diyordu.

Onun mağara benzetmesi, Platon’un ve aydınlanmacı pozitivist felsefecilerin mağara istiaresine benzemezdi. Duvarlarında gölgeler hareket etmez, sahte ve dünyevî gerçekler bulunmazdı. Batı’nın mağaraları gibi lâdinî düşüncelerle Allah’a olan hürriyet inancı zincirlenmiş mağara değildi. Ruh ve mânaca düşük olan modern mekânların fikirsizliğinden kaçanların dervişâne ve tefekkürâne yaşadığı bir mekândı.

 

Mağaradan koparılış 

Mağaradan koparılışı vatandan uzaklaştırılmışcasına elemler yaşattı ona. Son zamanlarda “Ah mağaram!” diye inliyor ve acı çekiyordu. Şehrin idarecileri modern mekânlarını genişlete genişlete mağaraya gelip dayanmışlardı. İstilâcı düşman kuvvetleri gibi mağarayı dört tarafından çevirmişler ve “kamu adına” istimlâk ederek modern mekânlarına katmışlardı. Fikirli ve mistik mağara kum ve moloz yığını hâline gelmiş, Ahır Dağı’nın dibinden silinip gitmişti.

“Hüzünkâr” nâmıyla bilinen o, dostlarına belli etmeden gözyaşlarını içine akıtmıştı. Mağaradaki hâtıraları kare kare yüreğinin üstünden geçtikçe “ah Mağaramız!” diyerek hasta olmuştu.

Mağara hülyalarına daldığında, bir gönül dostu “Mistikliğin tuttu yine. Mağara! Mağara! Yıllardır mağarayı âlemin merkezi olarak nakşettin insanların dimağına. Mağaradan çıkmalısın artık. Hicret etmelisin, yüreğinin gözleriyle görmelisin medeniyet coğrafyamızı. Bir âlimin sözleriyle ‘Akıl sahipleri bir yerde oturup kalınca rahat edemezler. Öyleyse odunu, ocağını bırak da dışarılara çık; seyahat et.’ Mağara gibi güzel mekânlar bulacaksın ” demişti de içine kapanmıştı bir müddet. Sonra şu hüzünlü yazıyı yazmıştı dostlarına:          

 

Kalp ve fikir karanlığı yoktu mağaramızda

Mağaramızda fikir ve irfân tâlim ettiğimiz onca yıllar bir solukta geçip gitti. Derûnumuzun ve fikrimizin her vakit cezbeye kapıldığı, bediî saadetler içinde zaman mefhumunun olmadığı bir dosthâneydi, darülsaadetimizdi mağara. Bir Hocam meydana getirmişti mağaramızı. Seher vakitlerine kadar hasbıhal ettiğimiz, tefekkür tâlimi yaptığımız, memleket meselelerini ve mukaddeslerimizi konuştuğumuz fikirli ve dost bir mekândı. Kalp ve fikir karanlığı yoktu. İnsanı, hazret-i insan kılacak felâh bir kalbin üstüne her türlü tâlim yapılırdı.

 

Mağara emzirdi bizi ilk kez ilim irfânla

Mağaramızda dostluk ve dost yüzü vardı yalnızca. Her dost hem sükût eri, hem dildaştı, gönlümüze şifa veren, dostluğa güç katan, dostluk terini helâlinden döken ehl-i dildi, yol oğlu’ydu, ilk göz ağrımızdı. Mağara emzirdi bizi ilk kez ilim irfânla. Mağara adam etti bizi. İslâmî aşk iksiri mağarada düştü gönlümüze. Cezbeye kapılıp mâveraya kanatlanışımız mağaradaki gönül tâlimiyle başladı. Mağarada yankılandı sesimiz dünyâya karşı. Mağara büyüklerinin dizinin dibinde otururken çıktı ikinci kuşağın bıyıkları.  Çoğumuzun “sökük kalbi” tamir oldu, kalbindeki kirler döküldü. Kalp ve dimağımıza yerleşen modernizmin putlarını burada kırdık.

Yıllarca sohbethânemiz oldu mağara. Nice hüzünlü ve neşveli hasbıhallere, memleket dâvası için en koyu kelâmlara, şairlerin en yakıcı şiirlerine, Bir Hocam’ın (Bir hocam iki kişidir) ilim ve irfan üstüne yaptıkları nükteli ve mânalı sohbetlerine şahitlik etti. Müdavimlerinden bir gün olsun karşılık beklemedi bu mağara. Vefalı ve hasbî idi. Lüksü ve israfı olmazdı. Müdavimleri gibi mütevazı ve sade bir yapısı vardı. Dünyevî mekân duygusu vermez, mânevî duygu ve düşünceler ihsas ederdi. Ahır Dağı’nın dibinde nice yağmur boran gördü, karlar içinde kaldı. Yine de “yeter artık, beni kendi başıma bırakın” demedi.

Mağaramıza girdiğimiz vakit dilimiz, gönlümüz inşirah bulurdu. Safiyetini kaybetmemiş mektep çocuklarının heyecanıyla koşa koşa giderdik her Cuma akşamı. İlk kim varmışsa ona imrenirdik. İlk varan fikirli çayın suyunu koyardı ocağa, sonra gözü mağaranın kapısında olurdu. Yemen seferlerinden ve gurbetlerden gelenleri bekler gibi beklerdi dostlarını.

 

Mağara sohbetlerinde şifa vardı     

Mağaramıza girdiğimizde dünyevî düşünceler kapıda bırakılırdı. İlk gelenler sonra gelenleri selâmlardı. Önce sükût edilir, sonra diline bakılırdı gelen dostların. Fikirli ve bediî ilk cümle kimden sâdır olacak diye beklenirdi. Zarf atan ilk dost sohbet sofrasını açmış olurdu. Fikirli zarflar peşpeşe atılmaya başlardı söz meclisinde. Gök kubbe altındaki mağaramızda kalp ve dimağa dair söylenmedik söz kalmazdı. 

Fikir ve gönül tâlimi yatsıyı müteakip başlar, sabah ezanı vakti girince biterdi. Vaktin bitmesini istemezdik mağara sohbetlerinde. Mağara gecelerini çok severdik. Sohbetlerin üstüne hüzün, gurbet ve dostluk türküleri söylenirdi. Tasavvufî türküler çalınmaya başladı mı cezbeye kapılır, vecde geçerdik.

Ah, mağaramız! Seni çok özledik.

 

*******                                                                                                           

 

“Can Ellerinden Gelmişem”

Semerkand Dergisi’nin Ocak 2020 sayısında Ali Yurtgezen hocanın “T. Ziya Ergunel” müstearıyla yazdığı, Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin “Can ellerinden gelmişem, fâni mekânı neylerem / Ol mülke meylim salmışam, ben bu cihanı neylerem…” diye başlayan “Can Ellerinden Gelmişem” adlı ilahisinin şerhi var. Bezm-i elest’teki sözünü unutmayanların gönlüne hitap ediyor bu yazı. Gerçek ismiyle yazdığı “Din istismarının istismarı” adlı yazı ise Türkiye’nin ve Müslümanların son zamanlarda canın yakan, bâzı zümrelerce istismar ve tahrik edilen bir meseleye temas eden bir yazı…

 

*******

Dükkânımızı sual eden dost

Fikir ve gönül dostumuz Mehmet Âkif Şen, nâçiz Dükkân yazılarımızla alâkalı yazdığı mektupla gönlümüzü âbad etti. Derdinizi, derûnuzu anlayan, dükkânınızı bilen birinin olması ne güzel.

Bu yazı toplam 234 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim