• İstanbul 17 °C
  • Ankara 22 °C

Mahir Adıbeş: Türk Edebiyatında At

Mahir Adıbeş: Türk Edebiyatında At
Mısra Mısra Yazdığımız At

Yahya Kemal, akıncıların hatıralarıyla doludur. Duygunun en derini yüklü. Yanından bir türlü ayırmaya kıyamadığı atını cennete beraber girerken düşünüyor. Eee kolay mı? Bir ömür beraber geçmiş. “En son koşumuzdur bu asırlarca bilinsin” diyecek ve atını alıp dünyaya veda edecek.

“Bizdik o hücumun bütün aşkıyla kanatlı;

Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.

Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,

Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle!”

Bayrak şairi Arif Nihat Asya’nın “Destan” şiiri, aşığın dilinden sazının tellerine dökülmüş gibi ahenkli bir ses gelir kulağınıza:

“O zafer getiren atlıların

Nalları altındanmış;

Gidişleri akına,

Gelişleri akındanmış.”

“Atlılar atlılar kızıl atlılar, / Atları rüzgâr kanatlılar!” Hayat!.. Yaşanmamış kadar saf ve temiz. Akan bir su ya da durgun dere kadar berrak. Düşünemeyecek kadar kısa... Geri dönüp bu hayatı baştan yaşasan, desem, ne düşünürsün? Belki uzun uzun bakarak bir sigara yakıp boşluğa doğru üfürecektin. Gözlerin duman duman şair!.. Yenişi var yokuşu var. Son durağa yakın durup geriye bakınca, “Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!” der Nazım Hikmet. “Salkımsöğüt” şiirini belki sonbaharda yazmıştır ama ilkbaharda yazılmış kadar canlı, coşkulu ve taze! Hâlbuki bu şiir sondan bir adım önce...

“Akıyordu su

gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.

Salkım söğütler yıkıyordu suda saçlarını!

Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere

Koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!”

Fazıl Hüsnü Dağlarca kır atın ağzından türküsünü yazacak. Belki kendini anlatıyor belki de bir atı. Sonunda anlatılan bir hayat. Gönül kırıntıları, sonsuz bir sevdanın türküsü.

Büyüdüm Konya ovalarında,

Haylaz.

Erkence çifte koşuldum,

Tez yaşta indim şehre

Etmedim kimseye naz.”

Şiir var okurken su sesi duyarsın, şiir var sabah yeli gibi eser, bazen de dudaklardan tane tane dökülür. Şiirde taşlı yollarda giden araba tıkırtılarını duyduğun gibi atların ayak seslerini de işitirsin. Faruk Nafiz Çamlıbel, bir şiir ustası. Sesler oturmuş yerli yerine. “Ne zaman tükenecek bu yollar, arabacı?” derken gözleri yumuk Anadolu’nun yollarını hayal etmekte var, “Ben ömrümü harcadım bu yollar tükenmedi...”

“Atları hızlı sür ki köye pek geç varmasın,

Nişanlımın gözleri yollarda kararmasın...”

Enis Behiç Koryürek, “Kabardıkça atların yeleleri” diyerek bize tarihi hatırlatıyor. Mısralarda, savaş meydanlarında atların kişnemesi ile yiğitlerin nâralarını duyar gibi oluyoruz:

“İşte biz ki, tâ ezelden beri atlıyız.

Asırların göklerinde biz kanatlıyız.

Kanımızın ateşinde şimşek yarattık;

Bu şimşekle küheylana bir kırbaç attık.”

“At’a senfoni” yahut Atın Romanı... Tarihi, felsefesi her şeyi içinde... Dokuz yaşında ata bindim ve yalan olmasın, bir daha inmedim. Her binişimde büyüdüm ve her inişimde küçüldüm. Necip Fazıl Kısakürek’ten bahsediyorum. Şairler sultanı, sanatçı, ustaların ustası... Bir at hastası!.. Bütün kartları at üstüne, desem kızar mı acaba?.. “Benim gözümde” diye söze başlarsa inanma, beynine işlemiş at düşüncesi:

“Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!

Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.

Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur,

Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...

Türkün destanını yazan şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Türk Milletiyle birlikte atı da destanlaştırdı. Neredeyse atın ayak seslerinin hissedilmediği şiiri yok. Şiirlerinde binlerce yıllık hatıra vardı. Su gibi akıp giden hayat, kat kat tarih yazılmıştı. İnsanı at ile aynı boydan görmüştü.

“At üstünde doğup
At üstünde ölürlerdi.
Şölene, toya, düğüne
At üstünde gelirlerdi.
Altınla atı yan yana görseler,
Atı alırlardı.
Azıklarını atlarına yedirir,
Kendileri aç kalırlardı.
Vatan gibi, bayrak gibi...
Pusat gibi, avrat gibi...
Atı kutsal bilirlerdi!”

Orhan Veli, bir İstanbul şairi. İstanbul’a bir değil binlerce şair gerek... Yeter mi dersin? Bin bile az... Süvari olmadığı cılız mısralarından belli. Şair yola çıkmış, hep şehirde kalacak değil ya! Uzanmış dağlara doğru. İçinden neler geçmiş neler:

“Kır At’a nal mı dayanır?

Dağlar uykudan uyanır,

Yer gök kızıla boyanır.”

Kırım hanı Giray Han!.. Sadık bir Osmanlı. Atlı süvarileri var rüzgârlarla yarışan. “Akın var akın” denilince Tuna boylarını önceden tutan. Kırım süvarilerini burada anmadan geçmek olur mu? Osmanlıyı arkadan vurmak mı süvariler ölmüş mü sanki? Bahattin Karakoç şiirlerinde Kırım atlılarını arıyor:

“Bir yara nükseder Tuna boyunda çıra çıra

Güneşin doğuşundan batışına dek takip ederim

Rastlayamam Kırım atlarına.”

İşte atından ayrılmayı düşünmeyen bir şair. At mı kaldı şair. Sen artık şehirlisin. Ne mutlu sana ki, bunları hayal edebiliyorsun tam bin yıl öncesini. Dilerim dediklerin gerçek olur; cennete doludizgin atlarımızla gireriz. Gültekin Samanoğlu şiirinde:

“Binler, yanında gazi; binler, ardında şehit;

Önünde yüz yıllara, bin yıllara değil ki

Mahşer’e, at koşturan dini – bütün bir millet

Ki ömrü at sırtında, çadır altında uzar;

Bunlar: Ova taşları, Tanrıdağı’nda belki.”

Atlılar!.. Kızıl ufuklarda küçük atlar üzerinde uzun saçlı insanlar. Bin yıllardır bu böyle. Dağ dağ, yayla yayla gezip durmuş. Bazen bir göze başında bazen bir çınar gölgesinde mola vermiş. Ata binince dinlenmiş, attan inince yorulmuş. Türk tarihinde bir vücut iki baş olmuş; biri ata ait biri de insana...

Gürbüz Azak, yıllarca içinde duygularını saklamış; belki bitmeyen bir hasreti sonunda dışa vurmuş:

“Tığ gibi delikanlılar, en bayraklı atlılar

Altın ümitlerle yanıbaşımdan

Doludizgin geçerken ölmeliyim.”

“Karanlık kuşanır pusatlarını / Titretir bozkırların başıboş atlarını.” Ya da “Varıp yoldaş oldum Akalteke atlarına.” derken Dilâver Cebeci, atların menşeine doğru bir yolculuk başlatıyor. “Çığlıklar duyuluyormuş o güzel atların gittiği yerden.” Dönmedi onlardan hiçbiri geriye... Ya gelişleri şair ya gelişleri?..

“Bizde makbul olur gülün koncası,

At ile yiğidin beli incesi...

Uzatsa elini aslan pençesi;

El-ense çekende Hamza karışlım.”

Dilaver Cebeci’nin şu mısraları hüzün dolu:

“Bir sarı kurşun geçse aklınızdan,

Benim de gözlerimden atlar geçer dörtnala.

Atlar... Asya’lı atlar... Ak nişanlı atlar...

Süvârileri bulanmış kana.”

At, yiğidini de kendi gibi ister. Derler ya: “Anca beraber, kanca beraber” işte ele... Olcay Yazıcı, atın ruhunu süzüp mısralara yerleştirmiş. “Dizginlenmez atlarla geldi şiir” derken Türk’ün ata olan aşkını dile getiriyordu:

“Tılsımlı yazımıza kılıçlardan kan atlar

Hoyrat süvarisine gücenip gitti atlar!”

Sezai Karakoç, bir gerçeğe işaret ediyor! Tek vücut olan at ve insan gerçeği:

“Bir kaza kurşunu bulur her yerde

Süvarisiz şaha kalkan atları...”

Bir başka şiirinde Karakoç: “Kuş yumurtasından çıkan insanlar / Ahırda bir ata eyer vuruyor” derken acaba özlediği bir yolculuğu mu düşünüyordu? Yolun açık ola şair...

“Artık ben gideceğim, ata eyer vuruyorlar.

Hatıralarımı birer birer yakacağım.

...

Artık ben gideceğim atım kişniyor...”

Dündar Akünal’ın şu mısraları insana sonsuz bir zevk veriyor:

“Hey! Bizdik o erler ki, ufuklar boyu hızla;

Beş kıtaya nam saldık o gün atlarımızla!

Bizler ki, alev nallı uçan atlarımızla,

Tarihe gömüldük yaşıyor adlarımızla.”

Eğer at olmasaydı belki de bu tarih yazılamayacaktı. Tarih sahnesinden atları bir an çıkarsak, ne kalır acaba geride? Yunan’ın günahkâr tanrılarından başka birde bir sürü içi boş efsane, yalan ve yanlış... Hâlâ gözü dağların başında dolaşan yarı yabanı at Türk insanıyla medeniyete kapı açarken binlerce yıllık tarihine silinmez hatıralar bırakmıştır. Bir gün alıp başını gidecek mi dersiniz?.. Neden hep gözü bozkırlarda, yüksek dağlarda, sonsuz ufuklarda!.. Türk, gözünü açıp atları görmüş, hayalini at ile kurmuş. At ondan biri, ata sevdalı, at da ona!..

İşte şair, aklına yıldız gelmiş dolanırken sessiz sessiz bir an gönlüne at düşmüş. Asya’nın steplerini mi yoksa Anadolu’nun bozkırlarını mı hatırladı birden bire bilmem ki! Yahya Akengin bunlardan biri. Şiirde at fülu bir manzara. Bir türlü at düşüncesini aklından silip atamamış. Kültürü, terbiyesi yerinde. Sanki sesini yükseltse başkasını incitecek. Ne şehirli olabilmiş ne de tam olarak köyde kalmış. Onun da kaderi, şiiri gurbet ellerde yüreğinde yoğurmuş. Sessiz bir gecede rüzgâr fısıltısı gibi geliyor şiir, ahenkli ve nazlı nazlı Bir at görse bir bozkırda gezerken, hatıraları canlanıyor gözlerinin önünde:

“Yıldız deseler bir yerlerde gelişi güzel,

Yıldızları dolar içime bütün göklerin

Gezinen bir tay görsem bozkırda tembel tembel,

Kervanlar geçer ufkumdan, özlemleri derin.”

Akengin, şiirinde acaba kıratla ilgili bir efsaneyi mi hatırlatıyor bizlere? Şair, yine gurbet mi? Cepheden cepheye koşan bu yiğitler ne zaman dönecekler sılaya? Kimi Balkanlara kimi Kafkaslara kimi de Arap çöllerine gittiler. Çoğu sılasına ulaşamadı, bir ses kaldı arkalarında:

 “Oğuz yiğitleriydiler, on beş bini atlı,

Asya içlerinden Hazar boylarından,

Sürüp gelmişlerdi birbirinden süratlı,

Her birinin yüreğinde bir destan.”

Ali Akbaş, bizim hayallerimizde yaşattığımız fakat belki genç nesillerin hayal bile edemeyeceği bir mesleği şiirinde anlatıyor. Bu konuda yazılmış yazı belki çok az. Akbaş işte onu hatırlatıyor. At binek olurda semer olmaz mı? Hem de ne semerler. Gürgenden ya da meşeden. Gümüş işlemeli, renk renk döşeli. At alımlıysa onu gösterişli eder semeri. Semer at kültürümüzün bir parçası. Ne yazık ki artık at kalmadı belki eski semer bekliyordur tozlanmış köşelerde. Giden atlarımız dönecek mi geriye?..

“Sıcak yatağında uyumak varken

Açar dükkanını her sabah erken

Demirci, kömürcü, marangoz, berber

Eski bedestende semerci Ejder.

Dedim: Usta artık bırak şu işi!

Yüzü gölgelendi çatıldı kaşı.

Dedi: Ahiliktir bizim töremiz

Kıyamete kadar yanar çıramız.

Pirimiz ne demiş semer üstüne

'Ne güzel yakışır himâr üstüne!”

Gökhan Evliyaoğlu, “Fetih” adlı şiirinde Fatih Sultan Mehmed’i anlatıyor. "... ne güzel komutan ..." diyerek Hadis’e işaret ediyor. Şiirde en önde bir yiğit ve bir de at var. Yiğit insanları temsil ediyor at ise binekleri yani atları. Öz adıyla anıyor. Sevdasının ortağını, birliği beraberliği. İnsan o ki atı kendiyle denk sayıyor. Ayrılmak mümkün mü bir yol arkadaşı, sırdaşı? İstanbul’a beraber girecek bir tek vücut bir tek yürek. Haşra kadar beraber yürüyecek. Onlar fetihler sultanı. Denize bile beraber girecek. Fetihlerde meydan meydan insan ve at vardı. Evliyaoğlu, “Kırk bin yiğidin önünde bir beyaz atl,” derken samimi olarak hiç ayrım yapmıyor. Ee İstanbul’un fethi anlatılırken elbet de kır attan bahsedilir. Çünkü kırat bayramlarda binilen tören atıdır. Bence yağız atların en çok kıskandığı fetihtir. Binlercesin de baş çekmişler ama İstanbul’un fethini bir kırata kaptırmışlar.

“Kırk bin yiğidin önünde bir beyaz atlı

Sultan Fatih Mehmetti gelen

Sabah güneşinde mübarek zaferiyle

Saadet-saadet büyüyen.”

Turgut UYAR’ın şiirinde acı var. Sonbahar, hazan ve güz üzerine başka bir yazı gerekir. Çünkü o kadar güçlü kavramlar ki bunlar, hem aşkın, hem ayrılığın, hem vuslatın hem de gurbetin kelimeleri.

“Eylül toparlandı gitti işte

Ekim falan da gider bu gidişle

Tarihe gömülen koca kocatır atlar

Tarihe gömülür o kadar”

Türkmenistanlı şair Gülalek Nurmemmet şiirinde, sanki onların farkları varmış gibi anlatıyor. Türkmen bir yürekte iki sevgi taşıyor biri at biri sevgili. Bilmem ki nasıl söylemesi gerekir?

“Bizim atlar karadır.

Başın silkip varadır.

Nevruz geldi, gelmedin

Kız yüregim yaradır.”

Cengiz Aytmatov’un “Elveda Gül Sarı”; bir çobanın atıdır. Yazar eseri ustalıkla ortaya koymuştur. Roman sinemaya uyarlanmıştır.  Bana ait olan “Veliaht” Türkçe yazılan at romanıdır. Romanda 1933’de Bağdat’tan getirilen “Sa’ad” adlı yarış atı anlatılır.

Beş yaşımda yüzmeye başladım bir yıl önce de at binmiştim. Hep yüksekleri sevişim ondan. Karanlığın içine şimşek gibi aktığımızı bilirim. Yerlerde taşlar ufalırdı. Gece arkamızdan nal seslerini dinledi, ayaklarının bastığı yerlerden kıvılcımlar çıktı. Bu benim kırk yıl değil dört bin yıllık hatıram, sonsuza gidecek. Attan her ayrılışımda üzüldüm, sesini her duyuşumda heyecanlandım... Çok defa yelelerine asılı kaldım!.. İşte bir sevgili!.. Yanına her gidişimde yelelerini okşadım, boynuna sarıldım, öptüm, onunla konuştum. Hasbihal ettik, halleştik, dertleştik. O beni anladı ben de onu... “Beyaz atlı şimdi geçti buradan” türküsünü dinlediğim zaman ya da arabacı şiirini atların ayak seslerini duyar gibi oluyorum.

 

-Bizim külliye dergisi, Sayı: 68, Haziran,Temmuz, Ağustos 2016-

Bu haber toplam 24736 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim