25 Nisan 2024
  • İstanbul22°C
  • Ankara27°C

ÂLİM KAHRAMAN: BİR KİŞİLİK: ORHAN OKAY

TYB Akademi 22 / Orhan Okay / Ocak 2018

Âlim Kahraman: Bir Kişilik: Orhan Okay

02 Haziran 2018 Cumartesi 10:00

Tam Adı Mehmet Orhan Okay’dı. Bu dünyaya bir ocak ayında gelmişti (26 Ocak 1931), bir başka Ocak’ta da ayrıldı (13 Ocak 2017). Demek ki vefat ettiğinde on üç gün eksiğiyle 86 yaşındaydı.

Aile kökleri anne tarafından Erzurum, baba tarafından Arapgir'e uzanmaktadır. Kendi ifadesine göre, dedesinin dedesi boyacılar kahyası imiş. Birkaç yazısında müstear olarak kullandığı "Kahyaoğlu" soyadının geçmişine işaret eden bir özelliği bulunuyor. Fakat o doğma büyüme bir İstanbul çocuğudur. Fatih'in arka mahallelerinin birinde, Balat’ta dünyaya gelmiştir. Babası Yaşar Salih Bey polistir. Bir ara öğretmenlik de yapmış olan annesi Naciye Hanım Rüştiye mezunu, ud çalacak kadar musikiyle ilgilidir.

Doğup büyüdüğü mahalle, büyük oranda kendi bütünlüğünden koparılmış bir parça görünümüyle de olsa, eski Osmanlı toplum yapısının mozayığını yansıtmaktadır.

Abdülaziz Bekkine'den tasavvuf kültürü ve terbiyesini alır. Kişiliğinin üzerine oturduğu üç temel ayaktan birisi olur bu. Diğer ikisi idealizm ve ilmî disiplindir ki onlardan ilkini Nurettin Topçu, diğerini de Mehmet Kaplan adıyla sembolleştirmek mümkündür. Sanatkarâne bir boyutu da vardır kişiliğinin. Deneme türünde eser vermiş bir yazardır aynı zamanda Okay. Tüm hayatına yayılmış bir zevk-i selimden söz etmek gerekir.

Orhan Okay'ı daha orta okul sıralarından itibaren kitapların dünyasına girmiş ve okumanın zevkini almış bir kişi olarak görürüz. Onun bu tarafını bize veren mekân o zamanki Bâbıaâli kitapçıları ve Sahaflar Çarşısı'dır. Değerli birer kültür adamı olan sahaflar ve büyük kitapçılarla daha o yılarda tanışmıştır. Onun dünyasının bu cephesini Raif Yelkenci ile sembolize etmek mümkündür. Kendisini bir kartla hattat Halim Özyazıcı'ya gönderen de o olur. Hat dersleri aldığı Halim Efendiyle ilişkisi, bu değerli adamın ölümüne kadar devam edecektir.

Onu terbiye eden bir başka unsurlardan biri de çevre, şehirdir. Doğup büyüdüğü İstanbul’da -kendi ifadesiyle- kültür, adeta sokaklardan akmaktadır.

Fakültedeki okuduğu yıllar içinde bir gece, birkaç arkadaşıyla Necip Fazıl’ı evinde ziyarete giderler. Şair o sıralar Moda’da oturmaktadır. Dalga Sokağı No. 5’teki evin giriş katında. Okay, ortaokul lise sıralarından itibaren Necip Fazıl’ın okuyucuları arasındadır. Hemen hemen tüm eserlerini okuduğu gibi, 1945’teki II. Döneminden itibaren Büyük Doğu’yu da düzenli takip eder.

Okay ilmî çalışmalara başladıktan sonra da ilim adamlığı sıfatının dışında, bir yazar olarak yazma disiplinini sürdürmüş ve kültür dünyasının atan nabzı şeklinde görmemiz gereken edebiyat dergileriyle irtibatını hiçbir zaman kesmemiştir.

Orhan Okay’ın yazarlık hayatı, 1953’te Abidin Mümtaz Kısakürek’in çıkardığı Türk Sanatı dergisinin Nisan sayısında (nr. 7) yer alan “İfadelerin Masuniyeti” yazısıyla başlar. Kendisi böyle söylemektedir.  Yüksek Öğretmen’e de devam ettiği yıllardır. Söz konusu yazıda, ifadesini bulmuş bir metnin (edebî eserin) kendi yazıldığı dilde bile tamamen tekrar edilemeyeceği üzerinde durulmaktadır. Bu sebeple “sanat erbabı[nın] eserleri asıllarından (…) yazıldığı dilden okumayı tercih” ettikleri belirtilir. Yazı, dönemi için ayrıca önem taşıyan şu dikkat çekici cümlelerle biter: “Hele zaman zaman ortaya çıkan ‘Kur’an Türkçe okunmalı!’ gibi sözlerin mânâsı ne olabilir? Eğer yine maksad ilahî emirlerin öğrenilmesi ise ayrıca bu mânâlar okunabilir, fakat bu Kur’an okumak olmaz.”

Okay, müdekkik bir okuyucuydu. Onun şahsiyetini yapan temel özelliklerden biridir bu.

1995 yılıydı galiba. Haydarpaşa-Adapazarı trenlerinden birinde karşılaşmıştık. İkimiz de Sakarya Üniversitesindeki görevimize İstanbul’dan gidip geliyorduk. Kompartıman fazla kalabalık değildi. Hocanın elinde yeni yayımlanmış bir kitap vardı, onu okuyordu. Ben gelince okumayı bıraktı. Sohbete başladık. İlk o gün dikkatimi çekmişti, elinde bir de kurşun kalem oluyordu okurken. Bazı notlar koyuyordu sayfaların kenarına. O gün bir araştırma kitabıydı okuduğu. Satır aralarına, sayfa kenarlarına bir hayli düzeltmeler yapmıştı. Eline aldığı her kitabı, metni, ne kadar büyük bir dikkat ve ciddiyetle okuduğunun ilk o gün farkına varmıştım.

Okay’ın yazarlığı akademik hayatını öncelerse de o, İstanbul’a kesin dönüş yaptığı emeklilik yıllarına kadar kaleminin sahip olduğu imkânları tüm açılımlarıyla ortaya koymuş değildi. Bunda, doğup büyüdüğü ve 20’li yaşlarının başına kadar yaşadığı İstanbul’dan -bu kültür başkentinden- uzak olmasının önemli bir payı olsa gerek. Çünkü bu tür yazılarının çoğu, 1990’ların ikinci yarısından başlanarak sonraki on yılda yayımlanmıştır. Yani Orhan Okay’ın hocalıkla Anadolu’da geçmiş uzun yılların ardından İstanbul’a dönüş yaptığı 1994 sonrasında. Onun yüksek insanî meziyetlere sahip bir Hoca, bir yazar, bir kültür adamı olduğu, İstanbul’a tamamen taşındığı bu tarihten sonra, daha geniş bir çevre tarafından fark edilmeye başlanmıştı.

İlim adamlığını ortaya koyan Beşir Fuad ve Ahmet Midhat Efendi gibi ilk kitapları dışında, birçok okuyucu için Orhan Okay’ın iç âlemine kapı aralayan ilk yazısı, 1990 yılında bir gazetede çıkan “Abdülaziz Efendi’den Birkaç Hatıra” olmuştur. Bu yazı, onu sadece kitaplarıyla tanıyan okuyucularını oldukça şaşırtmış, kafalarındaki Okay imajının yetersiz kaldığını görmelerini sağlamıştır. Düşündüklerinin ötesinde derinlikleri bulunan bir şahsiyetle karşı karşıya olduklarını anlamalarına kapı aralamıştır. Bu türden ufuk açan bir başka yazısı da “Menekşeli Vadiye Dönüş” olmuştur. 1999 yılında çıkan bu yazı nefis bir denemedir.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Orhan Okay’ın 1995’te nihaî olarak İstanbul’a dönüşü ve ailesiyle Levent’teki evlerine yerleşmeleriyle ikinci verimlilik dönemi başlar. Birçok kitap ve yazısı bu dönemin ürünleridir. Kendisi, bu yeni dönemi, İstanbul’a dönmesinin yanında üzerinde hissettiği bazı baskıların kalkmasına da bağlar Ezel Erverdi’nin aktardığına göre şöyle demektedir: “Kendi kendime tahlil ettiğimde şunu fark ediyorum. İki hocamın da varlıkları biraz benim yazı yazmamı engelledi gibi geliyor bana. Bu benim kendi düşüncem. Onlar hayattayken böyle bir şey düşünmedim. Neden? Adeta üzerimde bir kontrol var gibiydi. Yani yazdığım her yazıda N. Topçu veya M. Kaplan tenkit edecek gibi bir endişeye kapıldım. Üzerimde böyle bir baskı yaptıklarını da zannetmiyorum. Topçu bu konuda ısrarda bulundu mu bilmiyorum, ama Kaplan devamlı söylemiştir. Bu mektuplarında da vardır. ‘Falanca dergi çıkacak. Senin oraya yazı yazmanı istiyorum. Beşir Fuad’dan bir antoloji yap. Basılsın’ gibi devamlı telkinlerde bulunmuştur. Fakat buna rağmen yazı hayatım, onların hayatta olduğu dönemde fazla gelişmedi. Onların vefatlarından sonra, daha çok yazdığımı görüyorum. Neden? Beni kontrol edecek kimse kalmadı. Gençler de beni kontrol edebilir, tenkit edebilir ama demek ki farkına varmadığım psikolojik bir baskı vardı. Enteresan bir şey. Tuhaf değil mi? Şuur altında vardı demek ki” Ezel Bey tam katılmıyor ama, Okay’ın bu sözlerini dikkate almak gerektiğini o da kabul ediyor. Belki bu yeni verim dönemi için şu faktörün rolünü de eklemek gerekir: Üniversiteden emekli olmak, Üniversite hayatının getirdiği birtakım külfetlerden -hatta bir çeşit baskıdan- kurtulmak!

 

*

Orhan Okay'ın kişiliğinin şekillenmesinde, her yetişmiş insanda olduğu gibi, şahsen ve eserleriyle etkili olmuş birçok isim söz konusudur. Ancak şunu da sormamız lazım: Bir kişiliği sadece etki odaklarıyla açıklamak ne kadar doğrudur? Mehmet Kaplan’ın sık sık aktardığı bir söz vardı: “Aslan yediği hayvanlardan mürekkeptir.” Bu söz, orijinal bir kişiliğin beslenme kaynaklarına işaret eder ancak. Halbuki tersten gidersek diyebiliriz ki, orijinal bir kişiliği kaynaklarına indirgeyerek açıklamak bütünüyle mümkün değildir.

Nurettin Topçu'ya özel bir bağlılığı olmasına rağmen, bu bağlılık kendi kimliğini oluşturacak serbest ilgileri boğucu bir kalıba dönüşmemiştir. Buna meydan vermemiştir Okay. Hatıralarına dikkatle bakılırsa, şahsen ve eserleriyle üzerinde etki bırakan isimler Mehmet Akif, Yahya Kemal, A. Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Tahirül Mevlevî diye genişler. Evet, her kişilik bir terkiptir, fakat sonuç olarak yine de kendisidir. Orhan Okay, kendi orijinalitesine sahipti.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.