• İstanbul 14 °C
  • Ankara 13 °C

“Han Duvarları Kalbe Düşen Kor”

Ahmet Doğan İLBEY

Yediveren / Eftalya Yayınevi’nden çıkan “Han Duvarları Kalbe Düşen Kor” Mevlevî ve neyzen olan yazar Ali Avgın’ın duygulu ve akıcı kaleminden çıkmış bir roman. Bir solukta okuduk, çünkü anlatılanlar bir asır öncesinden hemşehrimiz olan Maraş Mevlevî Dergâhı Şeyhi Selim Dede’nin oğlu Satılmış ile Aslı’nın son derece asil, masum ve hüzünlü bir asırlık aşk hikâyesidir.  

Modern edebiyatın oluşturduğu anlayışla hikâye demek hürmetsizlik olur. Ferdîlikten çıkmış, sosyal boyut kazanmış, kurmaca ve hayâl ürünü olmayan, gerçek ve yaşanmış, bilen ve duyan herkesi içine çeken hüzünlü ve destansı bir aşk menkıbesi demek mümkün. 

Birinci Harp öncesi Maraş'ta başlayan Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’la Aslı’nın aşkı; Anadolu'nun Milli Mücadele dönemine kadar devam etmiş.

Roman, Faruk Nafiz Çamlıbel’in meşhur “Han Duvarları” şiirine konu olan Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış ile âşık olduğu Aslı’nın aşkı ve olayların yaşandığı mekân olan Maraş’ın o dönem sosyal ve insan yapısından kareler veriyor.  Ayrıca mekân tasvirleri ve döneme ait Maraş-Fransız Harbi gibi vakalardan kesitler de veriyor.

“Han Duvarları” şiirinin romana çekilmesi tarihî hafızayı, dolayısıyla kültürel nakli aktarması bakımından yeni nesiller için faydalı olmuştur. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın “Şiir Tahlilleri-2-Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri” kitabından Han Duvarları şiirinin tahlilini okuyanlar bilirler. Hülâsa ifadeyle belirtelim;  

Han Duvarları şiirinde, şairin Anadolu'ya yaptığı yolculuk ile bu yolculuk sırasında görülenler hikâye ediliyor. Şiire göre şair, yaylı bir at arabasıyla Anadolu'ya git­mektedir. Yolculuğu zor şartlarda geçmektedir. Yolculuk sırasında hanlarda konaklamaktadır. Bu konaklamalarda şair, hanların duvarlarında, daha önce konak­layanların çeşitli yazılarıyla karşılaşır. Bun­lardan biri de Maraşlı Şeyhoğlu'nun han duvarlarına yazdığı dörtlüklerdir. Maraşlı Şeyhoğlu, dörtlüklerinde çileli hayatını anlatmıştır. Şair, Maraşlı Şeyhoğlu'nun son dörtlüğünü yazdığı handa öldüğünü öğrenir ve buna çok üzülür. Şair, daha sonraki yıllarda yaptığı yolcu­luklar, konakladığı hanlarda hep Maraşlı Şeyhoğlu'nun yaşadığı gurbet hayatını, çektiği sıla özlemini hatırlar.

Romanın başkahramanları Maraş Mevlevî Şeyhi Selim Dede’nin oğlu Satılmış ve âşık olduğu kız Aslı’dır. Bekir, aynı mahalleden Satılmış’ın çırak olarak çalıştığı dükkânın sahibi Hasan Efendi’nin oğludur. Yaramaz huylu ve gözü Aslı’da olan bir tip.

Romanın ilginç karaktere sahip tipi diğer tipi Hüseyin, Şeyh Selim Dede’nin mürididir. Önceleri ayyaş bir olan Hüseyin, Selim Dede’nin himmetiyle Saraçhâne Çarşısı’ndaki Mevlevî Dergâhının müdavimi olur. Öyle ki Selim Dede ile Birinci Harp öncesi(1913) Filistin-Lübnan bölgesine ihtiyat asker olarak gidenler arasındadır.

Romanın başkahramanı Satılmış, Selim Dede’nin üvey oğludur. Asıl adı Mehmet olsa da, kendisinden önce bütün kardeşleri öldüğünden annesi Emine Hanım oğlunun yaşaması için adını “Satılmış” koymuş. Bu adı vermekle onu Yaradanına adamış ve satmış oluyordu.

Birinci Harbin hemen öncesi Maraş’ın Saraçhâne Çarşısı’ndaki dükkâna alışveriş için annesiyle gelen Aslı’yı gayet masum duygularla görünce başlıyor Satılmış’ın hüzünlü aşkı. Satılmış da Aslı da bu sevdayı bir müddet sonra ailelerine açarlar. Şeyh Selim Dede oğlunun erken yaştaki aşkına râzı olmaz ve bu sevda geçer diye onu Şam medresesinde tanıdığı hocalara fıkıh eğitimi için 

Satılmış, Şam’dan döner. Aklında fikrinde Aslı vardır.  Ne var ki bu sevinç uzun sürmez. Maraş’a duhul ettikten kısa bir süre sonra mahalle muhtarı, babasına celp pusulası getirir. Askere çağrıdır bu. Seferberlik ilân edilmiştir. Onbeş yaş da dâhil vatan evlâtları cephelere gönderilecektir. “Hey onbeşli onbeşli…” türküsü Satılmış gibi ülkenin her yanından giden gencecik evlâtların ardından yakılmıştır. Satılmış’ın hüzünlü ve menkıbevî aşkının dayanılmaz acısı bundan sonra başlar.                                                                                                                    

Ayrılık vakti gelmişti. Ana kucağından asker ocağına gidecek gencecik kınalı kuzular yakınlarıyla Maraş Ulu Câmii’de bir araya gelirler. Müftü Efendi dualar eder, Kur’an tilaveti, ilahiler okunur. Tekbir sesleri, ayrılık ağıtları ve gözyaşları birbirine karışır. Küçük askerler tekbirlerle, salavatlarla, dualarla, Şeyh Âdil Mezarları yakınındaki Kara Dut ağacına kadar gelirler. Antep tarafına giden yolcular son vedalaşma yeriydi. Önce Narlı’ya, oradan trenlerle görevlendirildikleri birliklere dağılacaklardır.

Satılmış, Maraş şehrine, Ahır Dağı’na son kez bakar. Gözleri dolar. Gidip de dönmemek, dönü de görmemek var bu yolculuğun sonunda. Maraş, gözünden uzaklaştı ve görünmez oldu. Tren, Fevzi Paşa Tüneli’ne girdiğinde gönlünde Aslı’dan başka bir kalmamıştı.

Maraş’ta Selim Dede, annesi Emine Hanım ve Aslı ise Satılmış’ın ardından derin bir hüzne kapılmışlar ve 15 yaşını yeni bitiren bir gencin askerlik gurbetine çıkmasını içlerinden atamamışlar. Selim Dede daha dirençli duruyordu. Ona göre, Osmanlı Devleti yedi cephede savaş yapıyordu.

Satılmış, dört yıla yakın süren cephelerde hastalanır ve İstanbul Vakıf Gureba Hastanesi’e yatırılır. Verem, yâni ince hastalığa yakalanmıştır. Ağırlaşmış verem teşhisiyle hastanenin ücra bir köşesinde, ümitsiz hastalara ayrılan tek pencereli bir odadır. İlaçlar acısını dindirmez.

Anadolu’da Millî Mücadele, yâni İstiklâl Harbi sürüyor. Bu olumsuzluklara rağmen Satılmış’ın gönlüne bir nebze de olsa can gelmiştir. Çünkü hastaneye ihtisasını yapmak üzere genç bir doktor gelmiş ve dosyaları incelerken, Maraşlı Satılmış’ın dosyası dikkatini çekmiştir. Garip bir hasta olduğunu, onunla gelen bütün hastaların öldüğünü, ağır hastalığına rağmen onu yaşatan bir sır olduğunu, fakat bu sırrı bir türlü öğrenemediklerini, herhalde âşık olduğunu anlatırlar.

Doktor, Maraşlı’dır. Cumhuriyet dönemi Maraş’ın ilk mütehassıs doktoru meşhur Dr. Sait Efendi’dir. Yirmili yaşların başındadır.  Satılmış’ın başucuna oturur ve “Nerelisin hemşehrim?” dediğinde, Satılmış bu seste bir sıcaklık hisseder. Satılmış: “Beni her yerde; Maraşlı geldi, Maraşlı gitti, diye çağırırlar. Dr. Sait, kendisini hemen tanıtmaz ve soru sorar: “Pınarbaşı’ndan su içtin mi? Ahır Dağı’nda kuzu güttün mü? Başkonuş’ta, Yavşan’da yayladın mı? Bertiz Kabarcığı, Marhabaşı üzümünden yedin mi?”

Satılmış bu isimleri duydukça Maraş, gözünün önüne gelir, hareketlenir. Dr. Sait elini tutar. “Mağralı Mahallesi’nin, Devecili ile sapan dövüşünü hiç seyrettin mi? Deliklitaş’ta Cik Cik Bahçesi’nde güreşe gittin mi? Kümbet’te, Divanlı’da küsküç oynayıp, çelik çomak attın mı?” diyerek Satılmış’ı açmaya çalışır.

Doktor konuştukça Satılmış’ın nabzı artıyordu. “Doktor Bey, Maraş’ı karış karış bildiğine göre, sen neresindensin? Diye sorar. Doktor, “ Evimiz Bahtiyar Yokuşu’nun başında. Emirmahmutoğlu Osman Efendi’nin oğlu Doktor Sait’in ben” der.

Satılmış, ona Maraş’tan ayrılalı çok olduğunu, Maraşlıları harp ettiğini, anasının, babasını özlediğini söyler. Doktor,  Allah’ın inayetiyle yediden yetmişe Maraşlılar düşmanı kovmasını bildi. Geride gözü yaşlı şehit anneleri, yetim çocuklar kaldı. Fakat bayrağımız dalgalanıyor, ezan okunuyor. Birçok câmi ve konaklar yakıldı. En çok da Kapalıçarşı’nın yakılmasına üzüldüm.

Satılmış, Mevlevîhâne’yi sorar.  Oranın da yandığını öğrenince Şeyh Efendi ve dervişleri sorar. Doktor, Mevlevî Şeyhi Selim Dede’yi nereden bildiğini sorar. “Babam” der. Doktor heyecanlanır.  Senin için şehit oldu, demişlerdi. Doktora her şeyi soruyordu. Çalıştığı dükkânı sorar. Oğlu Bekir’in dükkânın başına geçtiğini, yakında Bakırcı Ali Efendi’nin kızıyla düğünü olduğunu öğrenince olduğu yere yığılır. Hemşireler yetişir.

Doktor Sait, onun gönül yarasına vuslattan başka çâre olmadığını, derdinin dermanının Maraş olduğunu düşünür ve ilk ilk trenle Maraş’a göndermeyi planlar. Maraş yolcuğu vakti gelmiştir. Satılmış, Haydarpaşa Gar’ında Doktorla vedalaşır ona teşekkür eder ve helâlleşirler.

Kara tren İstanbul’dan Anadolu’nun bağrına doğru yol almaktadır. Maraş’ta da Aslı’nın düğün hazırlıkları sürmekte. Bir hafta sonra Ulukışla İstasyonu’na gelir. Çık yorgundur. Bir kervanla Niğde yoluna düşerler. Her yer bembeyaz kar. Bu beyazlık, Satılmış’a kefenden başka bir şey hatırlatmıyor. Bir hana gelirler. Hanın soğuk taş odasının nemli, hasır yatağına uzanır. Gaz lambasının alaca aydınlığında, gözleri duvarları süzerken, buraya her gelenin bir şeyler karaladığını görür. Şam’a gidişini, Maraş Ulu Câmii önünde askere yollanışını düşünür, Kaç yıl gurbette olduğunu hesap edemiyordu. Duvara kendi de bir şeyler yazar:

“On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan / Baba ocağından yar kucağından / Bir çiçek dermeden sevgi bağından / Huduttan hududa atılmışım ben.”

Dörtlüğün altına da o günün tarihini düşer: Sekiz Mart, Bin Üç Yüz Otuz Yedi. Altına ismini yazmayı düşünür, fakat vazgeçer.

Kervan yola tekrar çıkmıştır.  Meşakkatli bir yolculuktan sonra İncesu’daki hana ulaşırlar.  Hancıya parayı peşin verir. Hancı, onun hasta olduğunu fark eder. 

“Adın ne hemşerim? Nerden gelip nereye gidersin?”                                            

“Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış derler bana.”

“Maraşlıları çok severim. Bir asker arkadaşım vardı, şehit düşmeden önce anama selâmımı söyle demişti. Emanetini vermeye Maraş’a gittiğimde ne anası, ne de babası kalmıştı. O günden beri her gördüğüm Maraşlıya o arkadaşımın selâmını söyler dururum.”                                                                                  

“Madem emanete bu kadar sâdıksın, benim de selâmımı Maraş’taki Şeyh babama götürür müsün?”                                                                                  

“Evlat, daha birinciden kurtulmadan üzerime ikinci bir yük yükleme! Hem sen sabah memleketine gitmeyecek misin?”                                                                    

“Sabah çıkacağına kim emin olabilir ki?”                                                           

“Orası da öyle ya!..” 

“Çok kötü öksürüyorsun, sana nane kaynattım. Soğukta kaldığınızı biliyorum. Senin ki kış öksürüğüne benzemiyor, senin derdin ne?

“Derdimi, ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Derdime verem diyorlar.”

“Öyle desene Maraşlı… Allah yardımcın olsun!”

Satılmış yatsı namazını kılar, yatağına uzanır. Öksürdükçe ağzından kan geliyordu. Hancının soruları aklına geldi. Nereden gelip nereye gidiyordu. Çocukluğunda ocak başında dinlediği Leyla ile Mecnun, Aslı ile Kerem hikâyeleri hatırına gelir. Yüreği kabarır, gözleri dolar. Issı han odalarında dertleşecek kimsesi yoktur. Duvarlara bakar, diline gelen şu mısraları soğuk taş duvara yazar:

“Garibim namıma Kerem diyorlar / Aslı’mı el almış harem diyorlar / Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın ben.”                                                                

Öksürükleri hanın taş kemerlerinde yankılanıyordu. İçi ot dolu yatağında her öksürmede ağzından ciğerleri lime lime dökülüyordu. Ruhunda bir hafiflik, kalbinde bir sıcaklık hissediyordu. Aslı’nın aşkı bütün tereddütleri, endişeleri, korkularını silmişti. Gözlerini kapadı. Babası Şeyh Selim Dede yanıbaşındaydı. “Baba, beni bu gurbette nasıl buldun?”

“Pirimizin himmeti âlidir. Erenler, bulanlar için uzak yakın diye bir şey yok.

” Babasıyla konuşması şöyle biter:  

“Baba düğün mü var? Herkes toplanmış.”

“Düğün var evlat!”

“Kimin düğünü oluyor?”                                                                                              

“Senin düğünün!”

Satılmış, mâna âleminde yaşadığı bu buluşmadan sonra Hakk’a uçar ve hanın taş duvarlarında yankılanan öksürüğü artık duyulmaz olur. Hancı, çok şükür Maraşlı rahatladı. Nane iyi geldi. Yarın yola çıkmadan bir kâse daha verirsem hiçbir şeyi kalmaz. …” diyerek çorbayla odasına vardığında elleri kalbinin üzerinde niyaz vaziyetinde yattığını görür. Cevap vermeyince nefesini kontrol eder.

Satılmış son nefesini vermiş, ahrete uçmuştu. Bu durum hancı için ilk değildi. Kervandakilerle birlikte cenaze namazı kılınır, hanın yakınındaki garipler mezarlığına defnedilir. Hancı, içinden “Bir garib ölmüş diyeler / Üç gün sonra duyalar / Soğuk ile yuyalar / Şöyle garib bencileyin” mısralarını okur ve “Bu dünya bir han mı, istasyon mu? Anlayamadım.”                                               

Roman, hancının, Satılmış’ın emanet ettiği torbayı ve selâmı babasına götürüşü ve emanet üzerine Delim Dede’nin mânevî konuşmalarıyla, Aslı’nın Bekir tarafından öldürülüşü ve Bekir’in borçlu olduğu Maraşlı Ermeni’nin kiraladığı biri tarafından öldürülüşüyle biter.

Velhâsıl, romanı Maraş’a aidiyet hisseden herkes okumalı.

Bu yazı toplam 900 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim