• İstanbul 20 °C
  • Ankara 21 °C

Cengiz Anık: Postmodernizm: Yeni Moda Modernizm mi, Epistemik Bir Kırılma mı?

Cengiz Anık: Postmodernizm: Yeni Moda Modernizm mi, Epistemik Bir Kırılma mı?
GİRİŞ

Ramazan Yelken hocamızın Fikir Coğrafyasındaki söyleşisinden (http://www.fikircografyasi.com/makale/prof-dr-ramazan-yelken-ile-soylesi) sonra, Vehbi Başer, Alaattin Karaca, Ramazan Yelken hocalar ve Mustafa Everdi ağabeyle birlikte, aramızda bazı değerlendirmeler yaptık. Ramazan Hocayı teyiden, “postmodernizm” ifadesinin, özellikle İslam dünyası açısından tutarsız bir tanımlama olduğunu düşündüğümü ifade etmiştim. Efgani ve Abduh odağında, bazı değerlendirmelerde bulundum. Bir yandan da üniversal olanla, global olanı netleştirme telaşı söz konusu olduğu için, düşündüklerimi kendi tutarlılığı içinde ifade şansı bulamadım. İzninizle, bu münazarayı, okurlarımızla buluştuğumuz bu “mesafesiz mekan”a taşımak istiyorum.

 

Sorunsallaştırdığımız konu aşamalı olarak şuydu:

 

Birinci Adım: İslam Alemi; şu veya bu biçimde, (sağında, solunda, karşısında veya peşinde) moderniteye eklemlenmiş durumda. Modernitenin şu veya bu biçimde epistemik çatısı ve hatta dergahı içinde. Acaba alternatif bir epistemik çatı kuramaz mıydı ya da kurabilme ihtimali var mı? Dahası, böyle bir potansiyeli var mı ve buna, şu haliyle muktedir midir?

 

İkinci Adım: Müslümanlar, en az iki asırdır, Batı’nın siyasal, ekonomik ve sosyo-kültürel işgal ve özellikle istilasına maruz kaldılar. Bu tarz ilişki biçimi, Müslümanlar üzerinde; itaat ve itiraz, takdir ve tenkit, koşulsuz intisap ve körü körüne ret şekillerinde tezahür eden palyatif davranışlar yaratıyor. Bunun adına (kültürel-epistemik-sosyal veya her ne ise) asla “şizofreni” demeyelim. Çünkü buna benzer tanımlamalar tam anlamıyla “çuvallama”dan ibaret. Ama aynı zamanda da bu davranışların kalıcı hale gelmiş ve kanıksanmış boyutlarının bulunduğunu da kimse inkar edemez.

 

Üçüncü Adım: Ticari burjuvazinin ana karakterlerinden birisinin dindarlık olduğu gerçeğinden Müslümanlar müstağni değildir. Münzevi hayat tarzını yücelten dindarlık, infak kurumunun akıl sır ermez dönüşümünden sonra, Müslümanlar açısından da; sermaye birikimi temin eden bir mekanizma haline gelmiştir.  Bu sayede,  dün, üretici bir güç kaynağı olarak dindarlıktan nemalanan Müslüman ticaret burjuvazisi, kaçınılmaz olarak, bugün, çağa ayak uydurma gerekçesi ile meşrulaştırdığı “snop” davranışları ile, kendine özgü hale getirdiği dindarlığı mecz edip, gene, kendine özgü lümpen bir burjuva sosyal karakteri yaratmış durumdadır.

 

DÖRDÜNCÜ ADIM’da elde kalan realite: Tüm bunlar, tam da, teoriye kurban giden olgu değil, yaşadığımız hayata kurban edilen zihniyet alemi ile bizim yüzleşmemize neden olmaktadır. Bu bizim kâbusumuz değildir, maalesef realitemizdir.

 

Sevgili Hocalarımız ve uzmanlarımızın da eşlik etmesiyle, ben, birinci adımla, piyonu hareket ettirip, -yazılar yazılmasına yönelik- oyunu başlatmak istiyorum. Lakin şu siyasal sistem meselesini unutmuş değilim. Arkadaşlarımız zaman zaman yazdı. Anayasa meselesi de zaten TBMM’nin sorunu haline geldiği için, artık, bu konunun, daha teknik boyutta ele alınacağını umut ediyorum.

 

Batı Biliminin Epistemik Yapısında Açılan İlk Gedik

 

Bilim tarihi ile ilgili literatür, 13.ncü yy’dan itibaren başlayan ve 17.yy’da zirve noktaya ulaşan zaman aralığını, modern bilimin en önemli devrimlerinin gerçekleştirildiği dönem olarak adlandırmaktadır.  Bu dönemin en önemli özelliği, bilime yüklenen misyonun, fen ve sağlık bilimlerinin bazı alanlarında tecessüm etmesinden kaynaklanmaktadır. Kainatı dev bir makine gibi tasarlayan “mekanikçi” yaklaşımlar için çok fazla ehemmiyet arz etmeyen misyon, sosyal bilimler söz konusu olduğunda, ciddi sorunlara neden olmuştur.

 

Teknolojik bilginin belirli bir teknik üzerine yığılması, buna dayalı olarak (I.)otoritenin temerküzü ile birlikte (II.) sermayenin terakümü, ardından insanların belirli bir (III.)mekana yığılması, bildiğimiz sanayi toplumunu doğurmuştur. Bilginin insan hüner ve becerisine organize bir biçimde yığılarak uygulanması, bilginin sadece iş ve verimlilik amacıyla kullanılması, prodüktiviteyi patlama denecek biçimde yükseltmiştir.

 

Bununla birlikte, sanayi devrimi, insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar, insanın insanı sömürdüğü bir döneme tekabül etmektedir. Emeğe ödenen ücretlerin günde 20 saati bulan çalışmaya rağmen sefalet ücreti düzeyinde kalması, akıl almaz derecedeki kötü iş koşulları, çocuk ile kadınların da işgücü sömürüsüne kurban edilmesine rağmen bir işçi ailesinin geçimini temin edememesi, hatta domuz çiftliklerinde çocukların karınlarını doyurmak için domuzlarla yarışmalarına dair tespitler, sanayi devrimi dönemindeki çalışma hayatına ilişkin birkaç örneğe işaret etmektedir.

 

19. yüz yılı karakterize eden kolonyalizm, bu işgücü istismarının hammadde sömürüsü ile katlanarak küreselleşmesine; işgal ve istilalarla çok daha vahim boyutlarda yaygınlaşmasına tanıklık etmiştir. 20. yüzyıldaki I. ve II. Dünya Savaşları; bu istismar, işgal ve istilaların ne denli vahşet haline geldiğine delil teşkil etmektedir. Öte yandan; 1930 Mali bunalımı, ekolojik dejenerasyon, nükleer – biyolojik - kimyasal silahlanma ve tüm bu olup bitenlere bilimin teşne olması,  doğal olarak bilimi bir nimet olmaktan çıkarmış ve onun külfet olarak algılanmasının önünü açmıştır. Kuşkusuz ki akla ilişkin “tutukluk” ve bilimin “araçsallaşması” ile birlikte, gerçekten de, Batı bilimsel anlayışına yüklenen misyonun,  ideolojik bir hevese dönüşmesi, Batı bilimine ilişkin umutları ortadan kaldırmıştır.

 

Sonuç olarak, yer küreyi cennete dönüştürme misyonu ile yükümlü bilimin; insanlığa optimum fayda sağlayacak doğrultuda işlemediği anlaşılmıştır. Bilimin; doğa, toplum ve bireylerdeki nesnel gerçekliklere vakıf olma iddiasının bir tür “sihirbazlık” olduğu, patolojik zannettiği durumları, rasyonel zeminde tasarlanan ideal forma uygun hale getirme ülküsünün büyücülük ve kâhinlik anlamına geldiği ve tüm bunların örtülü amacının, hegemonya heveslerini içerdiği kanaati genel kabul görmeye başlamıştır ki, Batı biliminin dominant epistemine yönelik bu eleştirel konsensüs, elbette, tüm kurum ve kavramlarına da sirayet etmiştir.         

 

Bu yolu açan ilk sistematik doktrinin Marx’a ait olduğu söylenebilir. İbn Haldun ile ilgili kayda değer çalışmalardan birisini ortaya koymuş olan Ümit Hassan, Marx’ın ilham kaynağının, ilk ekonomi politikçi olan İbn Haldun’a dayandığını söylemektedir. Bu kanalın G. Vico üzerinden kurulmuş olması mümkündür ve İbn Haldun, pek çok bakımdan Marx’ın yaklaşımına çerçeve oluşturmaktadır.

 

Marx’ın Camera Obscura metaforu, “Alman İdeolojisi”ndeki fikirlerini somutlayan önemli bir simgedir. Bu metafor; vaaz edilen ideoloji ve onun aracılığı ile benimsetilen zihniyet sayesinde, gerçek hayatın nasıl “baş aşağı” edilip bireylere bu haliyle sindirildiğini anlatmaktadır. Böylece insanlar, gerçekten de farkında olmaksızın, doğruları yanlış, yanlışları doğru olarak algılamakta, zihinsel performansları bu yolla yalama hale getirilmektedir. Bu evreden itibaren “bu doğru”, “şu yanlış” uyarıları artık “dikiş tutmamakta”dır.

 

Kuşkusuz ki Marx, “Alman İdeolojisi”ndeki haliyle, çok zeki bir stratejisyenden ibaret değildir. “Kapital”de (sosyal politikacı, sosyolog, iktisatçı ve en yetkin eleştirel ekonomi politikçi) bilim insanı,”1844 Felsefe Yazıları” ile “Felsefenin Sefaletinde” filozof, “Manifesto”da ise ideologtur. Dolayısıyla, tüm buralardaki Marx’ları toparlayabilir, parçalarını tutarlı bir biçimde bir araya getirebilirsek, onlardan, efradını cami ağyarını mani ve elbette anlamlı bir bütün oluşturabiliriz.

 

Marx, meşhur (yani matematiksel iktisadı kurduğu için değil, kaynağı kapital olan kapitalizmin, kapitalist imparatorluğunun ulu piri olduğu için) D. Ricardo’nun kavramlarından yararlanarak kendi doktrinini kurmaktadır. Sadece artı değer ona aittir. Diğer kavramları Ricardo’dan ödünç almıştır.

 

Analizleri şöyledir: Emek ile sermayenin piyasadaki payları son derece gayri-adildir. Emekçi 12 saat çalışmasına karşılık, 6 saatlik ücret almakta, kapitalist ise ortaya koyduğu sermayenin karşılığını katlayarak geri almaktadır. Buna göre, 12 saatlik emeğin değerine piyasada 6 saatlik bir bedel takdir edilmekte, ama sermayenin payı bir kat fazla olmaktadır. Kapitalist piyasaların sermayedara akıttığı emekçinin hakkı olan bu haksız kazanç artı değerdir ve sermaye birikimi bu yolla sağlanmaktadır. Demek ki, emekçinin emeğinin sömürülmesi kapitalizmi var etmektedir. Aslına bakılırsa bu sömürü, kapitalistin tasarlayıp planladığı bir proje değildir. Bu bir piyasadır ve kapitalist de esasında, emekçi gibi piyasanın aktörlerinden biridir.

 

Şöyle ki; bir üretimin yapılabilmesi için, sabit sermaye ile tedavül eden sermaye (emek, kapital -para, hisse senedi gibi menkul değerler dahil-, teknoloji, bilgi, mamulat)’den oluşan girdilere ihtiyaç vardır. Piyasa dediğimiz ekonomik alanın faktörleri; (a)girdiler, girdilerin (b)işlenmesi, (c)çıktı üretilmesi, (d)pazarlanması ve tüketilmesidir. Bu faktörlerin gayri-adil bir biçimde değerlendirilmesi sayesinde, manifaktür üretim yok olmakta ve fordist üretim desteklenmektedir. Yani AVM’lerle (özellikle bugünün postmodern çağına ilişkin olsun ki, neyin değiştiğini görelim) mahalle bakkallarının rekabet edebilmesi imkansız olduğu için, zavallı mahalle esnafı kapısına kilit vurmakta, AVM’lerde tezgahtarlık yapmaktadır. Böylece korkunç bir hızla emek sömürüsü katlanmaktadır. Emekçinin emeği başka bir emekçinin emeği ile rekabet etmek zorunda kaldığı için, emeğe ödenen bedel, git gide sefalet ücretleri haline gelmektedir.

 

Böyle bir piyasada, emek ile sermayenin rekabeti söz konusu olamaz. Emek arzı ile sermayenin ona talebinin, “görülmez el” tarafından doğal dengesini bulacağı ve bu yüzden piyasalara asla müdahale edilmemesi gerektiğine dair doktrin, göz boyama amaçlı safsatadan ibarettir. Liberal ekonomi politikçilerin, mesela A. Smith’in bu tasarımı, kitlelere yanlış bilinç benimsetmeye yönelik ideolojik bir telkin olduğu için, gerçek hayat ile hiçbir ilişkisi yoktur. Gerçek hayatta olup bitenleri ters yüz edip, yanlış bilinç yaratmak amacıyla uydurulan bilimsel bir teoridir.

 

Dolayısıyla, piyasa gerçeği şudur ki, emekçinin emeği sömürülmektedir. Emekçi, emekçi ile rekabet ettiği için piyasadaki sömürü her geçen gün katlanarak artmaktadır. Ayrıca emekçi aynı zamanda tüketici olduğu için, kapitalist ile birlikte ürettiği ürünleri tükettikçe, bu sömürü çarkını, farkında olmadan ve bilinçsizce desteklemektedir. Sermayedar da tüketici olduğu için, o da aynı şekilde tükettikçe piyasa sistemine katkı sağlamaktadır. Ortaya çıkan her ürün ve ürünün tüketimi yüceltilmekte; tüketim furyası, gelişmişlik ve modernizm = çağdaşlık - medeniyet emaresi olarak takdim edilmekte; tüketilen ürünler, sosyal takdir ve prestij aracı olarak kutsanmaktadır. Böylece tüm insani değerler, tüketim metaları ile ikame edilmektedir. Bunun adı meta fetişizmidir. Meta fetişizmi, modern bilimsel doktrin ve teorilerle beslenmekte, benimsetilmekte ve meşrulaştırılmaktadır. Sermayedarlar, emekçilerden daha fazla bu yanlış bilincin esareti altındadır. Zira emekçi, sınırlı bir tüketim imkanına sahipken, kapitalist düzende kolay para kazanan burjuva, lümpen bir biçimde, tüketim çılgınlığına kendini kaptırmakta ve bu tuğyan, onu, emekçiden çok daha fazla, kapitalist piyasaların kölesi haline getirmektedir.

Devamı için: http://www.fikircografyasi.com/makale/postmodernizm-yeni-moda-modernizm-mi-epistemik-bir-kirilma-mi

Bu haber toplam 1695 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim