19 Nisan 2024
  • İstanbul14°C
  • Ankara20°C

DR. MUHAMMED ENES KALA: AHLÂKTAN SANATA VE SANATTAN AHLÂKA

Ömer Naci Soykan’ın Düşüncelerinden Hareketle Bir Çözümleme Denemesi- TYB Akademi 23 / Estetik / Mayıs 2018

Dr. Muhammed Enes Kala: Ahlâktan Sanata ve Sanattan Ahlâka

10 Ekim 2018 Çarşamba 10:19

Sanat, cansızlığın içindeki canı, beden içindeki ruhu görebilmeye vesile olan beşeri etkinliktir. Her bakan göremez, her işiten duyamaz, sanat, bu anlamda görme ve duyma yetkinliğidir. Sanat, bunlarla birlikte mekanı, zamanı ve imkânı işlemek ve güzel kılma faaliyetidir. Sanatı kendine bakan makul ve eleştirel bir gözle değerlendirmek, ona ilişkin ideal ufku kaybetmemek için oldukça önemlidir. Bunun içinse sanata felsefeyle bakmak, sanatın içindeki felsefeyi bulup çıkarmak ve yorumlamak gerekir. Bu çaba aynı zamanda insani bir etkinlik olan sanatın, diğer insani etkinliklerle ortak ve uzlaşır karakterini keşfetmek için de önemlidir. İnsan hayatının bütüncül ekseninden taviz vermemek adına, insan ‘olmak’lığı olanaklı kılan tüm alanların birlikte işlevsel olması oldukça önemli görünmektedir. Din-bilim-sanat-ahlâk ve felsefenin bir aradalığı bizi sadece entelektüel düşünceye ve eyleme davet etmez aynı zamanda bir arada yaşama zemininde işbirliğine, birlikte yetkinleşmenin imkânlarını bulabilmeye sevk eder.  O halde sanat üzerine hiçbir zaman kendi içine kapalı, diğer alanlardan izole edilmiş şekilde ve alan körlüğüne davetiye çıkarak biçimde konuşma imkânımızın olmaması gerekir. Çalışmamızda sanatın ahlâkla, ahlâkın sanatla ilişkisini ve etkileşimini değerlendirmeye çalışacağız. Söz konusu çaba, Ömer Naci Soykan’ın etik-estetik tasavvurunu merkeze almak suretiyle yeri geldiğinde söz konusu tasavvurdan uzaklaşma cesaretini de kendimizde bularak gerçekleştirilmeye çalışılacaktır.

            Etüdümüzde ilkin Soykan’ın anlayışında kısaca sanat ve ahlâkı tebarüz ettiren hususlara değinilerek, ahlâk ve sanat arasındaki ilişkinin neliğini kavramaya olanak verici bir şekilde kavramsal arka plan inşa edilmeye çalışılacaktır. Akabinde, çalışmamızın bir bağlamda temel tezlerinden birisini oluşturan ahlâk ve sanat alanlarının, (Soykan’ın tercihen söylediği şekilde etik-estetik alanlarının) bütünlüğü ortaya konulmaya çaba sarf edilecektir. Söz konusu bu başlık aynı zamanda içerisinde nüve olarak estetikten etiğe, etikten estetiğe olan gidimi ve kazanımları saklayacaktır. Daha sonra sanatın, ahlâk için sakladığı kazanımlarını, sanatın ahlâk alanına kattıkları, katabileceklerini bir başlık altında, buna mukabil ahlâk alanının sanat alanı için sakladığı katkıları, ahlâkın sanat için değerini de bir başka başlık altında ifade etmeye, değerlendirmeye ve tartışmaya çalışılacağız.  

Sanat ve Ahlâk İçin Bir Çerçeve

            Çalışmamızın teorik zeminine öncelikle Ömer Naci Soykan’ın estetik-etik anlayışını koyduğumuz için bu başlıktaki iki temel kavram olan sanat ve ahlâka Soykan nazarından bakmayı deneyeceğiz.[1] Kuşkusuz Soykancı zeminle kendimizi bu çerçevede sınırlandırmayacağız. Ancak, sanat ve ahlâk bütünlüğü, ilişkisi ve etkileşimine dair çözümlemede kendisinden en çok yardım aldığımız düşünür Soykan olacaktır. 

Öncelikle, sanat kavramıyla başlamayı tercih etmekteyiz. Kapsamı oldukça geniş olan sanatın, literatürde farklı saiklere yaslanır şekilde anlamları ihtiva ettiği ifade edilmektedir.  Literatürde kullanıldığı şekliye karşımıza çıkan karşılıklar kısaca şunlardır: “insanın el becerisiyle yaptığı şeyler; gözlem, çalışma veya uygulama yoluyla elde edilen üstün nitelikli öğrenme yeteneği; bir işi belli bir estetik duyguyu yansıtacak biçimde gerçekleştirme tarzı; bir etkinliğin gerçekleştirilmesi veya belli bir işin yapılmasıyla ilgili yöntem, bilgi ve kuralların tamamı.”[2] Belki bunlara insanın, yeryüzünde Yaratıcıyı taklit ederek veya daha doğru bir tabirle onun sıfatlarıyla sıfatlanmasının tezahürü olarak yaratma faaliyetinde bulunma hali de eklenebilir.

Soykan, sanatın, ona belli bir bakışın, onun için belirlenmiş ve çizilmiş bir kuramın var olduğu yerde mümkün olduğunu belirtir. Sanat felsefesi ise bununla bağlantılı olarak yaşamı yansıtmakta olan sanat yapıtında yaşamı görmek ve görüleni dile getirme uğraşısı olarak karşımıza çıkar.[3] Soykan, sanatın nesnesini, insana ilişkin doğrudan doğruya insan elinin değdiği ve kendisinde doğal olandan fazlasının bulunduğu değer nesnesi olarak görür. Sanat felsefesini ise o fazlalığı yerinde görüp, ifade etme çabası olarak anlar.[4] Aslında bu manada insanda doğal halinden fazla olarak bulunan fazilet veya reziletlerle ahlâk alanını anlayacak olursak, ahlâk ve sanatın gerek insanda gerek doğada, tabii olarak bulunana insanın devreye girerek aklı ve iradesi yardımıyla kattığı fazlalıklara işaret ettiğini ifade edebiliriz. Bu husus ileride ayrıntısıyla değerlendirilecektir.

Soykan’ın var olanları tasnif etme konusundaki anlamlandırma çabasında yardımına Heidegger koşmaktadır. O, biri kendi kendisinden açılıp meydana gelen, diğeri insanın öne sürdüğü ve meydana getirdiği var olan olarak var olanları ikiye ayırmaktadır.  Birincisini “physei onta” (fiziksel var olan), ikincisinin ise “tekhne onta” (yapma var olan) olarak vasıflandırır.[5] Bu çerçevede sanat yapıtı ‘tekhe onta’ sınıfına girmektedir. Zira sanat, insanın açığa çıkardığı, meydana getirdiği ve dolayısıyla insana bağlı ve insan için var olandır. Bununla birlikte ‘tekhne onta’nın kapsamı sadece bununla sınırlı değildir, herhangi bir fiziksel var olanı algılayan ve bu algılamayla onu kendi dünyasına katan insan için de o var olan, bir “tekhne onta” karakteri kazanmaktadır.[6]

O halde Soykan’ın söylediklerinden hareketle onun her ne kadar, insanın doğada olmayıp doğaya kazandırdıklarını sanat çerçevesinden anlamlandırmaya çalışsa da, her ‘beşeri yapıp etme’nin kuşkusuz ‘tekhne onta’ sınıfına girse de, ‘sanat’ olarak ifade edilemeyecek olduğuna ilişkin imalar görürüz. Burada bir kere estetik beğeni, estetik özne ve estetik nesnenin diyalojik ilişkisini görmek gerekir. Soykan, bir şeyi sanata dahil kılan kıstasların olması gerektiğine değinir ve onları, özgünlük, amaca uygunluk, beğeniye uygunluk, geçerlilik ve kurala uygunluk olarak kabul eder.[7] Özellikle sanatın ve sanat nesnesinin var olabilmesi için, Soykan, onların anlamlandırıldığı ve onlara ilişkin güzel değerinin tecrübe edildiği bir normlar zemininin olması gerektiğini düşünür. Söz konusu bu normlar hem sanat alanına özerklik katmakta, hem de sanat nesnesine ilişkin güzel yaşam tecrübesini nesneden özneye yaklaştırmaktadır. Aynı zamanda sanat, bağlı olduğu normlar aracılığıyla normları yıkan bir özelliği de haizdir.  Ancak sanat her ne kadar, bir açıdan normları yıkan bir özelliğe sahip olsa da bu, ancak yıkılan normların yenilerini yıktıklarının yerlerine koymakla anlama kavuşur. Şayet yıkılan normların yerine yenileri koyulamazsa sanat kendisini tahrip eder ve hiçleşir. Bu bağlamda Soykan için normlar hem sanatın varlık şartı hem de onun anlamlandırılma yolları olarak anlaşılırlar.[8] Sanat her şeyin her şey, herkesin ise herkes olduğu yerde bir isyan taşır.[9] Dolayısıyla sanatın normları, şeyleri her şeyleştiren, kişileri ise herkesleştiren kıvama gelmişlerse onlar yerlerini özerklik ve özgünlüğü onlardan daha iyi taşıyabilecek yeni normalara bırakmalıdırlar. O halde, böylesi cevval bir sanat, gerçek ve görüntünün özdeşleştiği renksiz tek boyutlu dünyaya renk katmaya, dünyaya bakışan bakış açılarının boyutlarını da zenginleştirmeye aday olacaktır. Sanat yardımıyla insan, bakıp görülemeyeni, işitilip duyulamayanı farketmeye başlayacaktır. İnsan sanatla derinleşecek, yetkinleşecek ve tam insan olmaya bir adım daha yaklaşacaktır. Bu zeminde estetik deneyim, özne ve nesne birlikteliğini getiren bir bağlama sahip olacaktır.  

Soykan, normun sanatın var olabilmesi ve anlamlandırılabilmesi için oldukça önemli olduğunu ifade etmekteydi, onun dışında, sanattaki unsurlar olarak gördüğü ‘pathos’, ‘tekhne’, ‘mimesis’ ve ‘poiesis’ kavramlarını da anlayışında ön plana çıkarır. ‘Pathos’ta ilahi olanla insan etkilenmesi ve esinlenmesi durumu söz konusudur. ‘Pathos’ retorik değil de sanat söz konusu olduğu zaman kişiye dışardan gelen esin anlamını ihtiva etmektedir. Dışarısı ilahi olana gönderimde bulunur. İnsanda bu ilahi olanı alma yetisi potansiyel de olsa vardır. ‘Pathos’ kişide yaratma edimini ortaya çıkarır ve yaratmaya olanak tanır, yaratma ise ilahidir.[10] ‘Pathos’, kişinin kendinde tanrısal iyisini bulma halidir ancak ruhta tanrısal olanı bulmak bedeni terbiye etmekle mümkün görünebilir. Sanatçı ruhu açık kişidir, dolayısıyla sanatçının ruhunu açık kılma imkânına sahip olması gerekir ki bu genellikle erdemlerle ve ruh yüceliğiyle alakalıdır. Sanatçı her şeyden önce duygularını iyi tanıyan, eğiten ve ruhunu yücelten kişi olarak karşılık bulur, aynı şey sanatı alımlayan için de öyledir.[11] Duyguları eğitmede ve ruhu yüceltmede sanat ve ahlâk söz konusu bu zeminde el ele yürüyebilir.

‘Pathos’tan sonra ikinci unsur, ‘tekhne’dir. Zira ‘tekhne’si, becerisi, biçimleyicisi, olmayan ‘pathos’ yalnızca coşkun akan bir ırmağa benzemekte ve kendisiyle birlikte yatağını da tahrip etmektedir.  Soykan, ‘pathos’un ürün vermesini ‘tekhne’yle mümkün görür. ‘Pathos’la ona biçim veren, onu düzenleyen, ‘tekhne’nin birlikteliğinden oluşan yapı, kişinin estetik tavrı alan ruhunu biçimlendirecek ve yüceltecektir.[12]

Soykan’a göre ‘mimesis’ üçüncü unsurdur. ‘Mimesis’, sanatın ereksiz bir ereğe sahip olmasıyla alakalı olarak da okunabilir. Bir manada sanatın kendi başına ereği olmasa da onun ereği alımlayıcısında taklit ettiği şeyin aslına ulaşma isteği uyandırması ve ona gitmeyi sağlamasıdır. Bu bağlamda sanat yapıtının değeri aslına bakılırsa bir taklit olan bu yapıtı aslıyla,  kendisine aldığı örnekle benzerliğinde, gerek meydana getirenini gerekse onu alımlayanı aslına doğru yönlendirebilmesinde aranmalıdır. ‘Mimesis’te öyleyse insanın ahlâkî yaşam formlarının da bulunduğunu düşünebiliriz. Çünkü  ‘mimesis’e sahip olan sanat, aslına bakılırsa hem meydana getireni hem de onun alıcısını sanat çerçevesinde taklitten asıl olana yönlendirirken, etik zemine ise onları kötüyü engellemeye, iyiyi sevk etmeye isteklendirmiş olur.[13] 

Sanatın son unsuru ‘poiesis’tir. Bu özelliğe sahip olmakla sanat ortaya yeni ve özgün bir şeyi ereksiz ereklilik içinde ortaya koyma etkinliği olarak karşılık bulur. İnsanın sanatla ilahi olana yaklaşması ve ilahi olanı tecrübe etmesi sanatın nihai zemininde mümkün olmaktadır.[14] ‘Poiesis’, sanat söz konusu olduğunda, özgün ve özerk yaratma anlamına yaklaşır. Sanatçıların ürün vermede aldıkları tavır, bu edimi hoşa giden bir edim olarak görüyorsa, o zaman bu edimin adı sanatsal yaratmadır ve yapılan da 'özgür sanat'tır. Yok, eğer bu tavır, bu edimi hoş olmayan bir edim olarak görüyorsa, o zaman bu edimin adı zanaattır, el işçiliğidir ve yapılan da 'ücret-sanat' adını almaktadır.[15] Eli çekiç tutmaya yatkın olmayan, böyle bir alışkanlık, bir beceri kazanmamış olan bir kişinin heykeltıraş olması olanaklı mıdır? Ama bu, her eli çekiç tutmaya yatkın olanın (zanaatçının) heykeltıraş (sanatçı) olacağı anlamına da gelemez. Ne ki, bunun tersi doğrudur. Yani her taş ustası heykeltıraş değildir ama her heykeltıraş bir taş ustasıdır. Zanaat, sanat için gerekli koşuldur, ama o tek başına yeterliliği sağlayamamaktadır. Bu yeterli olmayış, sanatın zanaattan ayrı bir yaratmayı gereksediğini göstermektedir. ‘Tekhne’, bu kaynağın yakınında bir yerdedir, ‘tekhne’ sanat için gereklidir fakat yeterli değildir. Fazla olan, yeterliliği sağlayan her ne ise onun, üstüne vardığımız zaman, her seferinde karşımıza bambaşka bir kavram çıkmaktadır: ‘Poiesis’, yaratma.[16] İşte ‘poisesis’ bu zeminde bize öyle geliyor ki zanaatı kapsamakla onu aşan, içerisinde özgün ve özgür yaratma ve aşma edimini ihtiva etmektedir.

Estetik için, onu ortaya koyan unsurlardan sonra, onun nerede vuku bulduğunu anlamaya çalışabiliriz. Estetik tecrübe, ne salt realizme indirgenebilir ne de salt idealizmle anlamlandırılabilir. Yukarıda temas edildiği üzere estetik tecrübe için aynı anda bulunması gerekenler estetik özne, estetik nesne ve estetik beğeni-tavırdır. “Yorumcunun kendi niyetinin yapıta eklemlenmesi ve yapıtın anlatımının çoğaltılması zenginleştirilmesi sonucunu verir. Ancak anlam zenginleştirilmesinin de belli ölçüleri olmalıdır. Yapıtta varsayılan ifade bir yandan zenginleştirilirken bir yandan da yapıtta bağların koparılmaması gerekir. Aksi halde hiç akla hayale gelmedik anlamların da yapıtın anlamında olduğu söylenebilir bu nedenle yapıt, yapıta katılan yorumcudan, yani estetikçiden belli bazı şeyleri bekler.”[17] dolayısıyla sanat tecrübesi, kendisini reel ve ideal olanın kesişim kümesinde açığa çıkarırken, özne-nesne birlikteliğini estetik beğeninin açığa çıkması için gerekli görmektedir. Bu yaklaşım sanat tecrübesini ne salt öznelcilikte buharlaştırır ne de salt nesnel belirlenimciliğe hapseder. Soykan, sanat yapıtlarının belli bir gerçeklik durumundan öte görme tarzlarını, anlam bağlantılarını temsil ettiğini ve bu yolla da ona bakanın onu meydana getirenin ufkunu genişleten yaşam alanını, dünyayı zenginleştiren şeyler olduğunu düşünmektedir.[18]

            Sanatın ilgilendiği, açığa çıkardığı, keşfettiği ve anlamaya çalıştığı değerler, güzellik ve çirkinlik kavram çiftidir. Güzel, estetik nesnenin bizim duyuşumuzda, tinimizde, bilincimizde ve hissimizdeki yaşantısının kendisine verdiğimiz niteliktir.[19] Güzel şeylerle birlikte ona bakan gözlerle inşa ve işaret edilen değer olarak karşımıza çıkmaktadır. “Güzel, resmin bir özelliği değildir, fakat onun bütününe bakarak ona öznenin yüklediği değerdir. Değer estetik olsun, etik olsun nesnede bulunmaz. Değeri nesneye yükleyen öznedir. Bu tür yargılar bütün insanlarca, yani bütün öznelerce kabul edilse bile onların geçerliği nesnel değil, özneldir, öznelerarasıdır.”[20] Güzellik kavramı bir başka yerde de şöyle karşılık buluyor: “Güzellik, fayda gütmeyen bir tatmindir, Mefhumsuz bir külliyettir, gayesiz bir gaiyettir ve enfüsi, sübjektif bir zarurettir.”[21] Güzellik kavramının zıttı olan çirkinlik de sanatın kapsamına girmektedir ancak olumsuz yönüyle. Çirkinlik, sadece bir ahenk yokluğu değil ancak gayesine olan uzaklık ve ahenk karşısındaki düşmanca tavırdır.[22] O halde estetikte gayenin içerisine dahil olabilmesi gerekli olan bir ahlâkî bilinç ve erdemden söz etme imkânımız kendisini derinden hissettirmektedir. İnsanı araçsallaştırmayan, insan onurunu ve haysiyetini zedelemeyen bir ahlâkî şuur ve erdem, estetiğin gayesinde içkin olarak tasarımlanabilir, dolayısıyla iyi, güzeli en azından sadece bu yönüyle de olsa önceler veya güzel ancak iyi ile tamam olur. Bu manada ‘güzel’ ise arkasında anlam ufkunu kaybetmiş, durağanlaşmış anlamsızlık içinde bir şok etkisi ile sosyal baskı altında hapsedilmiş insanı mahkum eden anlayışları asilleştirebilir, yani insanı ve toplumu kendisine getirebilir. Dar görüşlü ahlâk anlayışı sanattan çoğu zaman endişelenip, tiksinirken, yüksek ahlâk ise ahenktar bir hayat içinde sanatın değerini yüceltmektedir.

Sanat alanında iki varlık kendisini hissettirir. Bunlar, estetik özne ve estetik nesnedir. Estetik özne, estetik tavır ve beğeniyle estetik nesneye yönelerek onu anlamaya çalışır. Estetik nesne, estetik özneye onun kendi dışında verilen bir tür nesne olabildiği gibi, bizzat estetik özne tarafından estetik beğeni ve tavrın eşlik ettiği meydana getirme yetisiyle estetik özneye bağlı sonradan meydana getirilmiş olan şeydir. Her iki durumda da estetik nesne, pozitif bilgi sahasında öznenin karşısında duran, özneye epistemik mesafe mesabesinde uzağında bulunan sıradan nesne değildir. Tam burası estetik nesnenin ayrıcalığını göstermekle beraber, estetik öznenin sanat tecrübesinde hakikati deneyimleme imkânını bize sunar.  Bu bağlamda sanatın hakikate işaret ettiği bir yönü söz konusudur. İnsanın bildiği şey, onun meydana getirdiği şey olduğunda o kişi için bilgibilim ve varlıkbilim ayrımı[23] ile özne-nesne dikotomisi oluşmayacak, bilgi boşluğu meydana gelmeyecektir. O kişi meydana getirdiğini aracısız yani hakiki olarak bilebilme imkânına sahip olacaktır.

Sanat söz konusu olduğunda Soykan, sanat yapıtında yaratıcısının ortaya koyduğu, kendi tinindeki varolanı kasteder. O halde bu zeminde hakikat, insanın ortaya koyduğu şeylerde, ortaya koyduğu yapıp etmelerde ve eylemlerdeki halisliği, özgünlüğü, samimiliği göstermektedir. Bir duygu ve yaşantıdan şüphe edilemez, dolayısıyla sanat tecrübesi, cismin bilgisinde olan şüpheyi taşımaz.[24] Estetik tecrübe o halde hakikatin yakalandığı ayrıcalıklı bir yer olarak görülür. Ancak öyle görünüyor ki sanat, hakikati yakalamakta ancak Hakikate doğru da insanı yönlendirmektedir. Sanatın burada belki de en önemli işlevlerinden birisi görünüş ile gerçeklik ayırımını insana kazandırmış olmasıdır.[25]

Sanatın daima bir görünüş dünyası olduğunu ve onun gerçekliğin yerini alamayacağının farkında olmak gerekir. O halde sanat, Hakikati değil, hakikati verir ancak Hakikate doğru yol açmak kaydıyla.  “Sanatın son amacı mutlak güzelliğe varmaktır. Mutlak güzellik de mutlak varlıkla bir ve aynıdır. Mutlak varlık kendisinde üç ideyi –hakikat, iyilik, güzellik- nasıl bir bütün olarak bulundurursa, mutlak güzellik de bir görünüş olarak sanat eserinde bu üçlü birliği temsil eder.”[26] Kısaca, sanatın onu bilgi değeri olan doğruluk değerinden farklı kılarak işaret ettiği hakikat değeri, estetik tecrübede oldukça önemlidir. İfade ettiğimiz üzere bilgi için doğrudan, sanat için hakikatten bahsedilir. Bir önerme kendi dışındaki nesnesine uygunsa o zaman o, doğru bir önerme diye adlandırılır. Ama sanat, bilim gibi sadece kendi dışını göstermez tersine nesnesini kendi içinde barındırır. O zaman bu ilişki doğruluk değil hakikat/hakikilik olarak tesmiye olunur ve açığa çıkar değer de güzellik olarak belirir.[27]

İnsanın sonluluk ve sınırlılığını keşfedip sınırsızlığa yükselme isteği bakidir.[28] Sanat aşkınlığı aramalı ve bulmayı başarmalıdır, aksi halde insanı sadece burası ile doldurur ve içkin gerçekliğin ağırlığı artarsa sanat özgünlük ile özgürlüğünü yitirerek orta malı haline gelir ve özüne taban tabana zıt şekilde metalaşır.[29] Bu, bizi sanatın önem ve değerini fark etme gerekliliğine götürmektedir. Soykan’a  göre sanatın önemi yaşam karşısında  büyüktür. Sanat, bazen gizlilik ve sessizliği, bazen de açıklığı ister. Ama gerek açık gerek saklı olsun sanat yapıtı, bize dünyayı doğru göstermeye çalışır. Sanat, kendi örneğinde bize sanki şöyle diyordur “bana nasıl bakıyorsan dünyaya da öyle bak!” Sanat yapıtının tekilliği yani biricik estetik görünüşü bütün yaşam tekilliklerini şimdileştirir ve yaşamın canlılığına tanık kıldırır.[30] “Sanat hareketinin büyük kanunu, yeni şekiller yaratarak zanaatın esaretini aşmak ve kopya etmemek ihtiyacıdır. Şu halde bedii olarak, yaşamaya kabiliyetli her nesil, tabiatıyla evvelkinden başka bir şey tercih eder.”[31] Bu ifadeler sanatı bizim olmazsa olmaz şekilde ahlâk alanıyla bağlantılı olarak anlamamız ve icra etmemize olanak tanımaktadır.  

Şimdi de ahlâka Soykan’ın nazarından bakıp görülenleri ifade etmeye çalışalım. Soykan’a göre ahlâk özerk, insansa özgür varlıktır. İnsan eylemlerini yönlendirecek ahlâkî değeri yine insan kendisi koyup buna uyuyorsa burada insan gerçek manada özgür kabul edilir. Ortak iyi yaşam ideali anlamında ahlâkî yaşam, ahlâka ilişkin samimi bir yaşam çabası ile birlikte söz konusu yaşam üzerine sürekli derinlemesine düşünmekle gerçekleştirilebilir durur. “İyi yaşam ne olduğu sorusu eğer biz yaşamamız üstüne açıklığa sahip değilsek yanıtlanabilir değildir. Bireysel ve toplumsal yaşam üstüne bir aydınlanma onu sorgulamakla olanaklıdır.”[32] Soykan, ahlâk anlayışını, söz konusu zeminde Kant’a yaklaştırır. Ahlâk, insanın kendi kendisine, kendi yaşamına, kendisinin kattığı bir şeydir, böylece insan kendi yaşamını değerli ve anlamlı kılar. Öznelerarasılığı aşmaz şekilde kendi ampirik bireysel zemininde  aşkınlık alanına uzanır.[33] Ahlâk, aslına bakılırsa bir aşkınlığa sahiptir. Ahlâkî değer vermeyle kişi aşkınlık alanına geçer. Yaşamın anlamı ve değeri, hayatın içinde basitçe gösterilebilecek bir nesne değildir. O, yaşama aşkındır. Bu aşkınlık alanındaki ahlâkî değer daima mutlaktır ve değişmez. Değişen kısmı, bağlı olan belli bir zaman ve yerde uygulanan ahlâkî edimler ve ölçülerdir. Ancak Soykan’ın anladığı aşkınlık, ahlâkî değerin mutlak olması, onun hiçbir şeye bağlı olmaması, yalnızca bir ideal olarak dile getirilmesi çerçevesinde karşılık bulur.

Aşkınlık bahsini, ahlâkın ve sanatın hakikatten yola çıkıp Hakikati ima eden yönüyle genişletmek mümkündür, sanat için bize açılan veçheye yukarıda işarette bulunmuştuk. Cismin bilgisinde yer alan şüphe, sanat ve ahlâkî tecrübede bulunmaz. İlkinde nesne ona yönelenin karşısındadır ve bilgisi doğrudan değil ilgili araçlarla kazanılır, dolayısıyla dolaylıdır. Ancak ahlâk yargısında nesneyle kurulan bir özdeşlik öz konusudur ve hakkında konuşulan şey artık bize ait olan bir şey olur. Aynı durum estetik yaşantı için de söz konusudur, estetik nesne her ne kadar alımlayanın dışında olsa da o şeyi, güzel kılan husus, meydana getirmede ve alımlamada estetik beğenidir,  estetik beğeniyse özneye aittir.[34]

Erol Güngör, ahlâk ve insan arasındaki ilişkiyi çok güzel şekilde ortaya koymuştur. “Suyun bulunduğu yerde nasıl hayat varsa, insanların bulunduğu yerde de ahlâk vardır.” İnsanın tüm niyet, edim, hal ve sözleri ahlâkın kapsamına dahildir. Ancak burada işaret ettiğimiz insanın akıl ve iradesinin sağlıklı olmasının ahlâkın ön şartı olarak belirdiğini belirtmemiz gerekir. İnsanlığın hem giriş hem de çıkış kapısı olan ahlâkîlik, hem bir şuur hem de hayat pratiği olarak insanı kucaklar. Onun beliren, ön plana çıkan ve kendisiyle tüm ahlâkî süreci anlamaya çalıştığımız hususları ahlâk felsefesinde tartışılmaktadır. Ancak yerimizin mahdut olduğu ve konudan sapma tehlikesine kendimizi kaptırmamak için ahlâk kavramının işaret ettiği hususiyetleri konumuzun kapsamı ve ilgisini göz önünde bulundurarak kısaca ifade etmek istiyoruz.  

Öncelikle ahlâkın, öznellik, nesnellik ve görecelik arasında ezilip kaldığını görmekteyiz. Ahlâk, şayet insanı merkezine alarak, onun her zaman, zemin ve şartta iyiyi hedeflemesi gerektiğini salık veriyorsa, bu iyiliğin evrenselleştirilebilir olmasını talep ediyorsa, ahlâk alanından göreceliği tasfiye etmemiz gerekir. Ahlâkî değer olarak beliren iyi, aynı zamanda aşkın bir niteliği haiz olmalı ki tüm insanlar için geçerli olabilsin. Ancak ahlâk, insanın karşısında sıradan bayağı bir nesne olarak durmaz, insan olmasa da o karşısında bulunan nesne bulunabilir ancak insan olmadığı takdirde ahlâk bulunmaz. Dolayısıyla ahlâkın varlığı insanın varlığına doğrudan bağımlıdır, onun ahlâk üzerine fikrini, söylemini ve eylemini gerekli görür, öznelerearası bir aşkınlık ufkunda tüm özneleri birleştirebilme umudu söz konusu oldukça o hem evrenselleştirilmeye hem de doğrudan öznenin varlığına bağlı bulunma durumuyla da öznelliğe kendisini açar.  Ahlâkî eylem, her ne kadar fiziksel nesne gibi, öznenin karşısında, ondan bağımsız duran ve onun hakkında mesafe alınarak yargıda bulunulan bir olay olarak görünse de ahlâkî eylem aynı sanat yapıtı gibi özneden bağımsız değildir.[35] Bununla birlikte ahlâkî olan, özneye bağlı olmak üzere tezahür etmekte ama özneden hem yaşantı hem de yorum olarak kopamayan dinamik bir fenomene işaret etmektedir. Bu nitelikleriyle ahlâk fenomeni özne ve nesne arasında olması itibarıyla sanat fenomenine benzemektedir.

Ahlâkî iyiyi ortaya çıkaran onlarca saik ve gerekçe ortaya konulmuştur. Bir davranışı, söylemi, niyeti, karakteri ve eylemin sonucunu iyi kılan hususiyetlerin neler olduğu sıkça sorulur. İnsanın akıllı sosyal bir canlı olması nedeniyle insan için iyinin, makul, ölçülü, insani karakterden (erdemli bir yapıdan) sadır olması beklenen, sadece bencil değil, özgeci olmayı beceren, iradi bir niteliği haiz, insanlığın ortak iyilik havuzunu beslemeyi başarabilen, yekdiğerinde hayranlık uyandıran, sonucu itibarıyla olabildiği kadarıyla toplum menfaatini hesaba katan olması gerektiğini ifade etmek yerinde olacaktır. Tüm bunlar kuşkusuz ahlâkî iyinin kapsamına girmekte ama onu tüketememektedir. Bu çerçevede saydığımız tüm bunları artırabilmemiz mümkündür ancak konumuzla ilgisi mesabesinde ahlâkın özellikle salt bencillikten uzak olması gerektiği, menfaati ortak menfaate dönüştürebilme hususiyeti, özgürlüğü olmazsa olmaz şart olarak benimsemesi ve insan ruhunu yüceltebilmesi durumunu göz önüne aldığımızda onun sanat ile olan ilişkisini ima etmiş oluruz. Soykan, ahlâkî fenomenin her insanı kendisinde amaç olarak görmek ve herkesin kendisine yapılmasını istediği gibi davranmasının ardında kendisini gizlediğini ima eder. “Kötü, insana olanak olarak verilmiştir ve insan bu olanağı şöyle kullanabilir: Kendi benliğini araç yapmak; daha da kötüsü, her şeye hükmetmeye yönelmek, kendini başkalarının efendisi görmek. Bu durumda insanda artık karanlık ilke egemendir. Ama insanın, öteki olanağı, yani iyiyi seçmesi halinde, o, ne kendisini ne de başkalarını, onlarla hükmetmek istememe suretiyle araç yapar. Bu, insanın özgür olduğu, onun araç değil, erek olarak görüldüğü durumdur.”[36]

Etik-Estetik Değerler Bütünlüğü

İnsan hem ten hem de tin varlığıdır, tenselliğinde kalıp tinselliğini, tinsellikte kalıp tenselliğini unutursa varlık bütünlüğü bozulur ve çürümeye başlar.  Bütünlüklü değerler sahası insana onun en başta tinsel bir varlık olduğunu anımsatmakla beraber, varlık bütünlüğünün tinsellik ve tensellik arasında kıvam noktalarında keşfedilebileceğini hatırlatır. İnsanın birbirine bakan özsel farklı iki niteliğe aynı anda sahip olma gerekliliği gibi, tinsel yapısı itibarıyla onun yine birbirini tamamlayıcı ama birbirinden farklı iki niteliğe sahip olduğunu görebilmekteyiz. İnsan hem bilen, bildiğini bilen hem de eyleyen ve meydana getiren bir varlıktır, onun bilen, eyleyen ve meydana getiren olması onun tinselliğiyle ilgili olsa da bu sahip olmanın işlevselleşmesi ve nitelik kazanması için insanın tenselliğe de sahip olması gerekir.  Tin, en temelde farkında ve şuurunda olmak anlamını taşır. Tinin yaşamı şuur yaşamı olduğundan bir bütünlük arz eder. Dolayısıyla bütün içinde bireyin kendisini kendisinden ayıramadığı dünyanın da şuurunda olmayı dile getirir, sadece bu da değil aynı zamanda dünyayı değiştirmeyi dolayısıyla bilinç ve eylemi birlikte içeriminde saklar. O halde tinin kendisinde bir teorik ve pratik yanın olduğunu ama ona tin varlığı olabilmesi için iki yöne bir bütün içinde sahip olması gerektiğini çıkarabiliriz. Tinin teorik yanı, tinin kendisini bilme girişimi, pratik yanı ise tinin kendisini var kılma girişimi olarak tanımlanacak süreçleri işe dahil eder. Kendini bilmek bu meyanda kendi dünyasını bilmek, kendini var kılmak ise kendi dünyasını var kılmak anlamını ihtiva eder.[37]

            Şuur, iştah, irade ve his sahibi olan insan, hep bir şeylere yönelir. Bu yönelme bilgi elde etme isteği ile olabildiği gibi, haz ve fayda elde etme amacıyla da olabilir. Mesela insan “su”ya bir var olan olarak yani bilgi nesnesi olarak yönelebildiği gibi, susuzluğunu giderebilmek için de yönelebilir. İlkinde suya ilişkin önermelerinin konusu doğru-yanlış değerlerini sürece davet ederken, diğer yönelmede sürece yararlı-yararsız kavram çifti davet edilmiş olur. Yine insan, seçenekler arasında tercihte bulunan da bir canlıdır. İnsan içgüdüleri ve akıl seçenekleri arasında tercihe sıkışmış bir canlı olarak akli tercihini merkeze alarak iradesiyle ortaya koyduğu tercih ise sürece ahlâkî değerler olan iyi-kötü kavramlarını davet eder. Bunlar yanında insan bir de “şey”lerle ilgisinde onlardan hoşlanır, onlardan haz alır. Böyle haz duyan varlık olarak insan bu hoşlandığı, haz aldığı şeylere bir değer yükler, onlara hoş, güzel veya yüce der. Tüm bu doğruluk, yararlılık, iyilik ve güzellik değerleri doğada, nesneler dünyasında bulunmazlar. Onların varlığı insanın varlığı ile birliktedir. Doğa yapısı itibarıyla salt gerçeklik varlığıdır. Doğaya değerleri getiren insandır. Doğayı, doğru, yararlı, iyi ve güzel kılan bizzat insandır. İnsan yaşadığı evrene gayeler ve değerler katarak alemi doğru, iyi, yararlı ve güzel hale getirir, başka bir manada ise insanlaştırır.[38] Peki, bu değerlerin kendi arasındaki ilişki nasıl olacaktır?

            İnsanın hem beden hem de ruh yanına ahenkli ve esaslı sahip çıkabilmesinin belki de bir yolu, önünde beliren tüm değerler alanına ait bütüncül, organik ve hiyerarşik bir değerler hiyerarşisine sahip olmasıdır. Kuşkusuz böylesi bir arayışın yolu, içerisinde birbirine konuşabilecek ve danışabilecekleri değerlerin bulunduğu metafizik anlayıştır. Ruhun bedenden koptuğu, disiplinlerin hoyratça birbirinden ayrıldığı, değerlerin birbirini mütemmim cüzler olarak değil ama rakibi olarak gördüğü parçacı bir dünya, kuşkusuz hem bilgi (logos), hem varlık (ontos) hem de ilişki (ethos) düzlemini birbirinden kopararak insanı yapayalnız bırakacak bir atomizme sevkedecektir. Çağımızda değerlerin kendi içine kapanmaları, birbiriyle olan bağ ve bağıntılarını kesme temayülü bizleri körleştirmektedir. Alanlarda körleşerek mutahassıslaşma, o alanda derinliğe sahip olmayı gerekli kılarken, diğer alanlarla bağ ve bağlantının koparılması, aslına bakılırsa belli bir alanın körleri haline getirebilmektedir bizleri. Bilimlerin ve disiplinlerin, yöneldiği gerçeklik, karşılıklı girişim ve geçişlerin imkânı aslında bize bütünlüğü göstermelidir. Bu bütünlük ise alanların birbirinden kopmasını değil bilakis birbirine daha çok yaklaşmalarını gerekli kılar. Bu hususu Necla Arat, bilimlerin belki de geç kazandıkları bağımsızlıklarını yitirme korkusuyla bağımsızlık saplantısına kapılmak suretiyle monadlaşmaları olarak anlamaya çalışır.[39] O halde bütünlük tasarımı için önce değerler alanındaki değerleri birbirine hiç olmadığı kadar ancak özerkliklerini tahrip etmeksizin yaklaştırmalı sonra bu değerlerin kendileriyle taşındığı disiplinlerin birbiriyle konuşmalarını sağlamalıyız. Bu vazife belki de en çok felsefeye yakışacaktır.

            Biz çalışmamız gereği yukarıda ifade olunan iki değer alanının bütünlüklü yapısını ve iki değer alanının birbiri için önemini konu edinmeye çalışacağız. Yapacağımız vurgu kuşkusuz değerler alanının bütünlüğünü ifade etme gücünün insan için ruh ve beden bütünlüğünden aldığına ilişkin olacaktır.  Hem sanat hem ahlâk insanın ruh-beden bütünlüğüne vurgu yapmaktadır. Bu durumu Soykan özellikle müzik üzerinden dile getirmeye çalışır ve şöyle söyler: “tüm sanatlar gibi müzik de insanın benliğine seslenir ama bu benlik yalnızca bedensel varlıktan ibaret değildir. İnsan ruh-beden bütünlüğüne sahiptir, ancak bu bütünlük insana hazır olarak verilmez, insan onu kendisi oluşturmalıdır.”[40] Ruh ve beden bütünlüğünün imkânları hazır olarak insana sunulmaz, insan bu imkânları önce keşfeder ve sonra imkânların işlevselleşmesine çaba harcar, bu süreç insan için ruh ve beden bütünlüğünün sağlanmasını ona verir. Aksi halde cereyan edecek sürece de Soykan dikkat çekmiştir.

“İnsan doğa ilişkisinin yarar amaçlı olması, doğa üzerinden kurulacak insan insan ilişkisini de baltaladı. İnsan doğaya nasıl baktıysa hemcinsine de öyle baktı; tek ilke yarar oldu. Bedensel varlığa indirgenen insan da parçalanmadan nasibini aldı. Bilim insan bedenini çeşitli uzmanlıklar altında parçalayarak inceledi. Ruh da zaten Descartes’tan beri bedenden ayrılmıştı. O da ayrı bir nesne olarak çözümlendi. Ruh beden bütünlüğü yitirildi. Ruh çözümlemeleri, tıpkı şekerin çözümlenmesi gibi bilimsel yöntemlerle yapıldı. Bu tablo, kuşkusuz, bilime belli bir açıdan bakılarak çizildi. Bilimi, bütün sorunlarımızın sorumlusu olarak göstermek doğru değil; amacımız bilim düşmanlığı yapmak da değildir. Amacımız, sorun çözen bilimin ne gibi sorunlar da getirdiğini göstermek, bilimden başka yol göstericilere de yer vermenin gerektiği ortaya koymaktı.”[41]

Tam insan olma aslına bakılırsa insanın gayesidir. İnsan, aynı anda bilen, eyleyen ve meydana getiren varlıktır.[42] Tam ve bütün insan olmak ruhun dengede durmasıyla alakalıdır. Yaşam ile uzlaşı içinde olmayan insanın dengesi bozulmuştur, dengesi bozulan insan ise mutsuz insandır. İnsanın kendini mutlu kılması, onun erdemli olmasını ve bu ise onun diğer bütünlüklerine riayet etmesini gerektirir.[43]  O halde insanı kendi bütünlüğü içinde konu almak ve bütünlük ekseninde etkinliklerine bakmak önemlidir. Ne var ki yukarıda da temas edildiği gibi bu etkinliklere tek bir alandan mesela bilim alanından bakmak insanı yeniden parçalamaya sevkedecektir, o halde sürece başka değer alanları da davet edilmeli ki hem insan hem de varlık mümkün mertebe olduğu ve olması gerektiği gibi görünsün. Biz burada iyi ve güzel değerlerinin bütünlük çerçevesinde serencamını anlamaya çalışacağız.

            Ahlâk ve sanatın birlikteliği bir bütün oluşturması oldukça önemlidir Soykan şunları söyler: “İnsanı dışsal belirlemelerin etkisinden belli bir yaşantı bakımından geçici olarak kurtaran estetik ve onlara her zaman egemen olmayı olanaklı kılan ahlâk, fiziksel yaşamı yaşama dünyası yapan onun başlıca iki ögesidir.  Yaşama dünyasını ışıklandırılmasında uzun bir kullanım olarak felsefe, etik ve estetik olanın birliğine sahiptir.”[44] İnsanın kendi kendine hakim olma hali, onun hem iyi ahlâklı hem de aslına bakılırsa yaşam sanatçısı olmasını gerektirir. Yaşam da bir sanat olarak belirir, sadece bilmeyi değil bildiğine göre yapmayı gerekli kılar. O halde böylesi yaşam bize hem iyi hem de güzel yaşamı birlikte sunar.  Sanat ve ahlâkın birlikteliğini savunmak bizi aslında iki önemli hedefe götürmektedir. Muhasebe bilmez, ötekileştirici ve tahakküm edici radikalizm ile mekanik felsefenin bozucu ve tahrip edici etkilerinden insanları kurtarabilmek.[45]

            Yeri gelmişken ifade etmeliyiz ki, Soykan’ın düşünce sistematiğinde iyi ve güzel değerleri bir değil ancak beraberdir, iyiden güzele; güzelde iyiye bir akış vardır, asıl olan bu bütünlüğü keşfedebilmektir.[46] Özellikle Soykan, bu görüşüyle iyi-güzel birlikteliğini iyi değeri altında sistemleştirerek anlayan kendisinden önceki Platon ve Shaftesbury’den ayrılır.  Platon’un anlayışında iyi olan güzel, güzel olan iyidir (kalokagathia). Bu düşünceye yol açan durum, güzel ve soylu bir ruh uyumu ve ahlâkîlik idealinden doğar. Bu ise ulaşılmak istenen insan idealidir.[47] Platon, güzel değerine, iyi kümesi içinde bir konum vererek bir bakıma güzel olanın özerkliğini sınırlandırmış olur.  Antik dünyada iyi ve güzelin zorunlu olarak birbirine bağlılığını savunan Platon’un 18. Yüzyılda takipçisi Shaftesbury ise dünyada en doğal güzelliğin, dürüstlük, ahlâkîlik ve doğruluk olarak görmenin yanında, güzel ve iyinin ancak çıkardan uzaklaştıkça açığa çıkabileceğini düşünür.[48] Shaftesbury’nin de dengeyi iyinin merkezi olup, güzelliğin onu takip edip, tamamlaması gereken bir noktada anlamlandırdığını ifade etmek gerekir. 

Soykan, genellikle asıl ölçütün kendisine gelen kadar gelen tarihi dizgede genellikle güzel karşısında iyi olduğunu ve bunun çoğu ülküsel devlet tarafından öyle görüldüğünü ifade etse de buna katılmaz. Kendisi, her ne kadar iyi-güzel birlikteliğini esas almasına rağmen iki değeri birbirine tahakkümünü, özellikle iyi değerinin güzel değerine tahakkümünü hoş karşılamaz. Ona göre böylesi bir tavır, estetiği ‘etik’in emrine verme, onun kendi bağımsızlığını tanımama, sindirme ve toplumun önünü açamama gibi tehlikelerle malul olarak görünür.[49] Soykan, sanatın sanat olabilmesi için özgünlük ve özellikle özerkliğine zarar gelmemesi gerektiğini iddia eder. Ona göre sanatın her durum ve şartta kendisine ait, nomosunu/yasasını kendi oluşturduğu bir karşı duruş imkânı olabilmelidir.  Ancak sanatın bu özelliği onun kendisini her şeyden tecrit etmesi anlamını taşımamalıdır. Özellikle sanatı toplumla kendi özerkliğine zarar gelmeyecek şekilde uzlaşıma girmesi önemlidir, fakat toplumun sanat üzerine tahakkümü meydana geldikçe sanat kendi lehine ilgili uzlaşımı bozarak toplumla diyalektik ilişkiye girer, bu diyalektik ilişkide toplum sanatın gösterdiği ufka yaklaşırken, sanat da toplumla yeniden uzlaşmak için imkânlar arar. O halde ahlâk ile estetik arasındaki ilgi sorununu birbirinin özerklik ve özgünlüklerine zarar vermeyecek şekilde genişletmemiz gerekir. Denebilirse onlar birbirini yok etmek değil, birbirine güç verme konumunda olmalıdırlar.  Zira ahlâk sanata bir yol ve ufuk çizebilir, estetik yaşam önündeki kirliliği kaldırıp insanın ruhunu yüceltirken, sanat da özgürlük ve özerkliği ile toplumun önünden giderek onun statikleşme, körleşme ve kriz tehlikesi ile karşı karşıya kalmasına mani olabilir. Bunun yanınsa sanat, donuklaşan ahlâka kendini yenileme, güncellenme ve tazelenme imkânı sunarak, ahlâkî yaşantı ve düşünceyi latifleştirir. Ahlâk ve sanatın birbirinin özgürlük ve özgünlüklerini zarar vermeksizin ilişkileri ve birbirini tamamlayıcılıkları, insanın insanlaşma yolculuğunda önemli bir noktaya işaret eder. Zira insan değer tekelciliğinde değil, değerler çokluğu ve zenginliği içinde insanlığını inkişaf ettirebilir.[50] O halde idrak, vicdan ve his varlığı olarak insan iyi-doğru-yararlı-güzel değerlerinin ahengi ve harmonisi arayışında kendini inşa edebilir ve ikmal edebilirdir.

Güzel değeri ile insanın kurmuş olduğu ilgi ve bu ilginin sürekliliği, bizim nesne dünyasına bakışımızı değiştirir, nesneler üzerine verdiğimiz yargıları bir beğeni yargısı haline yükseltir. Bütün bu ilgiler içinde ruhumuz biçim ve düzen kazanır. Böyle biçim ve düzen kazanmış bir ruh elbette bu biçim ve düzene yalnız estetik varlık sınırları içinde değil, aynı zamanda ruhun bütünlüğü içinde de sahip olacaktır. Ruhun bu bütünlüğü içine ahlâk varlığı da girer. Güzel değeri ve estetik bakımdan biçim ve düzen elde etmiş ruh, artık yetkinliğe, insanlığa çok daha yaklaşmış demektir. Yetkin bir ruhtan yalnız estetik eylem bakımından değil, tüm eylemleri itibarıyla yetkinlik beklenecektir.[51]

İnsani yaşam ancak değerler düzeninde ortaya çıkar. Burada değerler düzeninden anlaşılması gereken etik ve estetik değerler ile onların birbiriyle uyumlu bütünüdür. Bu bütünlük, etiği estetikle, estetiğin ise etikle birlikte olmasını mümkün kılar.  İyi olarak ifade edilecek bir eylem bazen öyle kaba bir tarzda yerine getirilebilir ki o eylem, iyi olmaktan çıkabilir. Bu nedenle iyi eylemin aynı zamanda belli bir incelik ve kendisinde güzellik taşıması beklenir. Bu manada insana estetiğin verdiği ruh inceliği ve yüceliği ahlâkî tecrübenin ahlâka çok daha yaraşır bir şekilde olmasına imkân tanır.[52]  Burada ahlâk ile sanatın kesişim kümesinin değeri yüce olarak belirir. “Ulvi (yüce), zeka için hal suretleri; bizim, tasavvur edilen varlıkların ve hatta tabiatın dışında olan semavi kuvvetler tarafından halledilecek bir bilmece yahut kesilip atılacak bir fikir ihtilafıdır. Ötesi ile sonsuzlukla olan bu ilgisi yüzünden ulvide daima dini veya metafizik bir çeşni vardır.”[53] Yüce, insanın hem ahlâk hem de estetik olarak söylem ve eylemini, iyi ve güzel değerlerinin metafizik sahada tezahür eden kesişim kümesinde bize kavratır. Birbirini çok iyi şekilde tamamlayan ve yetkinleştiren iki alan olarak ahlâk ve sanatın benzerlikleri de yakınlıklarını bu zeminde çok daha ön plana çıkmış olur.

Hem etik hem de estetik insanı aşkınlaştırır. Zira iki değer alanında insan dünyaya ampirik beniyle bakmaz, onun dışından bakan böylesi özne artık metafizik öznedir. İki alan da bu özellikleriyle insani olana ilahilik katarlar.[54] Bununla birlikte Soykan, ahlâkî iyiyi, özneler arası dünyayı aşmaksızın aşkınlık sahasında idealden gelen şekilde tasavvur ederken,  güzel değerini ise  doğaya içkin, reel ama ideale dönük olarak anlar.[55] O halde ahlâk, insanı, idealden reele taşırken, sanat ise insanı reelden ideale yükseltir.  İki alanın birbirine olan ihtiyacı reel ile ideal arasında salınan insanın denge ve kıvam noktalarını bulması için de gereklidir. Sanat için estetik beğeni olması gerekir, estetik beğeni ancak insanda vardır fakat eğitimle gelişir.  O halde sanat için estetik beğeniye ihtiyaç duyarız, estetik beğeni içinse insanı insan kılmak gerekir. Bunun da yolu kuşkusuz erdemdir ve ahlâktır.[56]

Sanat ile ahlâkın birlikteliğini ifade ederken onların varlık şartı olan özgürlük değerine ilişkin her iki alanın da benzer yaklaşımına değinebiliriz. Söz konusu yaklaşımları Soykan özelinde anlamaya çalışacağımızı ifade edelim. Öncelikle Soykan gerek estetik gerek etik alanlar için özgürlük değerinin tartışılamaz olduğunu beyan etmektedir.[57] Özgürlük yoksa ahlâkî sorumluluk olamaz, özgürlük yoksa bir meydana getirme işlevinin tezahürü olan sanat eseri meydana gelmez ve onun yorumlanmasının zenginliği ortaya konamaz. Soykan, özellikle Kant ve Schelling felsefelerinin işaret ettiği, ‘istememeyi isteyebilmek’ çerçevesinde özetlenebilecek bir özgürlük tasarımını insana daha uygun bulur. Bu tasarımında özgürlük, hayvanın istemesinde/arzusunda olduğu gibi nesnece belirlenmiş değildir. Burada özne, özgür olamaz zira istemesi nesnece belirlenmiştir. Ancak sadece insanda isteme kendi dışından çekilen bir şey olarak değil de bilakis onun içinde, yoktan var olan bir şey olarak meydana gelebilir. Bu durumda isteme artık insanın dışındaki nesne değil, belki de insanın üstündeki bir şey olur ve insanı onun üstündeki şeye yükseltir. İnsan bu zeminde hiçbir şeye bağlı/bağımlı olmayan istemeyle artık kendi üstüne yükselmiştir.[58] Söz konusu bu özgürlük anlayışını dışarıdan şekillenen ve belirlenen bayağı arzu ve iştah temelli istemeden uzak ve uzaklaştırılmış olarak ahlâk ve sanatın özneye tesirinde anlamak mümkün olabilmektedir.

            Ahlâk ve sanat yine ideal ve reel olanın telifini sağlama çabalarını önemserlerken de aslında birbirlerine benzemekte ve hatta birbirilerine yaklaşmaktadırlar. Öncelikle sanat eserinin hem reel olanı hem de ideal olanın telifini bize sunmakta olduğunu belirtelim. Sanat eseri, keten bezi, boya, kağıt, sözcük vs ile gerçeklik sahasına aitken, sanatçının özgür ve özgün yaratıcılığı ile artık bu gerçekliği aşarak ideal olana uzanır.[59] Bu özelliği ile ahlâk ile benzerlikler kurabilmek mümkündür. Davranış kalıpları, edimler ve söylemler gerçeklik dünyasını bize sunarken, edimlerle ve kurallarla taşınan ahlâkî değerlerin kendisi ve ruhu, özgür insanı zaruri ön şart olarak görür ve seslendiği saha karşımıza ideal alan olarak çıkar.

            Bir yakınlığı da hem ahlâk hem de sanat alanında bizde doğal olarak bulunan ama yetkinleştirilmeye açık yetilerin eğitime duydukları ihtiyaçla kurmaya çalışabiliriz. İnsanda tabiatı itibarıyla bulunan iki doğal yeti vardır, bunlar, vicdan ve beğeni duygusudur. Ancak bunlar tek başına yeterliliğe sahip değillerdir ve geliştirilmeleri gerekir.  Nasıl ki belli bir yaşa gelen çocukta ahlâkî iyiyi ayırt edici bir yeti olarak ortaya çıkan vicdan tek başına ahlâkî yargı için yeterli değilse, doğal hoşlanma duygusu da estetik güzeli belirlemede yeterli değildir.  Ahlâk ve sanat alanlarında kurduğumuz benzerlik içerisinde karşımıza birincisinde vicdan, ikincisinde doğal hoşlanma duygusu çıkmaktadır.  Her ikisi de insanda doğal olarak vardır ama uyur vaziyette bulunmaktadır. Ancak insanın onları geliştirmesiyle onlar bu alanlarda belirleyici birer yeti olabilmektedir.[60] Yetilerin uyur halden uyanık hale getirilmeleri ve geliştirilmeleri ise insan bağlıdır ve onun vazifesidir, onları etkin hale getirerek yetkinleştirme yolu ise eğitimdir. Ahlâk ve sanatı bir araya getiren zeminlerden birisi de bu çerçevede karşımıza eğitim olarak çıkmaktadır.

Etik ile estetik değerleri birbirine o kadar bağlıdır ki değerler birbirini olumlu olarak tamamlayabildiği gibi olumsuz olarak da tamamlayabilir. Soykan bu duruma ilişkin şunları söyler: “insanın insanı sömürdüğü, doğayı tahrip ettiği, çarpık ilişkilerin egemen olduğu toplum düzeni, kendi düzeysiz, zevksiz, sözümona estetiğini üretirken, aklın yerini kurnazlığın aldığı kurnazlığın uygulanımı olarak köşe dönücülüğün, iş bitiriciliğin, rantçılığın, talancılığın baş tacı edildiği yine aynı toplum düzeni de kendi sözümona etiğini oluşturur.”[61] Beden eğitimi için jimnastik neyse Soykan ruh eğitimi için de sanatı öyle görür. Ruhun  iç ve dış etkenler karşısında dirençli, sakin ve etkilenimden uzak kalması, kendi kendine yeterli olması anlamına gelir böylesi bir ruh hem ahlâk hem de sanat için sahip olunması gereken ruh halini bize sunacaktır.

Sanatın Ahlâka Etkisi

Bu başlık altında ahlâk ve sanat alanlarının bütünlüklü bir yapı arz etmesi gerektiğine ilişkin düşüncelerden sonra bu bütünlüklü yapının, sanattan ahlâka bakan yönünü daha doğru bir tabirle sanatın ahlâk için önemi ve değerini tartışmak istiyoruz. Sanatın ahlâka önemli etkilerinden söz edebilmek mümkündür. Ruhun taşkınlığını engelleyen başlıca araçlardan birisi kuşkusuz sanattır. İçsel etkinlik ve üretkenlik durumuna ulaşmak için tutkulardan ve her türlü dışsal eğilimlerden kurtulmak gerekir. Burada ahlâk ve sanatın el ele yürümesi oldukça önemlidir, o zaman insan kendini etik ve estetik olanın birliğinde yetkinleştirme yoluna sokabilir ve tam insan olabilme yolunda önemli mesafeler alabilir.[62]

Sanat, her şeyden önce ruhun yücelmesine olanak tanıyan insani etkinliktir. Hemen burada üzerinde konuştuğumuz sanatın, ruhu, ses, söz ve gözle yücelten olduğunu ve ruhu yüceltmeyen etkinliğin (adına sanat dense de) sanat olarak tavsif edilmemesi gerektiğini düşündüğümüzü belirtelim.[63] Bir sanat eserinin insan üzerindeki etkisi ile o insan belli bir ruh haline bürünür. Bu hal o insanın herhangi bir bilinçli faaliyetinin yapılma kipliğini (modalite) hazırlar. Kazanılan bu ruh hali, kişinin bakış açısını genişletir, üzerine eğildiği konuya derinliğine inme gücünü sağlar. Böylece sanatın verdiği bilgi, yapılacak herhangi bir hareketin başarıya ulaşmasını sağlayacak amillerin başında gelir.[64] İnsanın bütün faaliyetlerinde sanatın önemli işlevleriyle karşılaşırız. Toplum hayatını sağlıklı kılan insan sevgisinin, merhamet duygusunun, yardımlaşma isteğinin, çeşitli sanat dallarının (resim, musiki, şiir, vs.) etkisi ile gelişebileceğini düşünebiliriz.

Tam ve bütün insan olmak için yukarıda ruh-beden bütünlüğüne değinmiş ve bu bütünlüğün değerler alanının birbiriyle konuşmasını mümkün hale getirerek başarılabileceğine değinmiştik. Bu değer alanlarından olan ahlâk ve sanat alanlarının tamamlayıcılığı, insanın ruh ve beden bütünlüğünü sağlamaya dönük çabayı başarıya ulaştırmada önemli işlev görebilir. Soykan konuya ilişkin şu ifadeleri dile getirir: 

“Duyusal olan temelinde bu temel üzerinde yükselen ama bu yükselme ile duyusal olandan uzaklaşan, ona belli bir anlamda sırtını çeviren estetik bakışın, insanı ulaştıracağı ruh yüceliğinin ve bunun ahlâkî etkisinin böylece kurulan etik ve estetik birliğinin insanın ruh ve beden bütünlüğünü kurmada büyük önemi vardır.”[65]

Sanatın insanın ruhunu arındırıp erdemlere sahip olmaya hazırladığını da ifade etmek mümkündür. Özellikle bu konuya Aristoteles, katharsis kavramıyla değinir. Seyircinin sahnede gördüğü canlandırma yoluyla onun bu tür istekleri sahnede görüntü olarak oraya çıkmakta ve bu suretle o tatmin edilerek ruhu bu duygulardan arındırılmış olmaktadır. Böylece trajedi karşılığında sanat, insanda etik bir iz bırakarak onun ruhunu saflaştırmaya dönük hamleler gerçekleştirmektedir.[66] Sahnede canlandırılan ihanet, öldürme, ayrılık gibi olaylar, insanda bilkuvve olarak bulunan korkma, utanma ve acı duygularını uyandırır. Sahnede icra edilen oyundaki karakterlerle insan kendisini özdeşleştirdiğinde uykuda olan bu duygular açığa çıkar, sahnede cisimleşir ve o kişinin ruhundan açığa çıkmış olurlar. Böylece kişinin ruhu incelmiş ve yücelmiş olur.[67] Yücelmiş bir ruh ise aslına bakılırsa Soykan’da Tanrıyı beklentilerinin aracı yapmayan gönül dindarlığının yolunu açar. Ahlâk-sanat ilişkisi sadece bireysel tekâmülde değil, toplumun olgunlaşmasında da önemli bir rol icra edebilir. Estetik beğeni duygusunun yükseltilmesi, insanlar arası ilişkilere, davranış biçimlerine olumlu yönde yansıyabilir.[68]

Sanat, insanda ahlâkîliğin kapsamına girecek olan ve insanın ruhunda uyur bulunan erdemlerin uyanmasına da vesile olabilir.  “Sanat, bir yandan içinde barındırdığı trajik ögelerle vicdana seslenirken, öte yandan komik ve diğer ögeleriyle insan ruhunun incelmesinde, rafine bir ruhun kazanımında çok yönlü etkilere sahiptir.”[69] Sanat kendi ruhunda beliren ereksiz erekliliği insan ruhuna ekmeye başarırsa insan diğerkâmlığı ve ortak iyiyi kendi iyisinin denklemine eklemeyi öğrenerek ahlâkîliği filizlendirebilir.[70] Empati ve tahammül özellikle çok sesliliğin hakim olduğu zaman ve mekanlarda erdemler listesinin ön sıralarında bulunan erdemler olarak belirirler. Sanat, insana özellikle empatik bir duruş kazandırabilir. Zira sanat yapıtında cisimleşmiş bir yaşam söz konusudur. Onu alımlayanın, o yaşamı yorumlayarak anlamlandırması belki de anlama nüfuz etmek için kendisini onu meydana getirenin yerine koymasını gerektirir.[71] Bunun devamı olarak, aslında sanat, kendi telosu içinde insandan bir bakıma kendisine nasıl bakıyorsa dünyaya da öyle bakmasını talep eder.[72] Bu noktada önemli gördüğümüz bir çalışmayı eklemekte yarar var. Estetik değerleri, değer hiyerarşisinde ön sıraya yerleştirenlerin müsamaha ve tahammül sınırlarının çok daha yüksek olduğunu Erol Güngör, bilimsel araştırmasında bizlere bildirmiştir.[73]

Yukarıda sanatın varolabilmesinin ön şartlarından birisinin özgürlük ve özgünlük olduğunu ifade etmiştik. Sanat, ruhuna sirayet ettiği kişiyi herkesleşmekten muhafaza edebilir. Bu duruma Soykan güzel bir ima ile dokunmuştur. “Dinginlik durumu, henüz hiçbir şey yani hiçlik olmamışsa, onda az da olsa bir umut vardır. Aynı zamanda yaşam ile ölüm arasında olan hiç kimse ülkesi ütopya için de bir sığınaktır. Hiç kimsenin onu ele geçirmesine olur demeyen bir sığınak.”[74] Bununla birlikte sanat, insanı kaba ve özü itibarıyla ahlâkî olmayan ahlâkçılıktan kurtarabilir[75] ve ahlâkî eylem ile söylemin ruhunun o pratikten göç etmesine engel olabilir. “İyi olarak nitelenebilecek bir eylem bazen öyle kaba bir tarzda yerine getirilir ki iyi olmaktan çıkar. Bu nedenle iyi eylemin aynı zamanda belli bir incelik ve güzellik taşıması beklenir. Bu da estetik bir tavrın sonucu olabilir.”[76]

Güzellik, bizi, gündelik yaşamın acı ve katılıklarından, kuşku ve beklentilerinden, korku ve umutsuzluklarından kurtarır, ruhumuza huzur ve rahatlık verir. Bu ruhsal huzur ve rahatlık, tüm ahlâkın daima varmayı amaçladığı bir erektir.[77] Sanat insanın ruhunu yüceltirken onun her şeye ve herkese karşı bir mesafe almasına olanak tanır. İnsan bu mesafeye bir şeyi olması gerektiği gibi anlamlandırırken ihtiyaç duyar.  “Sanat eğitiminin ruhu yüceltmesi, ruhu yaşam sorunları üstüne çıkarmasıdır. Yukarıdan yaşam ve dünyaya bakan ruh için bu sorunlar, artık onu taciz etmez; araya mesafe girmiştir. Bu mesafe, o sorunların çözümüne değilse bile onların etkisini azaltmaya katkıda bulunur; hem de onları görmezden gelme gibi bir tutum takınmaksızın. Birebir insan ilişkilerinde olduğu gibi, hayatın bütünü karşısında alınan mesafe, insanı hem zararlı etkilerden korur hem de onun özgürlük alanını genişletir.”[78]

Güzelliğin bir kıvam ve ölçü işi olduğunu hesaba katarsak, ahlâkın insanlara kazandırmaya çalıştığı eylem ve söylemde ölçülülüğün aslına bakılırsa sanat tarafından da insana kazandırılmış olduğunu görebiliriz.[79] Burada sanatın insanın yaratıcılık gücüne, insani sermaye zenginliğine tesirini ve ahlâkın statüko haline gelip kendi kendini tahrip etmesinin önüne geçebilmesi niteliğini de eklemek gerekir. Sanatın insana sunduğu düşlem yaşantısı insanın sadece düş  gücünü zenginleştirmez aynı zamanda onun ahlâkî yargılarını ve edimlerini etkiler ve zenginleştirir, dolayısıyla insanın yaşam boyutlarını derinleştirmiş, ahlâkî keyfiyetini artırmış olur.[80]  Estetik beğeni, insanın duygularını inceltir, yüceltir ve bu yolla ahlâkî edimlere yansır. İnsanı tek boyutluluktan kurtarıp yapı itibarıyla zenginleştirir. Yalnız tek bir şeyin uzmanı olan, geri kalan hiçbir şeyden anlamayan kişi aslına bakılırsa eksiktir. Sanat, insanın tüm benliğine seslendiği için insanda bütünlüklü yapıyı, ruh-beden birlikteliğini öne çıkararak onu zenginleştirir.[81]

Ahlâk, insana ve topluma ideal yaşam ufkunu gösterir. Ancak ahlâk, zaman ve mekan içinde tezahür eden eylemler ile mücessem hale gelebilir. Bazen, eylemler, söylemler, davranış kalıpları taşımaları gereken ahlâkî ruhu taşıyamaz hale gelir ve kendi meşruluklarını ahlâka dikte edebilir, zira iyi ahlâk, her şekilde ve zeminde toplum gibi eylemek değildir. Bazen ahlâkî olan toplumu aşabilmelidir. Bu durumda ahlâkın, direnmesi ve ideal ufku göstermesi konusunda dirayetli olabilmesi gerekir, bunun için de öncü bir yol arkadaşına ihtiyacı olabilir. Sanat burada önemli bir yol arkadaşı olarak karşımıza çıkar. Ahlâk bu süreçte sanattan yardım alabilir, çünkü sanat çoklukla toplumun önünde seyreder.[82]

Ahlâkın Sanata Etkisi

Ahlâk, insanlığın hem giriş kapısı hem de çıkış kapısıdır. İnsanlığa ahlâk kapısından girildiği gibi, insan olmaktan canavarlığa geçiş de ahlâk kapısından çıkarak olur. Ahlâk, bir bakıma insanın tenselliğini kaybetmeden tinselliğinin farkına varması, her iki niteliğini gereği gibi kullanabilmesini öğrenmesidir. İnsan, dünyada sadece haz, şehvet, şöhret ve servet için yaşamaz, insan için tüm bunlar araçlardır, amaçlar değil. Araçların gereksiz talebi karşısında oluşan lüks, lüzumundan fazla refah, tahrik edici bir gösteriş ve böbürlenme şekillerinden ibaret olduğunda, ekseriya bir arada yaşama ruhunun karşısında bir hodbinlik meydana gelir. Fakat yukarıda ifade olunan ayartıcılar amaç olmakan araç olmaya kaydıkça insanları birleştirmeye ve tabiatıyla terbiyeye hizmet ederler.[83] Araçları kullanarak, onlara tutsak olmadan kişi iyi bir hayata talip olmalı ve onu yaşamalıdır. Bunun yolu ise ruhunu yüceltmeden, erdemleri yaşamaktan ve ortak iyi idealini gerçekleştirmek için mücadele etmekten geçmektedir. Bu mücadeledeki kişi kuşkusuz tam ve bütün insan olma yolundaki kişi olmalıdır.

Yukarıda temas ettiğimiz üzere, insan sadece ya doğru, ya faydalı, ya güzel veya iyi için değil bilakis hepsi için mücadele etmeli ve hepsine talip olmalıdır. Çalışmamız özellikle ahlâk ve sanat ilişkisine yoğunlaştığı için burada biz ahlâkın sanata etkisini, sanat için değeri ve önemini değerlendirmeye çalışacağız.  “Güzellik, (her şeyden önce) sanatçının vizyonunun tinselleştirmesine bağlıdır.[84] Farago, bunu ifade ettikten sonra bu yargısını güçlendirecek şekilde tüm sanat felsefecilerine bir çağrıda bulunur. “Varlık orada, ama onu görmeyi öğrenmek gerekir.”[85] Bu çağrısı sanatın insandan uzaklaşması durumunun kendisini hissettirmeye başladığının da imasını taşır gibidir, zira sanatın insandan uzaklaşması, insanın metafizikten uzaklaşması sürecine denk düşmektedir.[86] O halde sanatın tinselleştirilmesi yargısı, insanı sadece bu dünyaya bağlı beden canlısı olarak aynı zamanda onu aşkın kılıcı nitelikte olan ruh canlısı olarak da tasavvur etmeyi gerekli kılacaktır. Bu istek ise insanı neyin ruh canlısı yapacağını sormaya bizi sevketmektedir. Sorunun mümkün cevapları arasına dahil olacağını düşündüğümüz ahlâkîliği ve iyi değerinin güzel değeriyle birlikte olması gerektiğine ilişkin önermemizi çalışmamızda konu edindiğimizi hatırlatmakla yetinelim.

Moritz Geiger, estetik anlayışın saflığının önünde öncelikle estetik yaşamın temizlenmesi gerektiğini ifade eder. Estetik yaşamı kirleten iki tür bozguncuyu zikreder. Bunlar belki de akla veda eden aşırı duygusallık ve çağın ruhsuzlaşması sonucu sanatın yüzeysel olanla derin olan etkilerinin karıştırılmasıdır.[87] Ruhun, sanatı sanat olarak anlaması ya da daha doğru bir tabirle sanatın ruhu daha da saflaştıran ve yücelten bir etkinlik olarak tanıyabilmesi belki de kendinin farkına varmasına ve önündeki onu saflaşmaktan alıkoyan unsurları gidermesine bağlıdır. Kuşkusuz onun bu yoldaki mücadelesi ise ahlâk mücadelesi olarak tesmiye olacaktır.

Konu çok kapsamlı ve karmaşık olduğu için ahlâk ile sanat arasındaki ilişkiye ahlâkı merkeze alarak bakmaya ve özellikle ahlâkın sanata olabilecek katkılarından birkaç tanesini değerlendirmeye çalışalım. 

“Güzellik gibi bir değer hemen kolayca parayla satın alınabiliyor; estetik denen ürünler sıradan metalar gibi piyasada salt mübadele değerine tahvil edilebiliyor. Sanat, içerisinde üretildiği ve tüketildiği kurumlar aracılığıyla tamamen bir meta haline dönüştürülmüş durumda. Sanat, artık tarihsel geçmişte toplumsal ethos içerisinde oynadığı geleneksel rollerden kurtarılmış ve polisin, kilisenin, sarayın ve devletin somut tikel bağlamsal çerçevesinden sıyrılıp pazar yerinin anonim serbestiyesine gönüllü olarak dalmış ve sımsıkı sarılmış görünüyor.”[88]

Soykan arzunun sanatı istila etmesini sanatın metalaşması ile birlikte anlamaya çalışır. Sanatın endüstri haline gelmesi zaten sanatı metalaştırır. Hazzın ve mutluluğun doğru yaşamda yer alabilmesi için erdemin yani ahlâkî olanın öteki tamamlayıcı ögesinin ona katılması gerekir, ancak bunu ne sanat ne de ahlâk tek başına gerçekleştirebilir. Bunun için doğru dünyaya yani estetik ve etik olanın birliğinin içinde barınabileceği sosyal alanlara ihtiyaç duyulmaktadır.[89] Sanat kendisini metalaşmaktan da korumalıdır, burada sanatın kendisi kadar onu alımlayan sanat öznesinin de vazifesi vardır ve bu vazifeyi iki taraf için de kolaylaştıran ahlâk alanıdır.[90] Kültürün metalaşması hangi sanat olursa olsun aynı sonucu vermektedir yani soysuzlaşma. Kapitalist sistemde kültür ve ticaret birbirinden ayrılamadığı ve kültür ürünlerinin bağımsızlığını koruyacak önlemler alınamadığı için soysuzlaşma kaçınılmaz olabilir.[91] Soysuzlaşmanın önündeki engelleyici olarak belirecek set, bu zeminde yukarıda zikrettiğimiz gibi sanat ve ahlâkın güçlü birlikteliğidir. Sanat ahlâkla dengede tutulabilir, sanatın özgünlüğü ve özgürlüğünün muhafazası karşılık beklemeyen, karşılıksız seven ve isteyen erdemli insan modeli olarak karşımıza çıkabilir.

            Ahlâk, sanatın doğaya bakışı konusunda da ona katkı sağlar. Zira sanatın doğaya bakışı tahakküm üzerinden değil, hikmet üzerinden açığa çıkmalıdır. Hikmete sahip zihinler, gönüller ve gözler ise ahlâk kişisinde bulunmaktadır. “Mimarlığın ortaya çıkışı, insan ve doğa ilişkisinin bozulmasının başlangıcına karşılık olur. Bu durumun zorunlu olduğu söylenebilir. Ancak uygarlaşma sürecinde mimarlıkla oluşan insan ve doğa çelişkisinin sürdürülebilir bir düzeyde tutulması gerekir. Bunun için de insanın doğaya, insana, topluma bakışı belirleyicidir. Bu bakış ise etik bir temele sahip olmalıdır.”[92] Dolayısıyla aslına bakılırsa bir sanatçı işini yaparken bir doğa görüşüne sahip olmalıdır. Öyle bir doğa görüşüne sahip olması gerekir ki yaptığının ya da yorumladığının ruhunu yüceltebilmesi için doğayı yalnızca yararlanılabilir bir malzeme olarak tahrip edilmeye açık görmemelidir.

            Ahlâk, sanatın icra edilirken, bakacağı ve yöneleceği ufuk konusunda da onunla işbirliği yapmaya, pusulası şaşma durumunda olan sanata bu konuda yön göstermeye istekli görünür. Sanatın bu manada etik normları göz ardı edememesi, estetik meydana getirmenin etik kaygılar taşıması, ahlâk sahasının sanat sahasına olan etkisini göstermektedir.[93] Ancak, sanat, kaba ahlâkın ve ahlâkî zeminden sapan ahlâkçılık önünde bir engel teşkil ederken, ahlâk da sanatın pusulasız, yönsüz, insanı ve Aşkın olanı ıskalayan olası tavrında ona yeniden hedefini ve ruhu yüceltmesi gereken tavra yeniden dönmesini hatırlatabilmektedir.

Sonuç

İnsan kendisine sunulan araçları/nimetleri kullanarak ve onlara tutsak olmadan iyi bir hayata talip olmalı, onu yaşamalıdır. Bunun yolu ise ruhu yüceltmeden, erdemleri yaşamaktan ve ortak iyi idealini gerçekleştirmek için mücadele etmekten geçmektedir. Bu mücadeledeki kişi kuşkusuz tam ve bütün insan olma yolundaki insan olmalıdır. Bu yolda mücadelede olan insan, sadece ya doğru, ya faydalı, ya güzel veya iyi için değil bilakis bu değerlerin hepsi için mücadele etmeli ve hepsine talip olmalıdır.

Tam ve bütün insan olma idealinin ruh-beden bütünlüğünden geçtiğini, bu bütünlüğün imkânının ise değerler alanının birbiriyle konuşmasını mümkün hale getirerek başarılabileceğine değinmiştik. Bu değer alanlarından olan ahlâk ve sanat alanlarının tamamlayıcılığı, insanın ruh ve beden bütünlüğünü sağlamaya dönük çabayı başarıya ulaştırmada önemli işlev görebilir. Yalnız tek bir şeyin uzmanı olan, geri kalan hiçbir şeyden anlamayan kişi aslına bakılırsa eksiktir ve eksilmektedir. Sanat ve ahlâk alanları, bir bakıma insanın tüm benliğine seslendikleri için insanda bütünlüklü yapıyı, ruh-beden birlikteliğini öne çıkararak onu zenginleştirirler.

Ahlâk ile estetik arasındaki ilgi sorununu birbirinin özerklik ve özgünlüklerine zarar vermeyecek şekilde genişletmemiz gerekir. Ahlâk, insanı, idealden reele taşırken, sanat ise insanı reelden ideale yükseltir.  İki alanın birbirine olan ihtiyacı reel ile ideal arasında salınan insanın denge ve kıvam noktalarını bulması için de gereklidir. Denebilirse onlar birbirini yok etmek değil, birbirine güç verme konumunda olmalıdırlar.  Zira ahlâk sanata bir yol ve ufuk çizebilir. Ahlâk, estetik yaşam önündeki kirliliği kaldırıp insanın ruhunu yüceltirken, sanat da özgürlük ve özerkliği ile toplumun önünden giderek ahlâkın statikleşme, körleşme ve kriz tehlikesi ile karşı karşıya kalmasına mani olabilir. Bunun yanı sıra sanat, donuklaşan ahlâka kendini yenileme, güncellenme ve tazelenme imkânı sunarak, ahlâkî yaşantı ve düşünceyi latifleştirebilir. Ahlâk ve sanatın birbirinin özgürlük ve özgünlüklerini zarar vermeksizin karşılıklı ilişkileri, insanın insanlaşma (tam, bütün ve mutlu insan olma) yolculuğunda önemli bir noktaya işaret eder. Zira insan değer tekelciliğinde değil değerler çokluğu ve zenginliği içinde insanlığını inkişaf ettirebilir. O halde idrak, vicdan ve his varlığı olarak insan iyi-doğru-yararlı-güzel değerlerinin ahengi ve harmonisi arayışında kendini inşa edebilir ve ikmal edebilirdir.

Çalışmamız, özellikle sanat ve ahlâk alanlarının birbirileri için önem ve değerini öne çıkarmayı hedeflemiştir. Sanat, her şeyden önce ruhun yücelmesine olanak tanıyan insani etkinliktir. Hemen burada üzerinde konuştuğumuz sanatın, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, ruhu, ses, söz ve gözle yücelten olduğunu ve ruhu yüceltmeyen etkinliğin (adına sanat dense de) sanat olarak tavsif edilmemesi gerektiğini düşündüğümüzü belirtelim. Öyleyse sanat yükselirse insan yücelir, insan düşerse de sanat zelilleşir, demek mümkündür. İnsanı ve insanlığın hallerini sanat eserlerinden anlamak mümkündür. Çünkü sanat eseri insanın kişiliğini, ruhunu dışarıda tecessüm ettirmenin yollarındandır.

Bunun yanında sanat, ahlâkın da hedeflediği erdemler listesinde yer alan erdemlerin kazanımını ve devamını sağlayabilir. Özellikle empati ve tahammül özellikle çok sesliliğin hakim olduğu zaman ve mekanlarda erdemler listesinin ön sıralarında bulunan erdemler olarak belirirler. Sanat, insana özellikle empatik bir duruş kazandırabilir. Bununla birlikte sanat, insanı kaba ve özü itibarıyla ahlâkî olmayan ahlâkçılıktan kurtarabilir ve ahlâkî eylem ile söylemin ruhunun o pratikten göç etmesine engel olabilir.

Ahlâk ise insana ve topluma ideal yaşam ufkunu gösterir. Ancak ahlâk, zaman ve mekan içinde tezahür eden eylemler ile mücessem hale gelebilir. Bazen, eylemler, söylemler, davranış kalıpları taşımaları gereken ahlâkî ruhu taşıyamaz hale gelir ve kendi meşruluklarını ahlâka dikte edebilir, zira iyi ahlâk, her şekilde ve zeminde toplum gibi eylemek değildir. Bazen ahlâkî olan toplumu aşabilmelidir. Bu durumda ahlâkın, direnmesi ve ideal ufku göstermesi konusunda dirayetli olabilmesi gerekir, bunun için de öncü bir yol arkadaşına ihtiyacı olabilir. Sanat burada önemli bir yol arkadaşı olarak karşımıza çıkar.

Ahlâk, sanatın doğaya bakışı konusunda ve kendisini konumlandırma bağlamında ona katkı sağlayabilir. Zira sanatın doğaya bakışı tahakküm üzerinden değil, hikmet üzerinden açığa çıkmalıdır. Sanatın, doğanın ve insanın tahribatı sonucu ortaya çıkması veya sanatın piyasanın bayağı malı haline gelmesi sanatı soysuzlaştırır. Soysuzlaşmanın önündeki engelleyici olarak belirecek set, bu zeminde yukarıda zikrettiğimiz gibi sanat ve ahlâkın güçlü birlikteliğidir. Sanat ahlâkla dengede tutulabilir, sanatın özgünlüğü ve özgürlüğünün muhafazası karşılık beklemeyen, karşılıksız seven ve isteyen erdemli insan modeli olarak belirir.

Sanat, kaba ahlâkın ve ahlâkî zeminden sapan ahlâkçılık önünde bir engel teşkil ederken, ahlâk da sanatın pusulasız, yönsüz, insanı ve Aşkın olanı ıskalayan olası tavrında ona yeniden hedefini ve ruhu yüceltmesi gereken tavra yeniden dönmesini hatırlatabilmektedir.  Ahlâk, sanatın icra edilirken, bakacağı ve yöneleceği ufuk konusunda da onunla işbirliği yapmaya, pusulası şaşma durumunda olan sanata bu konuda yön göstermeye istekli görünür.

Çalışmamızda, Ömer Naci Soykan’ın düşüncelerinin de yardımıyla ahlâktan sanata, sanattan ahlâka varan yolları, ahlâk ve sanat alanlarının bütünlüklü çerçevesini de merkeze alarak keşfetmeye çalıştık. Karşımıza sonuç kısmında da kısmen özetlemeye çalıştığımız bağlamlar çıktı. Yazımızı şu sözlerle bitirelim. Vicdanıyla mevcudata bakan, vecde gelerek mevcudiyetinin farkına varır, onu vücuda getirir ve Vücûd'a yakınlık kazanır. Belki de sanat budur, sanat buysa burada sanatla ontoloji, epistemoloji ve aksiyoloji aynı eksende ufukta birleşmiş olurlar. Yani sanat belki de doğru, iyi ve güzelin esrarlı ittifakını beyan eden, koruyan kollayan bir alan olarak anlaşılmalıdır. Tabi bu yolda onun büyük yoldaşı ahlâk olmak kaydıyla…

 

 

 

Kaynakça

Arat, N., Etik ve Estetik Değerler, Telos Yay., İstanbul, 1996.

Collingwood, R.G.,  Kısaca Sanat Felsefesi, çev. Talip Kabadayı, Bilgesu, Ankara, 2011.

Farago, F.,  Sanat, çev. Özcan Doğan, Doğu Batı Yay., Ankara,  2011.

Geiger, M.,  Estetik Anlayış, çev. Tomris Mengüşoğlu, Doğu Batı Yay., Ankara, 2015.

Güngör, E.,  Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar, Ötüken Yay., İstanbul, 2010.

Heidegger M.,, Holzwege, Vittorio Klostermann, Frankfurt am Main, 1980.

Hünler, H.,  Estetik’in Kısa Tarihi, Doğu Batı Yay., Ankara, 2011.

Koç, T., “Sanat”, İslam Ansiklopedisi,  cilt: 36, 2009

Lalo, C.,  Estetik, çev. Burhan Toprak, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1948.

Öner, N., Bilginin Serüveni, Vadi Yay.,  Ankara, 2005.

Soykan, Ö.N.,  “Sanatın Neliği - Sanatçının Kimliği Sorunu”, İstanbul Üniversitesi Felsefe Arkivi Dergisi, Sayı 30, 1997.

Soykan, Ö.N.,  Arayışlar 2, İnsancıl Yay., İstanbul, 2003.

Soykan, Ö.N.,  Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk, Bilge Kültür Sanat, İstanbul, 2017.

Soykan, Ö.N., “Felsefe Hayata Ne Yapar?”,  Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, No. 4, 2013.

Soykan, Ö.N., “Kurtarıcının Geri Dönüşü ya da Geleceği Çalınmış Toplum”, Kaygı-Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, Sayı 22, 2014.

Soykan, Ö.N., “Sanat ve Hakikat”, Beytülhikme, 3/1, 2013.

Soykan, Ö.N., Arayışlar I, İnsancıl Yay., İstanbul, 2003.

Soykan, Ö.N., Estetik ve Sanat Felsefesi, Pinhan, İstanbul, 2015.

Soykan, Ö.N., Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat, MVT Yay., İstanbul, 2006.

Soykan, Ö.N., Türkiye’den Felsefe Manzaraları 2, İnsancıl Yayınları, İstanbul, 2003.

Tunalı, İ.,  Estetik, Cem Yayınevi, İstanbul, 1979.

 


[1] Bu arada Soykan, yukarıda da temas edildiği üzere, etik ve estetik ikilisini kullanırken biz, bu iki ayrımı ahlâk ve sanat olarak vermeyi tercih ediyoruz, ancak bazı yerlerde Soykan’ın tercih ettiği kavram çifti de kullanılmıştır.

[2] Turan Koç, “Sanat”, İslam Ansiklopedisi,  cilt: 36, 2009, s. 90.

[3] Ömer Naci Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, Pinhan, İstanbul, 2015, s. 7.

[4] A.g.e., s. 8.

[5] Martin Heidegger, Holzwege, Vittorio Klostermann, Frankfurt am Main, 1980,  s. 320.

[6] Ömer Naci Soykan, “Sanat ve Hakikat”, Beytülhikme, 3/1, 2013, s. 140.

[7] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 35.

[8] Ömer Naci Soykan, Türkiye’den Felsefe Manzaraları 2, İnsancıl Yayınları, İstanbul, 2003, s. 111.

[9] A.g.e., s. 122.

[10] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 151.

[11] A.g.e., ss. 156-158.

[12] A.g.e., ss. 159-161.

[13] A.g.e., ss. 179-180.

[14] A.g.e., s. 212.

[15] Ömer Naci Soykan, “Sanatın Neliği - Sanatçının Kimliği Sorunu”, İstanbul Üniversitesi Felsefe Arkivi Dergisi, Sayı 30, 1997, s. 113.

[16] A.g.m., s. 117.

[17] Ömer Naci Soykan, Arayışlar I, İnsancıl Yay., İstanbul, 2003, s. 162. 

[18] A.g.e., s. 204.

[19] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 24.

[20] A.g.e., s. 57.

[21] Charles Lalo, Estetik, çev. Burhan Toprak, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1948, s. 57. 

[22] A.g.e., s. 65.

[23] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 23.

[24] A.g.e., ss. 28-31.

[25] A.g.e. s. 342.

[26] Ömer Naci Soykan, Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat, MVT Yay., İstanbul, 2006, s. 210.

[27] Ömer Naci Soykan, Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk, Bilge Kültür Sanat, İstanbul, 2017, s. 62.

[28] A.g.e., s. 31.

[29] A.g.e., s. 64.

[30] Soykan, Arayışlar I,  s. 205. 

[31] Lalo, a.g.e., s. 89.

[32] Soykan, Arayışlar I,  s. 201.

[33] A.g.e.,  s. 202.

[34] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 33.

[35] A.g.e., s. 30.

[36] Soykan, Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat, s. 77

[37] R.G. Collingwood, Kısaca Sanat Felsefesi, çev. Talip Kabadayı, Bilgesu, Ankara, 2011, s. 95.

[38] İsmail Tunalı, Estetik, Cem Yayınevi, İstanbul, 1979, s. 118.

[39] Necla Arat, Etik ve Estetik Değerler, Telos Yay., İstanbul, 1996, s. 14.

[40] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 241.

[41] Ömer Naci Soykan, “Felsefe Hayata Ne Yapar?”,  Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, No. 4, 2013, s. 5.

[42] Soykan, Türkiye’den Felsefe Manzaraları 2,  s. 205.

[43] Soykan, Arayışlar 1, s. 201.

[44] A.g.e., s. 211.

[45] Arat, a.g.e., s. 177.

[46] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 383.

[47] Tunalı, a.g.e., s. 119.

[48] Arat, a.g.e., ss. 177-178.

[49] Soykan, Türkiye’den Felsefe Manzaraları 2, s. 98.

[50] Tunalı, a.g.e., ss. 123-124.

[51] A.g.e., s. 124.

[52] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 287.

[53]Lalo, a.g.e., s. 60.

[54] Soykan, Türkiye’den Felsefe Manzaraları 2, s. 207.

[55] Soykan, Arayışlar 1, s. 204.

[56] A.g.e., s. 208.

[57] . Ömer Naci Soykan, “Kurtarıcının Geri Dönüşü ya da Geleceği Çalınmış Toplum”, Kaygı, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, Sayı 22, 2014, s. 163.

[58] Soykan, Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat, s. 73.

[59] A.g.e., s. 96.

[60] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 64.

[61] Ömer Naci Soykan, Arayışlar 2, İnsancıl Yay., İstanbul, 2003, s. 155.

[62] Soykan, Arayışlar 1, s. 220.

[63] Soykan, Arayışlar 2, s. 153.

[64] Necati Öner, Bilginin Serüveni, Vadi Yay., Ankara, 2005, s. 55.

[65] Soykan, Arayışlar 2, s. 158.

[66] Soykan, Arayışlar 1, s. 194-195.

[67] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s.48.

[68] A.g.e., s. 242.

[69] Soykan, Arayışlar 1, s. 196.

[70] A.g.e., s. 200.

[71] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 145.

[72] Soykan, Arayışlar 2, s. 158.

[73] Erol Güngör, Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar, Ötüken Yay., İstanbul, 2010, ss. 96-103.

[74] Soykan, Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk, s.19

[75] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 385.

[76] Soykan, Arayışlar 2, s. 151.

[77] Tunalı, a.g.e., s. 120.

[78] Soykan, “Felsefe Hayata Ne Yapar?”, ss. 7-8.

[79] A.g.m., s. 8.

[80] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 387.

[81] A.g.e., s. 55.

[82] A.g.e.,  s. 387.

[83] Lalo, a.g.e., s. 79.

[84] France Farago, Sanat, çev. Özcan Doğan, Doğu Batı Yay., 2011, Ankara, s.11.

[85] A.g.e., s. 284.

[86] A.g.e., s. 12.

[87] Moritz Geiger, Estetik Anlayış, çev. Tomris Mengüşoğlu, Doğu Batı Yay., Ankara, 2015, s. 17.

[88] Hakkı Hünler, Estetik’in Kısa Tarihi, Doğu Batı Yay., Ankara, 2011, s. 9.

[89] Soykan, Arayışlar 1, ss. 205-206.

[90] Soykan, Türkiye’den Felsefe Manzaraları 2, s. 105.

[91] Soykan, Estetik ve Sanat Felsefesi, s. 352.

[92] Soykan, Arayışlar 2, s. 154.

[93] A.g.e., s. 152.

 

TYB Akademi 23 / Estetik / Mayıs 2018

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.