• İstanbul 21 °C
  • Ankara 16 °C

Erzurum müdafaasının soğuk harb yorumu: Nene Hatun

D. Mehmet DOĞAN

Tarih, yaşanmış olandır; fakat bugün okunur. Bugün okununca, zihnimiz günümüze ait bazı konulara ister istemez gelir-gider, bu tabiîdir. Bazen bizim tarihi bugüne göre okumamız istenir.

93 Harbi Erzurum müdafaasının okunmasında 1950 sonrası ciddi bir kırılma meydana gelmiştir/getirilmiştir. Erzurum halkı, tabyaların Rusların eline geçme tehlikesine karşı kıyama kalkar ve eline geçirdiği her şeyi silaha dönüştürerek şehrini savunur, düşmanı tabyalardan atar…

1937 yılında Erzurum’u ziyaret eden ünlü yazarımız İsmail Habib Sevük, bugün de zevkle okunacak müthiş Erzurum tasvirleri yapmaktadır. Şehrin havasını, tabiatını, soğuğunun mahiyetini ve yüksek rakımda bu soğuğun neden insanı fazla üşütmediğini hoş bir üslûpla anlatır.

Yurttan Yazılar kitabında Erzurum bahsi 60 sayfa tutuyor. Tanpınar’ın Beş Şehir’deki Erzurum’u başlı başına şaheserdir, fakat İsmail Habib’in Erzurum’unun ondan geri kalır yeri yoktur. Müstakil bir kitap olarak yayınlanıp, bütün orta öğretim kademesinde okutulması Erzurumlu çocuklarımızın şehirlerine muhabbetlerini tazeler.

İsmail Habip, kitabında “Aziziye’nin hâlâ yaşayan şahidleri”ni de tanıtır bize, 2 Mart 1937’de Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısında. Aradan altmış yıl geçmiştir. O “ilahî ayaklanma” ordunun da şevkini tazelemiştir. İsmail Habip, Aziziye harikasının yaşayan kahramanları ile de görüşür. O destanı yapan isimsiz kahramanlardan Yaşar Emmi orta boylu ne şişman ne kuru, güleç yüzlü, fakat fakir giyimlidir. Kendisi 97 yaşında olduğunu söyler. Yaşar Emmi, vak’anın bu gerçek şahidi, o sırada hamallık yapmakta ve yetmiş seksen kiloyu bana mısın demeden sırtlamaktadır. Onun konuşmasında, Abdülmecid’in cülusunda 12 yaşında olduğunu söylemesinden İsmail Habip gerçek yaşını çıkarır: 110 yaşındadır. Bunu kendisine söyler. Cevap: “Ne bileyin begüm, hesapta yanlışlık varsa siz düzeltiverin!”

Yaşar Emmi, manialı kışlaya nasıl saldırdıklarını, kurşun yağmuru altında nasıl kapıyı çökerttiklerini anlattıktan sonra, “artık içeride olanı sormayın…” der. Asıl anlatılması gereken budur aslında. Oradan hatırımda kalan cümle: “Urus askerlerinin hepsi ‘Osman teslim’ demeyi öğrenmişler’” sözüdür.

“Teslim” kelimesi o gün hiçbir Osman’ın lügatinde yoktur!

İsmail Habip, sanki şu soruyu bizim için sorar: “Kadınlardan da yararlık gösterenler var mıydı?” Yaşar Emmi, olmaz mı der gibi başını salladıktan sonra “pek çok” mânasına eliyle daireler çizer. “Yanıma rastladığı için gözümle gördüm. Gülizar kadının bulgur sahanlığı gibi iri bir taşı çatal sakallı Moskof paşasının başına öyle bir indirişi vardı ki…”

Geçimini hamallık yaparak sağlayan Yaşar Emmi, “Allah’a şükür henüz elimiz ayağımız tutuyor” der, muhtemel bir yardım tekifine karşı. Ertesi gün kadın kahramanlardan Name kadını ziyaret eder. Ona da yaşını sorar. “Eh altmışını geçmişiz” der. Halbuki, Aziziye vak’asında birkaç yıllık gelinmiş. Yazar “öyleyse sekseni aşmışsınız” der. Cevap: “Hele bak haberimiz olmadan yıllar da nasıl geçivermiş.”

“Kadınlardan silâhlı olan var mıydı”, sorusuna “Nene hanumu gördünüz mü?” sorusuyla cevap verir. Name Kadın’la Nene Hanım’a gidilir. Kitapta “Nene Hatun” sözü geçmez nedense. Nene Hanım, yaşı sorulunca “o zaman yirmisinde gelindim” der. Bu durumda yaşını 80 olarak hesaplayabiliriz.[1] Nene Hanım’ı Moskof’a karşı bileyen, vak’adan iki gün önce ağır yaralı olarak büyük kardeşinin cepheden gelmesidir. Kardeşinin öldüğü gece minarelerden gelen çağrıyı duyan Nene Hanım, iki üç aylık emzikli çocuğunu Allah’a emanet ederek kardeşinin cesedinin başında yemin eder: “Seni öldüreni öldüreceğim…” Ve şehir ahalisinin coşkun seline katılır.

Kahramanlar da insandır! Hayat onları ayırmaz, farklı bir tasnife tâbi tutmaz. Nene hanımın kocası yüz on yaşında, kızı inmeli, Nene’ye para teklif edilir. “Parayı nedeyin a efendi bana iş bulun da evdekilere bakayım” der…

İsmail Habib’in bu âlicenap kadının sözlerinden sonra kayda geçirdiği cümleleri burada aktarmaya elim varmadı. Gözyaşlarımın karıştığı bu cümleleri, “kitabı bulup okuyun!’ diyerek sayfalarına emanet ediyorum.

İsmail Habip Sevük, intibalarını yazdığında yıl 1937 idi. Daha 2. Dünya Savaşı patlamamıştı, Sovyetler Birliği ile ilişkilerimiz iyi seyrediyordu. Onların kurduğu Sümerbank Kayseri fabrikası işletmeye açılalı çok fazla olmamıştı.

İkinci dünya savaşı, kapitalistlerle komünistlerin zaferi ile sonuçlandı. Almanya yenildi, Amerika’nın yıldızı yükselirken Sovyetler’in de kibri artmıştı. Stalin 1945’de Boğazlar üzerinde hak iddia ettiği gibi, Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere ait olması gerektiğini söyledi. İşte Türkiye’nin siyasî geleceğini bu saldırgan talep belirledi. Türkiye kayıtsız şartsız Batı blokunun kucağına atılmaktan başka çare bulamadı. Bir süre sonra Sovyetlerle Batı blokunun arası açıldı. İşte “soğuk harb” denilen propaganda ağırlıklı savaş böylece başladı.

Rus tehdidinin komünizm tehlikesi olarak dönüşü

Rus tehdidi, unutulmaya yüz tutmuşken, tekrar hâfızalarımıza avdet etti. Bu sefer bir fikir arkaplanı da vardı. Rus tehdidi komünizm tehlikesiyle birleşti. Kırk yıl önce Rus işgalinden kurtulmuş olan Türkiye’nin geçidi bekleyen şehrinde psikolojik bazı tedbirlere ihtiyaç hissedilmemesi mümkün değildi. Şehrin hâfızasını o zamana göre tazelemek gerekiyordu. 1950’li yılların başında hem içeriden hem yeni müttefikimiz ABD cenahından bazı hamleler yapıldığı tahmin edilebilir.

Yardım değil, çalışacak iş isteyen Nene hanımla diğer iki kişinin devletten maaş bağlanması talepleri bu arada kayda geçirilir. Fakat konuyla ilgili dilekçenin hayli hamasî unsurlar ihtiva etmesinden, bu muntazam şekilde daktilo edilmiş metne bazı ellerin değdiğini çıkarabiliriz. Name ve Nene’nin Cumhurbaşkanlığı’na dilekçesi 1943 yılında yazılmıştır. Cumhurbaşkanlığı’nın ilgisine rağmen, bir şey yapılmamıştır. Fakat zaman bu hayattaki son kahramanların lehine işliyordu.

Bunun için 1950’li yılları beklemek gerekmektedir. Sovyetler Birliği, 1945 yılında yenilenmesi icab eden 1925 Türk-Sovyet Saldırmazlık anlaşmasını tek taraflı olarak feshetti. Bu sırada Batı dünyası Sovyetlere karşı ittifak arayışında idi. Bu arayış 1949’da NATO’nun kurulması ile neticelendi. Türkiye, 11 Mayıs 1950’de NATO’ya girmek için müracaat etti, talep ABD tarafından reddedildi. 1950 haziranında Kore Savaşı başladı. Ağustos 1950’de NATO’ya girme talebi yenilendi. Eylül ayında Kore’ye asker gönderildi.1951 Eylülünde Türkiye NATO’ya kabul edildi…Sovyet tehdidi Türkiye’nin üzerine bir soğuk harb karabasanı olarak çöktü.

erzurum,-aziziye-şehidler-aniti.jpg

Türkiye Sovyetlere karşı psikolojik duvarını işte bu yıllarda tahkim etmeye başladı. 3. Ordu kumandanı Nureddin Baransel (sonradan genelkurmay başkanı olmuştur), 1950’de Aziziye anıtını yaptırmaya başlar, anıt 1952’de bitince, Nene Hanım’ın evinin önünde de bir tören yaptırır. Buradan şunu çıkarabiliriz, diğer iki kahramanın ömürleri vefa etmemiştir; elde kala kala Nene Hanım kalmıştır, Aziziye müdafaası bu yüzden bu hanım üzerinden yürütülmek zorundadır. Erzurum Belediyesi daha önce “Kanun nazarında 93 harbinin kahramanı olduğunun izahı güç” diyerek yardım talebini reddederken, Paşa ordunun imkânlarıyla bir ev yaptırıp veriyor, 93 harbinin hayatta kalan yegâne kahramanına. Baransel Paşa ailenin iaşesinin ordu tarafından karşılanmasını da sağlar. Hava değişmiştir, bunun üzerine Belediye 300 lira yardım yapar.

Sovyet tehdidi, sırf Türkiye’ye değil, bütün “Hür dünya”yadır! Bu sebeple iş burada bitmez, tahmin edin bakalım, daha önce bir milletvekilinin ayağına çağırdığı Nene Hanım’ı kim ziyarete gelir? Vali? Bakanlardan biri? Başbakan? Cumhurbaşkanı?

Bilemediniz!

NATO Başkumandanı General Ridgway!

Artık Nene Nanım, Nene Hatun’dur ve çok ünlü bir şahsiyettir. Batı dünyasının Ruslara karşı ileri savunma karakollarını ziyaret etmekte olan NATO başkumandanı, 1952’deki bu ziyaretinden her yerde sitayişle bahseder. Nene Hatun’un bahtı açılmıştır, ama neden sonra… Aynı yıl, Reisicumhur’un Nene’ye gönderdiği hediyeler, Vali ve Komutan tarafından takdim edilir. 1953 yılında TBMM’den kanun çıkarılarak vatanî hizmet tertibinden maaş bağlanır. İki yıl sonra da bu kahraman hanım, vefat eder…Vefatından önce maaşının oğluna verilmesini vasiyet eder, fakat bu uygun bulunmaz.

Hey koca yazar İsmail Sevük! Sen bir mülakatla öyle bir başlangıç yaptın ki, arkasının nasıl geleceğini kestirmen mümkün değildi. Fakat 1954’de vefat ettiğine göre, olanları yaşarken gördün.

Artık Aziziye vak’asının üç yaşayan şahidi, kahramanı yeni bir tarih yorumunun figürleri olarak anılmaya başlanır. Günün şartlarında onlara ve bilhassa Nene Hanım’a, ki sonunda tek hayatta kalan odur, büyük bir yük tahmil edilir. Şu soruyu sorup cevabını vermemiz gerekiyor: “Nene Hanım değil de Name Hanım daha uzun yaşasaydı, bu sefer Name Hatun üzerinden bir tarih okuması yapmayacak mıydık? Ya da Yaşar emmi kalsaydı sona? Yine de kadınlar üzerinden bir Aziziye destanı okuyacak mıydık?”

 


[1] Akın Aktaş’ın Nene Hatun kitabından Nene’nin doğumunun 1854 olduğunu öğreniyoruz, bu durumda 83 yaşındadır.

Bu yazı toplam 371 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim