• İstanbul 17 °C
  • Ankara 15 °C

“Millet Bahçesi” mümkün mü?

D. Mehmet DOĞAN

İşte bu güzel haber! Son zamanlarda dışarıda ve içeride üretilen olumsuz haberlerin seçimi etkileme amaçlı olduğu şüphe götürmez. Seçim sath-ı mailinde (eğik yüzeyinde) böyle haberler üretilmesi şaşırtıcı değil.

“Manipülasyon” böyle zamanların vazgeçilmezi. Manipülasyon’u Fransızcadan Türkçeye Küçük Lügat’ta Hasan Bedreddin şöyle açıklıyor: 1. El ile imal. 2. Su-i istimal (kötüye kullanma). 3. Hile.

Seçim yaklaşıyor, her türlü hile, kötüye kullanma beklenir!

İyi haber Cumhurbaşkanımızın bir televizyon programından. İstanbul’da dünyanın en büyük havalimanı inşaa ediliyor; Cumhuriyet’in 95.yıldönümünde açılacak. Bu durumda bir süre sonra emektar Atatürk Havalimanı’nın devre dışı kalacağı tahmin edilebilir. Peki ne olacak asırlık Yeşilköy hava alanı?

Böyle zamanlarda spekülasyonun (dayanaksız atmanın) bini bir paradır. İlk akla gelen, bu kadar geniş ve kıymetli arazinin ranta tahvilidir. İnşaat firmalarının hayallerini süsleyen İstanbul’da altın değerinde bir arazi...

Tayyip Bey’in televizyon mülâkatında söyledikleri Yeşilköy arazisinin geleceği ile ilgili olarak büyük değer taşıyor. Bu arazi Millet Bahçesi olacak!

“Millet bahçesi” 19. yüzyılın sonunda “park”a karşılık kullanılmış bir ibare. Bahçeler şahsî ve İstanbullar o yıllarda ekseriya bahçeli evlerde oturuyorlar. İlk defa umuma mahsus bir yeşil alan oluşturuluyor ve buna “park” değil, “Millet Bahçesi” deniyor. Nerede bu “bahçe” Üsküdar’da, Çamlıca’nın eteklerinde. (Galiba şimdi belediye adını “Millet Parkı” oarak değiştirmiş!)

“Millet Bahçesi”nin veya park yerine bahçe kelimesinin şehirciliğimize dönüşü fevkalade olumlu. İnşaallah ömrümüz yeterse, İstanbul’un yeni Millet Bahçesi’nde nefeslenir buradaki havalimanı ile ilgili hatıralarımızı yad ederiz!

Derin Tarih’in Haziran 2016 sayısında bu konuyu yazmıştık: Canım “bahçe” nasıl “park” oldu?

Meraklılarına tekrar sunuyoruz:

 

Bahçe nasıl park oldu?

*

1992’te Türkiye Yazarlar Birliği heyetinin bir ay süren Türkistan seferinde Taşkent’in en büyük parkını gezerken, iki Türkiye (Türkistan ve Türkiye) arasındaki kültürel farklılaşmalardan biri daha karşımıza çıkmıştı: “Nevaî Bağı”ndaydık!

Özbekler en büyük şairleri Ali Şir Nevaî adına muazzam bir park yapmışlardı. Parka “bağ” denilmesi bize önce tuhaf göründü, fakat zihnimizi yoklayınca, “park”ın dilimizde daha önce “bahçe” ile karşılandığını hatırladık.

Gülhane bahçesine Gülhane Parkı denilmesi, son zamanlara ait bir alışkanlık. Orası Topkapı Sarayı’nın has bahçesi idi. Sonra halka açıldı, “Gülhane Bahçesi” denildi ve nihayet “Gülhane Parkı” oldu! Sadece Gülhane mi “bahçe”den “park”a dönüştürüldü? Yıldız Bahçesi de “Yıldız Parkı” yapılmadı mı?

“Bağ” dilimize farsçadan geçen bir kelime; Kutadgubilik’de kullanıldığını hatırlarsak, edebiyat dilimize girişinin 10 asra yaklaştığını söylemiş oluruz. Bahçe’ye de Atabetülhakayık’ta rastlanıyor. Demek ki, o da 9 asırlık bir kelimemiz. Bağ, bahçe lâfı edilir de bostan unutulur mu?

Bostan/bu(y)istan, yani kokulu bitkilerin, çiçeklerin bulunduğu yer...

Bu üç kelime zaman içinde farklılaşmış. Bahçe, “bağ-çe”, bağın küçüğü, fakat artık bu anlamda kullanılmıyor.

Bağa girdim üzüme/Çubuk battı gözüme...

Bağ, üzüm bahçesi anlamı yanında, üzüm kütüğü, çubuğu anlamı da kazanmış. Bağ-ı dehr, “dünya bahçesi”, düpedüz “dünya” demek. Şair Veysî “Bağ-ı dehrin değmedik biz bir yeşil yaprağına” diyor. Nâbî ise dünya bağının sonbaharını da ilkbaharını da gördüğünü, sevinci de hüznü de tattığını belirtiyor:

Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz
Biz neşatın da gamın da ruzgârın görmüşüz

Bağ-ı hüsn, güzellik bağı, yani sevgili… Bağ-ı hüsnü cennet-i mevaya teşbih ettiler . Sevgiliyi meva cennetine benzettiler, diyor Âşık Gevherî…

Bağların bağı “İrem bağı”… Yemen’de yaşadığı kabul edilen Âd kavminin hükümdarı Şeddad ihtişamlı saraylar yaptırmış ve cennetle yarışan İrem bağını düzenlemiş. İlahlık iddia eden Şeddad’ın yalancı cenneti İrem, kuraklık ve kavurucu bir rüzgârla yok edilmiş…

Sevgili yüzüyle, güzellikleriyle İrem bağına benzetilir. 16. yüzyıl şairi Âşkî, Dîdarın ile her yer Bağ-ı İrem’dir amma/Dîdarın olmaz ise Bağ-ı İrem gerekmez (Yüzünle her yer İrem bağıdır amma/Yüzün olmazsa İrem bağı gerekmez) derken, 20. yüzyılın sonunda şair Ragıp Karcı, sevgiliye “İrem yüzlüm, dirhem gözlüm” diye hitab ediyor…

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar (Cahit Sıtkı)

Bahçe “küçük bağ” değil; her türlü ağaç ve bitki yetiştirilen yere denilir olmuş. Arapçası “ravza” veya “cennet” olan bahçelerin güzellerine “cennet bahçesi” denilmesi, boşuna değil. Bağ, bahçe dünyadaki cennetimiz veya bizi cennete özendiren, bu dünyadaki ferahlığın, hazzın nümunesi. Mecazen hem dünya, âlem, anlamı taşır, hem de cennet...

Yiyecek içecek de bulunan açık hava oturma yerlerine, eğer içkisizse, hâlâ “bahçe” deniliyor. (İçkili yerler “park”: Bira parkı!) Memleketimizin birçok yerinde el’an da çok güzel çay bahçeleri var. Çocuk bahçesi ile “çocuk parkı” birlikte kullanılmaya devam ediyor. Biz deriz ki, çocuklarımız bahçelerde büyüsün!

Asıl batılılaşma döneminde şehirlerimizi yeniden yaparken “park” karşılığı “bahçe”yi tercih etmemiz önemli. O zaman şehirlerimiz böyle çok katlı beton yapılarla yeşilini kaybetmiş değil; evler bahçeli veya şehirde bahçeli evi olmayanların, yazın göçtükleri bağları, bahçeleri var.  O yüzden “park” yerine “bahçe-i umumî” veya “millet bahçesi” deniliyor. İlk romanlarımızdan Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası’nda böyle bir “bahçe” önemli rol oynar: “Burası Çamlıca Bahçesi nâmıyla İstanbul’da en evvel tanzim ve küşad olunmuş olan bahçedir.”

Üstad Ekrem, romanının gelecekte tarih malzemesi olabileceğini düşünerek okuyucuyu bilgilendiriyor âdeta. Demek ki, ilk “park” Çamlıca’da açılmış! Dönemin başka bir ünlü yazarı, Ahmed Rasim, Şehir Mektupları’nda Makriköy (Bakırköy) “Belediye bahçesi”nden söz ediyor. Burası “edilen ihtimam-ı fevkalade neticesi olarak epeyce donanmış.” Ünlü hikâyecimiz Ömer Seyfeddin, geçen yıllarda siyasî gösterilere yol açan başka bir park/bahçeden söz ediyor: “Taksim bahçesinde oturur konuşurlar.”

Evet bunlar ilk bahçe-i umumilerimiz. 19. Yüzyılın sonunda halkın istifadesi için yapılmaya başlanan ağaçlı, çiçekli, havuzlu dinlenme ve gezme yerleri; ağaçlı parklar, korular. Bunları “millet bahçesi”, “memleket bahçesi”, “şehir bahçesi” gibi adlarla da andık. Sonra ülkemizin birçok şehrine yayıldı bu bahçeler...

Batılıların “Botanic Garden”lerini “nebatat bahçesi” olarak uyarladık, şimdi “botanik parkı” deniliyor! “Zooligal garden”ı hayvanat bahçesi yaptık. Henüz ona “hayvanat parkı” demeye başlamadık!

İlgi çekici olan, ünlü lügatçimiz Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Fransevî’deki parc (park) açıklaması: “Hususî (özel) av ve teferrüce (gezmeye) mahsus olmak üzere duvar veya çitle ihata olunmuş (çevrilmiş) mahal (yer), park, koru, saydgâh.” Dikkat edilirse, Lügatçimiz, bahçe demekten kaçınıyor. Koru ve saydgâh (av yeri, avlak) demeyi tercih ediyor. Hatta “park”ı dahi kayda geçiriyor.

1934 dil devriminde bir dönüm noktası. İşte bu tarihten önce, 1930’da kabul edilen, Belediyeler Kanunu’nda belediyelerin yapacağı işler sayılırken “park” değil, “bahçe” deniliyor:

Madde 33-Halk için kütüphane ve okuma salonları açmak, belediye bahçeleri, fidanlıkları, çocuk bahçeleri, oyun ve spor yerleri yapmak, belediye koruları yetiştirmek, bunları korumak ve işletmek.

Madde 59-Belediye tiyatrosu, sineması, belediye oteli ve gazinosu, halk müzeleri ve hayvanat ve nebatat bahçeleri yapmak ve idame etmek ve yaptırıp işletmek.

Artık belediyelerimiz bahçe ile uğraşmıyor, onlar parkçı! 1990’ların başında Ankara’da Mehmed Âkif’in Millî Mücadele sırasında ikamet ettiği Teceddin Dergâh’ı ve çevresinin kurtarılması ve korunması için hazırladığımız projede “İstiklâl Marşı Bahçesi” de yer alıyordu. İkibinli yıllarda bu konu gündeme geldi ve belediye yetkilileri “bahçe” kelimesini kullanma cesaretini gösteremediler!

Okunur dilde destanın, açılır bağ ü bostanın

Bostanı unuttuk mu? Unutmadık elbette...

İşte koca Yunus söylüyor:

İki cihan dolu bağ u bostan olurısa

Senin kokundan iyi gül bostan içinde bitmeye...

Bostan güzel kokulu çiçeklerin yetiştirildiği bahçe...Zamanla sebze bahçeleri böyle anılmış. Asıl kavun ve karpuz yetiştirilen tarlalara bostan deniliyor, zamanımızda. Hatta teşmil ile kavun ve karpuza da bostan deniliyor. İşte bir türkümüz: Ektim tarlanıza bitmedi bostan!

Ekseriya “salatalık” demeyi tercih ettiğimiz “hıyar”a da bostan denilebiliyor.

Bağ, bahçe, bostan...Hepsi aynı kapıya çıkıyor. Fanî dünyanın güzel yanı. Tasavvuf erbabı bu dünyanın kelimelerini ebedî dünyaya teşmilden geri durmuyor, işte Niyazi-i Mısrî:

Bir şehre irişdi yolum dört yanı düz meydan kamu

Ana giren görmez ölüm içer âb-ı hayvan kamu

..

Bir hoş güzel yapısı var otuz iki kapısı var

Cümle şehirlerden ulu her yanı bağ bostan kamu....

Yolum dört yanı tamamen düz meydan olan bir şehre vardı. O şehre giren ölmez, çünkü ölümsüzlük suyu içer. Bu şehrin güzel bir yapısı var, otuz iki de kapısı... Bütün şehirlerden büyük olan bu şehrin her yanı tamamen bağ ve bostan...

Bostancıya kelek satmaya kalkışmamışızdır inşaallah!

Bu yazı toplam 463 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim