• İstanbul 23 °C
  • Ankara 27 °C

Hadi Güzel’in Kerkük Türk Kültür Merkezi Hatıraları

Önder SAATÇİ

Ilık İzmir kışının bir sabahında terminale vardım. Anadolu’nun batı cenneti olan bu güzel şehrimizi ziyaret etmeyeli yıllar olmuş. İzmir beni cezbeden şehirlerden biri. Ama bu sefer İzmir’in güzelliklerini doya doya içime çekmeye hiç zamanım yok.

Hem İzmir kızmasın ama, bu sefer ne Kordonboyu’nu görmeye geldim ne Karşıyaka’yı ne Konak’ı. İzmir’e bu gelişim eski bir dostu, bir Türkmen dostunu, yıllar önce İzmir’den kalkıp Kerkük’e gelen, hem de yıllarca anavatandan ayrı kalmanın gönül dağına katlanan; fakat hiç pişman olmayan, Türkiye’den Kerkük’e yürek dolusu sevgi taşıyan, yılmaz eğitim gönüllüsü Hadi Güzel’i görmek içindi. Onunla birlikte çocukluğumun Kerkük’üne onunla kanat açacaktım.

Hadi Hocamla sözleştiğimiz yerde buluştuk. Bundan kırk yıl önceki simasının ana hatları hemen hafızamda canlandı. Sanki daha birkaç gün önce ayrılmışız gibi sımsıcak bir selamla ve güleç bir yüzle karşıladı beni. İlerleyen yaşına rağmen hâlâ enerji doluydu. 10-15 dakikalık bir yürüyüşten sonra değerli eşi ve yardımcılarının bulunduğu Karabağlar’daki hanelerine vardık. Hadi Bey’in evi yarı kütüphane yarı müze sayılırdı. Bir yanda cilt cilt kitaplar bir yanda Atatürk’ten İnönü’ye, Enver Paşa’dan Menderes’e, gelmiş geçmiş devlet adamlarının resimleri, portreleri asılıydı. Evin  duvarlarında bize gülümseyen, göz kırpan yalnız bunlar da değildi. Bir duvarda Kerküklü ünlü hat sanatçısı ve şair Muhammet İzzet Hattat’ın “Çobansız kuzunı[1] kurt kapar.” tablosu, bir yanda Kerküklü marangoz Muhammet Suphi’ye yaptırdığı, Fuzuli’yi canlandıran ve kabartma sanatıyla bir kez daha ebedîleşen meşhur “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge/Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” beytinin işlendiği bir ahşap tablo… Bir yanda enlemesine bir İstanbul panoraması bir köşede Mısır’dan getirmiş olduğu Osmanlı devlet arması. Sonra, odanın baş köşesine yerleşmiş Kerkük Sarayı[2] tablosu ve daha sayılmayacak kadar fotoğraflar, tablolar, hatıra eşyaları, antika malzemeler ve daha birçok değerli eşya Hadi Hoca’mın hem misafirlerini lezzetli ikramlarıyla ağırladığı hem de çalışma masasının bulunduğu odada gözlerimizi ve gönüllerimizi okşayıp durdu ziyaretimiz boyunca. 

Hadi Güzel’le bütün gün koyu bir kahve eşliğinde koyu bir Kerkük sohbetine daldık. O anlattıkça ben can kulağıyla dinledim ve konuştuklarını kaydettim. Hadi Bey, birlikte görev yaptığı bütün arkadaşlarını hayırla yâd ediyordu. Kimler yoktu ki bu hizmet kervanında, Şevket Kutkan, Arif Hikmet Par, Agâh Önen, Hüseyin Aydın, Kadriye Alper, Sevgi Kafalı, Hasan Duman, Aydın Kuran, Gülçin Atamer, H. Hüseyin Dolamaç[3] ve daha niceleri. Hepsinin, gerek Kerkük’teki gerek Bağdat’taki kültür merkezinde çok değerli katkıları olmuştu. Hadi Bey, Şevket Kutkan’ın Kerkük’te çok sevildiğini, etrafında Kerkük’ün meşhur şairlerinin bir hale oluşturduğunu ve onun dönüşünün Kerküklülerce üzüntüyle karşılandığını anlattı bana. Ama o, Gülçin Atamer’in yerinin bir başka olduğunu söylüyor; onun, kendisi de dahil diğer öğretmenlerin hepsinden daha yetenekli olduğunu özellikle vurguluyordu. Ben de Gülçin Hanım’ın öğrencisi olduğumdan, onun bize mandolin çalmayı öğrettiğini, ancak benim beceremediğimi, buna karşılık beni koroya aldığını anlattım. Hadi Bey, Gülçin Atamer’in Kültür Merkezindeki bu öncü rolünü yazımda mutlaka belirtmemi istediği için ben de onun ricasını yerine getirmeyi bir vicdan borcu telakki ediyorum. Bu arada, Hadi Hoca’mdan vefanın ne demek olduğunu bir kere daha öğreniyorum.

Hadi Bey’den o yıllarda Kerkük ve Bağdat’taki çalışma şartlarını da dinliyorum. Anlattığına göre, kendisi 1969 yılında Irak’taki Türk Kültür merkezlerinde görevlendirilmek üzere sınava girmiş; Oysa göreve 1972’de ancak başlayabilmiş. O yıllarda merkezlere halkın ilgisinin çok fazla olduğunu; buna karşılık Türkçe öğretmek için gerekli kitapların bulunmadığını söylüyor. Bu eksiği kapatmak için Türkiye okullarında okutulan okuma kitaplarından getirdiklerini anlatıyor. Ama kültürel içerikli çeşitli  kitapların Bağdat’taki kültür merkezimizin balkonunda ve elçiliğimizin depolarında, uzun zaman bekletildiğini, bunların kimseye dağıtılmadığını, kendisininse her gittiği yere Erbil’e, Bağdat’a,  Telâfer’e, Kut’a bolca kitap götürdüğünü ve dağıttığını söylüyor. Bir taraftan bu acı hatıraları dinlerken bir taraftan da bugün geldiğimiz noktada dünyaya Türkçe öğretimi alanında ne kadar mesafe alabildiğimizi düşünüyorum… Sonra, yine dalıyoruz sohbete ve o yıllarda gerek elçiliğin gerek ilgili bakanlıkların bu hususta ne derece ilgisiz olduklarını gösteren hatıralara kulak veriyoruz. Hadi Bey, görev süresi dolan okutmanların yerine yenilerinin gönderilmesinin o yıllarda fazlaca geciktirildiğini, bu yüzden hizmette istenmeyen boşlukların oluştuğunu anlatıyor bana. Nitekim, kendilerinin görev süresi dolunca, mehil müddetini de Kerkük’te geçirip sonra Gülçin Atamer’le birlikte, bir gün sabaha karşı, halka görünmeden, 450 öğrencili Merkezi hademelere bırakarak, istemeden de olsa Kerkük’ten ayrıldıklarını anlatıyor. Durumdan haberdar olan Vecdi Gedik, Mehmet Karaulus, Adnan Sakallı ve birkaç kişi daha onları uğurlamak için Erbil’e kadar gelip oradan dönüyorlar. Anavatan topraklarına ayak basınca da ilk postaneden Millî Eğitim Bakanlığına, Dış İşlerine, Kültür Bakanlığına telgraflar çekip Merkezin kapandığını bildiriyorlar. Karşılığında ise azar işitiyorlar.

Hadi Bey, bütün zorluklara rağmen Merkezlerdeki okutmanların canla başla, vazife şuuruyla hareket ettiklerini anlatıyor.[4] Merkezdeki Türkçe kurslarından başka Yunus Emre ve Fuzuli ile ilgili anma günleri tertiplediklerini, Türkiye’den pek çok yazar çizere davetiye gönderdiklerini; ancak sadece Burhan Felek’in, gelmese de köşesinde bu etkinlikten bahsettiğini anlatıyor. Ben de hocama Merkezde o zamanlar bir Yunus Emre filmi seyrettiğimi, 23 Nisan, 19 Mayıs kutlamaları yapıldığını, temsiller, konserler gerçekleştirildiğini anlatıyorum. Bu mevzuları konuşurken Hadi Bey şunu da anlattı. O yıllarda Bağdat’taki Türk Kültür Merkezine öğrencilerin çokça rağbet göstermesi karşısında İngiliz Kültür Merkezi yetkilileri ziyadesiyle şaşırmış, bu öğrencilere ne gibi ödüller veriyorsunuz da bunlar size bu kadar ilgi gösteriyorlar, diye de sormuşlar. Çünkü kendileri başarılı öğrencilerini her yıl Londra’ya gönderip teşvik edici programlar uyguluyorlarmış. Hadi Güzel 90’lı yıllarda Mısır’daki kültür merkezimizin açılması için de Mısırlıların çok istekli davrandıklarını ve her gün konsolosluğu defalarca aradıklarını anlattı. Hatta, o yıllarda Kahire’de İsrail’in kültür merkezi varmış da bizim yokmuş. Ama en sonunda Kahire’de de 1996 yılında Büyükelçi Yaşar Yakış’ın ısrarı ve sağladığı imkânlarla bir Kültür Merkezimiz açılmış.      

Hadi Hoca, merkezlerdeki kitap, gazete, dergi sıkıntısına da parmak basıyor. O günlerde en yeni gazetelerinin bir yıllık olduğunu, biraz da alaycı bir tavırla anlatıyor. Ben de Merkezdeki kütüphanede, ortadaki masanın üstünde günlerce duran ve elden ele gezdiğinden yaprakları ufalıverecekmiş gibi yumuşamış gazeteleri hatırlıyorum. Sonra gerek Kerkük gerek Bağdat Türk Kültür Merkezlerine gelen o yıllardaki devlet adamlarından ve bazı aydınlardan bahsediyor: Semih Sancar, Şükrü Elekdağ, A. Taner Kışlalı, Oğuzhan Asiltürk, İhsan Doğramacı, İlhan Bardakçı’nın da içinde bulunduğu TRT ekibi ve daha pek çok şahsiyet. Hadi Bey bütün bu gelenlerden Türkiye’ye döndüklerinde kültür merkezlerine kitap, gazete, dergi göndermelerini istemişse de bu istekleri yalnızca İ. Sabri Çağlayangil karşılamış. Bir gelişinde Meydan Larousse Ansiklopedisi ciltlerini getirmiş. Bu yüzden Çağlayangil’e ayrı bir değer veriyor Hadi Hoca. Semih Sancar’ı da hayırla yâd ediyor. Kıbrıs Çıkarması sırasında harekâtı karargâhtaki odasından günlerce çıkmadan bizzat idare ettiğini, tıraş bile olamadığını, çay ve simitle karnını doyurduğunu anlatıyor. Sonra sıra Kerkük Türk Kültür Merkezinin en itibarlı misafirine, devrin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e geliyor.

Zaten, 27 Nisan 1976’da Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün Kerkük’e gelişi Kerkük’ün yakın geçmişindeki en önemli hadisedir, denebilir. Onun gelişi Kerkük’te büyük bir galeyana sebep olmuştu. Halkın sevgi tezahüratları ortalığı inletiyordu. Hadi Bey bunları anlatırken ben de hafızamı tazeleyerek o günü tekrar hatırlıyorum. Cumhurbaşkanının ziyaretinde Kerkük Valisi, Telafer Türklerinden olan Kolordu Komutanı Sait Hamu, Türk milletvekilleri, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı, DİSK Başkanı ve diğer Iraklı yetkililer de oradadır. Dışarıdaki kalabalıksa “Türkeş, Türkeş” diye bağırmaktadır. Bir ara Iraklı yetkililerden biri dışarıdakilerin ne dediğini sorar, Hadi Bey de “Yaşasın Türk-Irak dostluğu” dediklerini söyler. Bu cevabı duyan Çağlayangil kendisine bıyık altından gülmektedir... Cumhurbaşkanı Korutürk, Merkezin hâtıra defterine bir yazı da yazmıştır. Defter Hadi Hoca’mda olmasına rağmen başka bir yerdeki eşyalarının arasında olduğundan onu maalesef göremedik. Hadi Bey, Fahri Korutürk’ün Kerkük’e gelişi üzerine Türkiye’de ünlü gazeteci Güneri Civaoğlu’nun “Herkes Ağlıyor” başlığıyla bir yazı kaleme aldığını da anlatıyor. Sonra o günlerden kalan gazeteleri bir bir önümüze seriyor ve beraberce Tercüman, Son Havadis, Cumhuriyet, Hürriyet vb. gazetelerin eski sayılarından Cumhurbaşkanının Kerkük Türk Kültür Merkezini ziyaret haberlerini okuyoruz. Sohbetimizin bir yerinde Cumhurbaşkanının ağırlanması için Altunköprülü Enver Bey’in Merkeze iki koltuk hediye ettiğini, Terzi Hadi Beyin de büyük bir halı vererek bu karşılamaya güzel bir katkıda bulunduğunu anıyor.   

Hadi Bey bize bu süreçte yaşamış oldukları bir bayrak krizinden de söz etti. Cumhurbaşkanının Kerkük programı belli olunca, Iraklı yetkililer Merkeze telefon açıp karşılama töreninde kullanılmak üzere bayrak istemişler. O da elimizde beş bayrak var, üçünü verebiliriz demiş. Halbuki istenen bayrak 50 adetmiş. Bunun üzerine Gülçin Atamer Oruzdi Mağazasına gitmiş, kırmızı ve beyaz kumaşlar alarak ilgililere vermişler, Iraklı askerler de Türk bayrağı dikmişler. Ama bayrak, hocamın ifadesiyle, bizim bayraktan başka her şeye benziyormuş. Bayraklar şehrin her tarafına asılınca bunlar Türk basınında da yer almış; bizim basın da Türk bayrağına hakaret edildi, diye manşetler atmış.     

Hadi Güzel’in Kerkük’e ilk gelişi ise her Türk’ün kalbindeki derin yarayı sızlatacak cinsten. Anlattığına göre, ilk görev yeri Bağdat’mış hocamın. Ama o Kerkük’ü de merak eder dururmuş. Bir de Kerkük’teki Okutman Kadriye Alper Hanım orada çok baskı var, diye sürekli haberler gönderince Hadi Bey’in Kerkük’e olan merakı ve ilgisi daha da artmış. Oraya gitme fikrini Büyükelçiye açınca “Tehlikelidir, sorumluluk kabul etmeyiz, gidemezsin.” cevabını almış. Fakat Kadriye Alper Hanım rapor alıp Türkiye’ye dönünce Kerkük Türk Kültür Merkezine görevlendirilmiş. Ali Paşaoğlu ve Şemsettin Türkmenoğlu Kerkük yolculuğunda kendisine ve Orhan Özbek’e refakat etmişler. Hadi Bey Kerkük’e gelmeden önce Irak Türklerinin her hâlde çok az bir nüfusa sahip olduklarını, Türkiye’de ne kadar Rum varsa Irak’ta da o kadar Türk vardır, diye düşündüğünü söylüyor. Oysa şehre ayak basıp da çarşıda biraz dolaşıp bir otobüse bindikten sonra, şoförün, biletçinin ve yolcuların, herkesin Türkçe konuştuklarını görünce yanındaki Orhan Bey’e “Kardeşim biz Gaziantep’e mi yoksa Diyarbakır’a mı geldik?” diyerek şaşkınlığını belirtiyor. Sonra kendi kendine ne kadar mahcup olduğunu, 15 yıllık öğretmen olmasına rağmen, ne Irak Türklerini ne Kerkük’ü o güne kadar öğrenememiş, tanıyamamış olmaktan dolayı pişman olduğunu söylüyor. Sohbetimiz bu sefer Türkiye’nin dünden bugüne eğitim ve kültür politikalarına kayıyor ve Dış Türkler konusunda devletimizin yeterli ve tatmin edici politika üretemediğinden söz ediyoruz. Türk’ü Türk’ten âdeta saklarcasına geçirilen yıllara beraberce yanıyoruz.  Hadi Bey bu hususta bir hatırasını daha anlatıyor: Bir gün Ankara’dan bir telgraf almış. Bakmış ki S. Demirel, Kızılay Genel Başkanı Nurettin Özdemir’e, annesinin vefatından dolayı baş sağlığı diliyor. Telgraf Kelkit’e gideceğine Kerkük’e gelmiş. Bir taraftan gülüşüyoruz bir taraftan da, o yıllarda ancak yolunu şaşıranlar (!) Kerkük’e geliyormuş, diye düşünüyorum.   

 

  Hadi Güzel’le sohbetimiz sırasında o zamanki Iraklı yetkililerin tavır ve tutumlarından da söz açıldı. Mesela, bir keresinde İ. Sabri Çağlayangil Bağdat’tan Kerkük’e gelmek istemiş, onun Kerkük’e gitmesini istemeyen bazı görevliler, Çağlayangil’i havaalanına götürüp bir saat beklettikten sonra; Kerkük’te yağmur var, uçamayız, diyerek seferi iptal etmişler. Çağlayangil de Büyükelçi’nin makam aracıyla ertesi gün Kerkük’e gitmek zorunda kalmış. Buna rağmen kendisi gerek Kerkük Valisi gerek Ba’s Partisi Kerkük Şubesi Başkanı ile zaman zaman temas kurarak onlardan iyi niyetli yaklaşımlar da gördüğünü belirtiyor. Mesela, Korutürk’ün gelişi sırasında Merkezin öğrencilere açık tutulmasını sorduğunda Parti Başkanı buna engel çıkarmamış. Bununla birlikte, daha önceki bir ziyaretinde aynı yetkili kendisine “Siz Merkeze yalnızca Türkmenleri alıyorsunuz, diye sitem etmiş; o da Merkezimiz herkese açıktır, demiş ve Arap öğrencilere de kurs açabileceklerini bildirmiş. Araplara da kurs açılmış; ama onlar bir müddet kursa devam etmişlerse de sonra bırakıp gitmişler. Fakat Ba’s militanlarının, Kerkük Türk Kültür Merkezine giriş çıkışları daima kontrol ettiklerini, gelip gidenleri sıkıştırdıklarını da ekliyor sözlerine. Hadi Bey’le sohbetimizden anlıyoruz ki Irak’ta kaldığı müddet içinde hep izlenmiş, Ata Terzibaşı ve Aydın Kuran’la birlikte Turancılık faaliyetleri yürüttüklerine dair rapor bile tutulmuş hakkında. Ba’s rejiminin yıkılmasından sonra raporun fotokopisini ele geçirmiş... Bu vesileyle raporu beraberce okuma fırsatı da bulduk.

 

Hadi Hoca, şehit Abdullah Abdurrahman’a da ayrı bir yer ayırıyor kalbinde. Irak’a ilk gittiğinde, daha önce Bağdat Konsolosluğunda Eğitim Müşavirliği yapmış İsmet Parmaksızoğlu’nun tavsiyesiyle, “Yafa Fatihi” olarak andığı Abdullah Abdurrahman’ı ziyaret ettiğini ve onunla zaman içinde dostluklarının geliştiğini söyledi. Bir de şunu anlattı. Demirel’in Kerkük’e ilk gelişi sırasında Abdullah Abdurrahman Başbakan’dan şu iki hususu rica eder. Birincisi Irak Türklerinin faydalanabileceği bir kültür merkezi açılması, diğeri de Irak’a yönelik Türkçe radyo yayını. Bunun üzerine Bağdat Kültür Merkezi ve TRT Diyarbakır Radyosu açılır. Abdullah Abdurrahman’ı son kez gördüğünde ise Büyükelçiyle görüşmek istediğini bildirdiğini, Büyükelçininse bizim Irak Türkleri diye bir meselemiz yok, diyerek haber gönderdiğini, bundan kısa bir süre sonra da Abdullah Abdurrahman’ın tutuklandığını anlattı. Bu son görüşmede ayrıca Abdullah Bey’in arkadaşlarının, ona kaçma teklif ettiklerini, onunsa yurt dışına çıkması hâlinde gerideki arkadaşlarını yüzüstü bırakmış olacağını ve böylece kaderine razı olduğunu bildirdi.   

  

                Hadi Güzel Kerküklülerin gönlünde taht kurmuş bir aydın. Onunla görüştükten sonra kendisini ziyaret ettiğimi gösteren fotoğrafları sosyal medyada yayınladığımda yıllar önce onun talebesi olmuş veya onunla yolu kesişmiş Kerküklülerin hemen ilgisini çekmişti. Nitekim, bir ara İzmir’deki Irak Türkleri de onunla bir araya gelmiş, o da herkesin iletişim bilgilerini almış, onları yazdığı kâğıdı da bir güzel kaplatarak beni ağırladığı odadaki dolaplardan birinde muhafaza altına almış. Hadi Bey’in eski bir öğrencisi olan ve o yıllarda Kerkük Türk Kültür Merkezindeki şiir yarışmasında birincilik ödülü kazanan Mustafa Kemal Dendeoğlu’nun oğlu da babasının şiirlerini ona getirmiş, Dendenoğlu’nun şiirlerini kitaplaştırmışlar.

                Hadi Güzel, yakın Türk tarihini de iyi bilenlerden. Süleyman Nazif’in Firak-ı Irak kitabının eski yazılı bir baskısını birlikte okuma fırsatı bulduk ziyaretimiz sırasında. Kitaptan okuduğum bir pasaj beni çok etkiledi. Pasajda Süleyman Nazif İngilizlere esir düşmüş bir Türk askerinin diğer esirlerle beraber Basra limanına nasıl indirildiklerini, Basra halkının, esirlerin etrafında bir sevgi ve şefkat halesi ördüğünü, onlara ekmek, vb. yiyecekler atmak için Hintli inzibat kuvvetleriyle nasıl cebelleştiklerini anlatıyordu. Bu okuduklarım bana, o yıllarda Osmanlı’nın ölüm kalım savaşının nasıl bütün bir Müslüman kitleye mal olduğunu, bugünün Türk dünyasınınsa nasıl birbirinden habersiz yaşadığı tezadını hatırlattı. Bunları konuşurken bir Tuzhurmatı hoyratı geliveriyor dilimizin ucuna:

Çaresi ne

Çar bitip çaresi ne

Et koksa tuz ekerler

Tuz bitse çaresi ne 

                 

Hadi Güzel’in tarihe olan ilgisi onu arşivciliğe de yöneltmiş. Gittiğimde, oturduğumuz odanın ortasındaki sehpa üzerinde Hayat Tarih dergisinin eski bir nüshası duruyordu. Belli ki hocam bana göstermek için onu ortaya çıkarmıştı. Derginin sayfalarını karıştırınca merhum Dr. Fethi Tevetoğlu’nun, Ata Terzibaşı’dan elde ettiği önemli bir belgeyi yazısına konu ettiğini gördüm. Yazıda sözü edilen belge Atatürk’ün, Irak’taki bir Türk aşireti olan Cabbarilerin liderine 1925’te yazdığı bir mektuptu. Atatürk mektubunda Musul vilayetinin (Kerkük de dahil) Millî Mücadele’miz için ne derece önemli olduğunu, Musul’un bir gün mutlaka düşman istilasından kurtarılacağını, bu hususta sabır ve gayret içinde olmalarını tavsiye ediyordu. Hadi Güzel Kerkük’te bulunduğu yıllarda, Cabbari aşiretinde bulunan bu mektubun bir fotoğrafını çektirip uzun zaman cebinde taşımış. Türkiye’ye geldikten sonra Prof. Dr. Mustafa Kafalı, Harp Akademisinde vereceği bir konferansta bu mektubu hazır bulunanlara göstermek üzere kendisinden almış; fakat mektup Hadi Bey’e maalesef dönmemiş.

Hadi Güzel, Irak Türkleriyle geçirmiş olduğu yılları değerli bir hazineye dönüştürmüş.  Âdeta bir araştırmacı gibi birçok belgeyi, büyük zorluklara rağmen Türkiye’ye taşıyabilmiş. Uzun yıllar kaldığı Irak’ta Arapçayı hem okuyup hem konuşacak kadar öğrenmiş. Bu süreçte Irak Türkleriyle de çok yakından ilgilenmiş ve onları akrabaları gibi görmüş. Öyle ki bunca yıl geçmesine rağmen ilişkide bulunduğu kimselerin adını ve soyadını bugün bile unutmamış. Kerkük ve Bağdat’ta geçirdiği yıllar onu Irak Türklerinden biri yapmış dersek, mübalağa etmiş olmayız. Hadi Güzel Türkmenleri candan sevmiş; onlara büyük bir aşkla eğitim hizmeti götürmüş ve gönüllerde taht kurmuş. Hadi Bey, Irak Türklerinin kendisine Türklüğünü hatırlattığını söylüyor, onun gibi, Irak Türklerine hizmet etmiş kimseleri bulup onlara hakkettikleri vefayı göstermek de biz Irak Türklerine düşüyor. Bu hususta bir nebze olsun hocamızın gönlünü alabildiysek ne mutlu bize.  

 

  

 


[1] Irak Türkmen ağızlarında “kuzuyu” anlamındadır.

[2] Osmanlı döneminden kalma kışla

[3] Hasan Hüseyin Dolamaç’la gerçekleştirmiş olduğumuz röportaj için bkz. Kardaşlık, 44. Sayı, s. 18-22. 

[4] Dergimizin 66. sayısında, Ömer Özcan imzalı bir yazıda (s. 18-23), ismi bilinmeyen bir yetkilinin Irak’taki Türk Kültür kurumları hakkında hazırlamış olduğu bir rapor yayınlanmıştır. Bu raporda da Merkezlerdeki okutmanların ve idarecilerin, hatta diğer personelin fedakârca çalışmalarından söz edilmektedir.

Bu yazı toplam 5328 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim