• İstanbul 12 °C
  • Ankara 10 °C

H. Ömer Özden: İnsan Vaazları

H. Ömer Özden: İnsan Vaazları
Vaaz, dini literatürde geçen, daha çok ahiret hayatını kazanmaya yönelik öğütler niteliğindeki ikna edici sözlerden oluşan anlatımı ifade eden bir terim.

Ancak zaman zaman uzun konuşmalar yapanlar için “amma vaaz verdi!” şeklinde kullanılabildiği gibi, herhangi bir konuyu dinleyenlere aktaranlara dinleyicileri tarafından “bu günkü vaazımızı da dinledik” tarzında da kullanılabilmektedir. Yapılan dini vaazların toplandığı kitaplar için, sözgelimi “Cuma Vaazları”, “Bayram Vaazları” gibi isimler konulabildiği gibi 2018 yılı içerisinde M. Hanefi ispirli tarafından çıkarılan deneme kitabının isminin de hayli ilginç olduğu görülüyor. “İnsan Vaazları” adını taşıyan bu kitaba neden bu başlığın konduğu hemen anlaşılamıyor. Bu başlık kitaba bir gizem kazandırmak için konulmuş olabilir mi? diye düşünmeden edemiyor insan.

İnsan ve vaaz… İnsandan başkası vaaz edebilir mi ki başlıkta insan özellikle vurgulanmış. Yoksa asıl vurgulanan insan mı, insandan insana verilmek istenenler mi? Kitapta yazılanlardan asıl maksat, insanı anlamak mı, insanın kendisini tanıması mı yoksa insanın çevresinde olup bitenleri mi anlaması mıdır? Bu sorulara cevap arayanlar, kitabın ilk sayfalarında hemen bulamıyor, ama kitap okundukça anlaşılmaya müsait hale geliyor ve hatta üsluba alıştıkça bir nefeste okunabilecek hale geliyor.

Kitap, deneme tarzında yazılmış tam kırk yazıdan oluşturulmuş. Ancak bu denemeler, alışılageldik edebi denemeler tarzında değil. Birbirini tamamlayan yazılardan oluşmuşsa da her biri kendi içinde bir bütünlüğe de sahip; kitabın rastgele bir sayfasını açıp bir yazıyı baştan sona okuduğunuzda anlatılmak istenenin ne olduğunu kavrıyorsunuz; ancak bağlamında yani takip sırasına göre okuduğunuzda daha iyi fikir yürütebiliyorsunuz. Çünkü bu okuduğunuz yazının ana fikrini, bir önceki yazı oluşturuyor. Her denemeyi böyle değerlendirmemiz gerektiğini hatırda tutmalıyız.

Bu bakımdan kitabın anlaşılması da adı gibi zor; ama imkânsız değil. Bir defada anlaşılamadığı takdirde en azından belli yazılar ikinci kez okumayı gerektiriyor. Düşünce üreten eserlerin çok kolay anlaşılmasını beklemek de pek doğru değil. Bunun için kitaptan öte yazarın da tanınması gerekir. Tarihin her döneminde anlaşılamamaktan mustarip olan düşünürler ve bilim adamları çıkmıştır. Hemen anlaşılmayan yazarlar ve eserlerinin izleri, uzun süre etkili olmuştur. Sözgelimi Alman idealizminin önemli filozofu Kant, kolay okunan bir düşünür değildir; ancak eleştiriye dayandırdığı düşünceleri, halen çok etkilidir. Varoluşçu felsefenin önde gelen temsilcilerinden Martin Heidegger de okuyucularına zor anlar yaşatan düşünürlerdendir. O, adeta kitaplarının sadece felsefeyi iyi bilenlerce okunmasını ister gibi hemen anlaşılamayan bir üslupla yazmıştır. Özgün fikir üretenler, fikrin çilesini çekenlerdir. Bu kadar çile çekenlerin, okuyucusuna da bir nebze olsun kendi tattığı çileden çektirmesi, onu anlamak açısından biraz da gereklidir diye düşünüyorum.

Kitabın ilk yazısı olan ‘Hepsine Dair’ başlıklı yazıda Yazar, ilk satırlarıyla kitabı niçin kaleme aldığını belirterek bir bakıma okuyucunun işini kolaylaştırıyor. “Hezeyanların, içinden çıkılmaz sıkıntıların yaşandığı dönemin insanlarıyız. Aslında yaşadıklarımız, çektiklerimiz, en küçük ayrıntısına kadar aynı. Zamanın, teknoloji ile donatılmış yanlarını yaşayan insanlık, bir gün kendi sıkıntılarına da derman bulunacağı ümidini taşıma gafletine düşmüştür.

Hem sığınılan, hem de korkulan haline gelen bilim ve teknolojinin son harikası olarak, geçen yüzyılla birlikte boy gösteren kentlerin varoşlarında yaşayanların bile artık farkına vardıkları, köyleşen bir dünyada etrafımıza bakma denemesidir bu kitapta yazılanlar.” (İnsan Vaazları, s. 5.)

Hanefi İspirli’nin bir giriş veya önsöz mahiyetinde yazdığı bu ilk deneme, kitaptan beklentilerimizin neler olacağını da belirler nitelikte. Kitaptaki denemelerde sanayileşmenin bir sonucu olan kent yaşamının, hayatımıza kattığı teknolojik vasıtaların, yaşantıyı kolaylaştırdığı kadar, dünyayı yaşanmaz hale getirdiği ve insan psikolojisini, ilişkilerini, tabiatın dengesini, ne denli bozduğunu kavramların nasıl anlam kaymalarına uğradığını ve yaşantıların nasıl alt üst edildiğini de vurgulamakta ve buna karşı nasıl bir tavır konulabileceği sorgulanmaktadır.

Sorgulamak, yöntem olarak felsefenin işidir. Kitaptaki denemeler de felsefi bir boyutta işlenmiş. Ana tema, kent olgusu olarak belirlenmiş olan denemeler, tür olarak edebiyatın alanı içinde yer alsa da işlenme tarzı olarak felsefeden bağımsız olarak ele alınmamış. Bu bakımdan felsefe-edebiyat birlikteliğinin güzel bir örneği olarak değerlendirilmelidir. Tıpkı Montaigne’in Denemeler’inde olduğu gibi. Hareket noktası ve tür bakımından, kendi sahasında oynayan, yani edebiyatın alanına giren ‘İnsan Vaazları’, işleniş tarzı ve yöntemi bakımından deplasmana çıkmış, yani felsefenin sahasına girmiş durumda. Bir başka ifadeyle söylenecek olursa Yazar İspirli, disiplinler arası bir çalışmaya imza atmış; edebiyatla felsefe ve sosyolojiyi hatta dini, bir kitapta harmanlamış, hem de bunu ustaca yapmış.

Kitabın ilk yazılarında kentin ve kentleşmenin ne olduğu sorgulanırken zaman zaman eski toplumlara ve özellikle de Kur’an’daki bazı kıssalara göndermeler yapıldığı dikkat çekiyor. Mesela kentlileşmenin medenileşmeyle değil de teknolojiye dayalı refahla bir ilgisinin bulunduğu, bu refahın da teknolojiyle sağlandığı, oysaki refahın, felahı engellediği, çünkü refahın dolayısıyla da kentin, insanın hürriyetini elinden aldığı, adeta altı çizilerek ifade ediliyor. Hâlbuki tarih boyunca hakikati arayanlar, hakikatin peşinden koşanlar, “insanları teknolojiye değil, felaha çağırmışlardır. Bunu algılayamıyor çağdaş insan. Bilmiyor ki kendilerine sunulan refah oranınca felaketleri hazırlanan nice toplumlar gelip geçmiştir.” (İnsan Vaazları, s. 21.) Bu çıkarımdan hareket eden İspirli, insanlığı teknoloji felaketine sürükleyenlerin günün birinde tarih tarafından sorgulanacaklarını, bu yargılamanın, insanların birbirlerine karşı olacağını belirterek Kur’an’dan bir ayetle konuyu bağlıyor. “Her biriniz, bir diğerini sırat-ı müstakim üzere olmaması için peşinden sürükledi. Uygarlığınızı başkaldırı sebebi saydınız ve zorladınız. Kaderin sınırlarını zorladınız. Elinize geçenleri refahınız için kullanırken, felahınızın olması gerektiğini hiç hatırlamadınız. ‘Öyleyse tadın azabı!’ (Fâtır, 37).” (İnsan Vaazları, s. 21.)

Yazar, ayetleri, sure ve ayet numaralarını vermeksizin metin içerisinde adeta gizleyerek vermiş. Bu, okuyucunun daha önce bir meal okuma tecrübesi olanlarca algılanabilecek bir keyfiyet olarak karşımıza çıkıyor. Kur’an meali veya metnini okumamış olanların kavrayamayacağı bir durum olduğu için kanaatimce ayetlerin hangi sureye ait olduğunun belirtilmiş olması okuyucuya bir rahatlık sağlayabilirdi. Ancak bunun da bu deneme kitabında İspirli’ye ait bir üslup olduğunu anlıyoruz. Belki de uzun yıllardır yapmış olduğu Kur’an meali okumalarının bir yansıması olarak da düşünülebilir. Sözgelimi ‘Kentli İnsan’ başlığını taşıyan yazının sonunu da yine yer ve numara belirtmeksizin konuyla ilgili birçok ayetten süzdüğü bir özle tamamlıyor: “Yeryüzünü gezin de sizden öncekilerin başına gelenlerin neler olduğunu görün. (Âl-i İmran, 137) Onlar da bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Ama bir ses yakaladı onları; dizleri üstüne çöküp kaldılar. Köprüleri kâğıt gibi yırtıldı. Binaları kibrit kutusu gibi ezildi. Kendilerine güven veren her şeyleri, felahı istemedikleri için yerle bir oldu da yardımlarına koşan olmadı.” (İnsan Vaazları, s. 22.)

Kanaatimce Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin günümüze aktarılmasının en doğru yolu bu tarz karşılaştırmalarla yapılabilir. Bu keyfiyet, mutlaka ilahiyatçı veya tefsirci olmayı da gerektirmemektedir. Böylece Mehmet Akif merhumun “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” mısraları da hayat bulmuş olacaktır. Böyle bir tarzın gelişmesinde fayda olduğunu mülahaza etmekteyim. Dinimizin asıl kaynağını toplumumuza böyle anlatmanın ve tanıtmanın halkımız nezdinde vaaz yönteminden daha etkili olacağı kanaatini taşımaktayım.

Kenti ve kentliyi sorgulayan Yazar, sorgularken eleştirel bakışı ön plana çıkarıyor. Sert eleştirilerin bulunmadığı yazı hemen hemen yok gibi. Kent hayatı, kentli insanı uçan kuşa bile borçlu yapmış. “Teknik terakkinin getirdiği imza ruhlu insan, kendine uyum sağlatabilmek için durmadan özveride bulunuyor. Yine de yetişemiyor eliyle var ettiği canavarlara.” (İnsan Vaazları, s. 23.) Nasıl yetişebilsin ki! Attığı her adım, paraya dayalı. Köylerde insanlar parasızlıktan şikâyet etmeksizin, hatta paraya ihtiyaç duymaksızın günlerce haftalarca evinde, bahçesinde, ambarında bulunanlarla yetinebilir de kent insanı öyle midir? Parasız sokağa bile çıkamaz.

Kentte her şey zamana bağlıdır; bir koşuşturmacadır gider. Bu hengâmenin içinde hayat akıp gider de zamanın nasıl geçtiği bile anlaşılamaz. Zaman insanı adeta esareti altına almıştır; o akıp giderken insanlar da onun peşinden koşmaya devam ederler. Zaman insanı esir almıştır ama insana bu esareti asıl yaşatan, teknolojinin sarmalına girmiş olmasıdır. İnsan, teknolojinin kendisine tanıdığı imkânlarla sahte bir özgürlüğe kapılarak nefesini uzayın boşluklarında almış, ama yine kendisini yeryüzüne dönmek mecburiyetinde hissetmiştir. Çünkü esaretinin tanığı olan kentini özlemiştir. Kendi yarattığı makinaların, dişlilerin, tuşların… kısacası kendisinin yaptığı makinaların esiri olmuştur; kendi ürettiği putlara kendisi tapmaya başlamıştır. Aristo, köleliğin ne zaman sona ereceği sorulduğunda ‘kölelerin yaptığı işleri makinalar yapmaya başladığı zaman’ derken haklıydı; ama insanın yaptığı makinaların kölesi olacağını tahmin edememişti. İşte çağımız, Aristo’nun tahmin edemediği çağı yaşamaktadır. İspirli, insanın bu aşamaya ilahi emirlerin anlaşılamamasından, buyrukların tutulmadığından dolayı gelindiğini, buna da okuyanların ve bilenlerin bildiklerini anlatmamalarının yol açtığını vurguluyor. Ve bunu da yine bir ayetle perçinliyor: “Az bir pahaya, inandıklarını değişmekten çekinmediler!” (Bakara, 41; Nahl, 95.) (İnsan Vaazları, 24-25.)

Kur’an’da eski kavimlerden bahsedilirken onların yaptıkları hatalara gözlerinin körlüğü, kulaklarının sağırlığı ve kalplerinin mühürlü oluşlarının sebep olduğuna vurgu yapılır. (Bakara, 7.) Acaba bu körlük, sağırlık ve kalp mühürlülüğü yalnızca o tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolup gitmiş olan toplumlara mı özgüdür? Günümüz insanları ve toplumları bu yargının dışında mıdır? İspirli, bu hükmün günümüz insanı için daha fazla geçerli olduğunu, “Belki de Ad kavmini, Lut kavmini bu zamanın insanının yanında şanslı addetmek gerekiyor. Çünkü bu insan, yakalandığı vebayı yok ettiğini sanıyor. Yüreklere çökmüş vebanın farkında bile değil çünkü. Hem de bu mikrobu, bile bile nesilden nesile aktarmanın yollarını arıyor.” (İnsan Vaazları, s. 27.) cümleleriyle belirtiyor.

Kent üzerinden teknolojiyi, medeniyeti ve bunların tutsağı olan insanı eleştirmeye devam eden Hanefi İspirli, ‘Kentlerde yürek ne iş yapar?’ başlıklı denemesinde insanın yaratılış serüveni, dünyaya gönderiliş kıssası üzerinden kaderi sorgulandıktan sonra yine bir ayete gönderme yapılmaktadır. “Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir. İnsan bunu akletmemektedir” (En’am, 32.) Bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmayan “dünyanın bu çağında korkunç bir dramın son perdesi oynanmaktadır” diyen İspirli, insanın bu son sahnede bindiği atın kendini nereye götürdüğünü bilemeyecek kadar dünyanın ve kentlerin cazibesine kaptırmış olduklarını ve düşünme yeteneklerini kaybettikleri için de bundan haberdar bile olmadıklarını savunuyor. (s. 29-34.)

Kitapta felsefî, sosyolojik ve dinî tahlillerin yanında sık sık edebî ifadelere de yer verilmiş. Kentleşen insanın aşkını da kaybettiğini “kimin kalbine yaklaşsan, elinde kalıyor hatırı kırılmış kalplerin ışıltısı. Hiç durmadan, bıkmadan, şikâyet etmeden taşısan da aşkın sularını, yine de içmeye aday kalmamış ortalıkta.” (s. 62.)

Bu edebî tarz yanında zaman zaman amiyane diye niteleyebileceğimiz ‘amigoluğunu yaptığı’ gibi kelimelere; bazen çelişkili ifadelere de rastlanmıyor değildir. Sözgelimi “İnsanın varlık sebebini unutması için yapılması gerekeni yine insanın kendisi yaptığı için suçludur insan. Hem de artık potansiyel suçlu durumuna gelmiştir.” (s. 94.) Buradaki çelişki, önce bilfiil (eylenmiş/yapılmış) yapılan bir işin sonra bilkuvve (yapılmaya müsait) hale gelmesindedir. Oysaki önce bilkuvve halinde olunur, yani bir iş önce zihinde hazırlanır, sonra da bilfiil hale gelir yani eyleme geçirilir. 

Kitapta zaman zaman imla ve noktalama hataları görülse de bunun editörün gözünden kaçan minik dikkatsizliklerden kaynaklandığını düşünmekteyim. Ama gözden kaçan daha önemli editör hatalarına da rastlanmıyor değil. Belki bir yazım hatası sonucunda ortaya çıkan bazı tekrarların, editör tarafından fark edilmesi beklenir. Çünkü yazar, kendi tekrarlarının farkına varamaz. Bu tür hataların, kitabın basım öncesindeki okumasını yapanlar tarafından tespit edilmesi gerekir.

omer2.jpgKitapta sıkça rastlanan bir başka durum da yeni bazı terimleri tanımamızdır. Mesela 146. sayfadaki ‘amok’ hastalığının koşuculara dadanmış bir hastalık olduğunu kitabı okuma vesilesiyle öğrenmiş oldum.

Kitabın belli bir üslûbu var. Devrik cümleler ağırlıkta. Ancak şiirsel bir anlatım tarzı hemen hissediliyor. Bunun da yazarın aynı zamanda şair olmasına bağlı olduğunu düşünüyorum. Sözgelimi, “En onulmaz hallerin temsilcisidir yüreğin… Çarpar, çırpınır, kendini bulmaya çalışır… Yüreğin yok mu, ah o yüreğin! Tanış olduğumuz günden beridir yakınında dolaştığımız yetmiyormuş gibi, artık ‘sen’ olmaya başlıyor zaman zaman…” (s. 96.) ‘Kavuştuk şükür’ başlığını taşıyan yazıya bakalım: “Gül dokunuşları, kar serzenişleri, papatya hüzünleri, nehir akışkanlığı, deniz yakamozları, akıl esintileri, ses vuruşları, yürek çırpıntıları… Daha bir sürü ilham kaynakları ile geldik sana… Ellerimiz yıkanmaya, yüreklerimiz arınmaya, gözlerimiz ağlamaya, ayaklarımız ulaşmaya hazırdı her daim.” (s. 59.) şimdi bu satırları alt alta yerleştirecek olsanız bir şiir ortaya çıktığını görürsünüz. Kitabın sayfalarını rastgele açsanız bile bu şiiriyeti yakalayabiliyorsunuz. Şiirle nesir iç içe. Sanki manzum bir söyleyiş.

Kitabın, kanaatimce en önemli boyutu, okuyanı yeni düşünceler geliştirmeye, alışılageldik bilgi ve yorumların ötesine ulaşmaya, yeni ufuklar açmaya, yeni bilgileri keşfetmeye götürmesidir. Dikkat çeken bir başka husus da birçok akademisyenin cesaret edemediği felsefe-ilahiyat-edebiyat ortaklığının bu kitapta fiilen uygulanmış olmasıdır. Disiplinler arası çalışmanın güzel bir örneği olan bu eseri okuyucularıyla buluşturan M. Hanefi İspirli’ye, akademisyenlerin bir teşekkür borçlu olduklarını belirtmeden geçemeyeceğim. Kitabın felsefe-ilahiyat-edebiyat disiplinleri arasındaki mesafeyi yakınlaştıracağını umuyorum. Bu tarz çalışmaların artarak devam etmesinin yanında, fen bilimleri ile tıp bilimlerinin de dâhil edileceği kapsamlı interdisipliner denemelerin artmasının, ülkemizin her alanda kalkınması için elzem olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

Bu haber toplam 1356 defa okunmuştur
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim