20 Nisan 2024
  • İstanbul14°C
  • Ankara20°C

MAHİR ADIBEŞ'TEN: ANKARA’DAN SİİRT’E KÜLTÜR KERVANI (2)

İKİNCİ DURAK: HATAY Uzun bir yolculuktan sonra Hatay’a geldiğimizde vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Herkes yorgun, bir an önce istirahata çekilmek istiyordu.

Mahir Adıbeş'ten: Ankara’dan Siirt’e Kültür Kervanı (2)

Ben her zamanki gibi çay yerine sütü tercih ettim…

 

 Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi üyesi ve gezimizi bundan sonra fotoğraflayacak olan arkadaşımız Ahmet Dur burada aramıza katıldı. Artık yolun sonuna kadar bizimle olacaktı.

Kahvaltıdan sonra otobüsümüzle üniversitenin şehir dışındaki yerleşim yerine geldik. Ortam salonun önünde çok güzel hazırlanmıştı. Buradaki hazırlıklarda, Cemil Meriç Araştırmaları Merkezi Başkanı Doç.Dr. Eyüp Çoşkun’un güzel hazırlığı beğenilmeyecek gibi değildi. Ekipte olan herkesin ismi masalara yazılıp dizilmişti. Her misafire gönüllü bir öğrenci verildi ve imza işleriyle, sohbetlerle onlar ilgilendi. Doğrusu ortam çok güzel düzenlenmişti. Bu düzenlemeye ilk defa rastladık, takdir etmemek elde değildi. Bütün arkadaşlar bu ilgi ve alakayı beğendiler. Türkiye Yazarlar Birliği 35. yıl resim sergisi ve kitaplar yerlerini almışlardı. Bu konuyla ekibimizden Fatih Gökdağ ve Sami Terzi ilgileniyorlardı. Fatih’in o resimleri özenle sehpalara yerleştirmesi dikkate değerdi. Olmadı yerlerini değiştiriyor, yine olmadı alttakini üste çıkarıyor derken ciddi manada ilgileniyordu.

 Hemen etkinliklerin yapılacağı salona geçtik. Bu sefer sunumu Sami Terzi yaptı. Usta bir konuşmacı gibi, sesini kullanması herkesin hoşuna gitti. Bence sunucumuzu bulmuştuk. İlk önce Mustafa Kemal Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hüsnü Salih Güder konuşmasını yaptı. Konuşması gayet sakin, konunun farkında ve hazırlıklıydı. Sunumunu ciddiye alıp kelimeleri özenle seçerek aktardı. Bizim de sunumlarımızdan biri olan Endülüs Medeniyeti üzerinde yoğunlaştı. Endülüs Medeniyetinin günümüze kadar ulaşmasını çok önemsediğini ve bu medeniyetin Avrupa medeniyeti üzerinde çok önemli etkileri olduğunu anlattı. Avrupa’nın ortaçağ karanlığından çıkmasında bu medeniyetin asıl rol oynadığından bahsetti. Bu konuya o kadar hâkimdi ki merak edip sonradan sorular sorduk. Prof. Dr. Hüsnü Salih Güder bir müddet İspanya’da kalmış. Endülüs medeniyetini yakından görmüş, tanımış…

Açılış konuşmalarından sonra Sami Terzi, şiir için şairleri çağırmaya başladı. Şiir bölümünde ilk olarak, İbrahim Eryiğit, Sezai Karakoç’un ‘Balkon’ şiiri ile kendi yazdığı ‘Hayalin Düşer’ şiirini okudu. Vedat Güneş ‘Şehrin izlerinde Kervanlar’ şiirini, Vahap Akbaş’ın ‘Dağı Özleyen Adam’ şiiri dikkatimi çekti. Atilla Maraş, C. Sıtkı Tarancı ve N. Fazıl’dan okuduğu kısa şiirlerin arkasından ‘İstanbul ve Asel’ şiirini okudu. Hatay’dan aramıza katılan şair Hasan Çağlayan şiiri “gençler ve yetişkinler” olarak ikiye ayırdı. Gençler için “Gemiler Ayrılır”, yetişkinler için ise “Kalem Diliyle” şiirini okudu. Yaşlı ve ihtiyar kelimesini kullanmaması çoğumuzun hoşuna gitti ve arkasından, “İnsan yaşlandıkça okunur,” mısrasıyla yüzümüze tebessüm koydu. Hasan çağlayan tatlı diliyle gönlümüzü kazandıktan sonra bizi şiirine bağladı.

Atilla Maraş şiirini okumak için çıktığında, “Ben kürsü arkasını sevmem, şair meydanlarda olmalı, açığa çıkmalı,” demişti. Mehmet Doğan kürsüye çıkınca karşılık verdi, “Ben Atilla Maraş’ın sözüne rağmen kürsünün arkasına geçiyorum. O da milletvekiliyken kürsünün arkasındaydı. Vekil seçilemeyince kürsünün önüne geçti,” sözü salonda gülücük rüzgârları estirdi. Mehmet Sılay ve Mehmet Doğan, “Endülüs 8 asırlık yurt” adlı sohbeti görüntüler eşliğinde yaptılar. Mehmet Sılay, sunuma bir resim koyup vakti unutunca yaklaşık kırk beş dakika konuştu. Mehmet Doğan ise ona kibarca zamanı hatırlattı, “Resmin diğer karesini unuttun,” deyince, Sılay önce şaşırdı sonra güldü. “Tamam değiştiriyorum,” dedi. Resmin karesi değişti ama beş dakika daha konuşma sürdü. Zaten Mehmet Doğan’da kendisine çok şey kalmadığını kabullendi. Hani sunumu beraber yapacaktılar ya… Biz de Endülüs Medeniyetinin görülmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Salonda halktan kimseler yoktu, yalnız öğrenciler vardı. Öğrenciler kılık kıyafet ve şiir dinlemeleri açısından çok başarılı ve saygılıydılar. Kitap imzalama esnasında öğrenciler tam bir ev sahipliği yaptı. Çok samimi bir ortam vardı. Bana sorarsanız orada yeni arkadaşlarımız oluştu.

 

 Öğlen yemeğinde Rektör Beyin misafiri olduk. Öğretim görevlileriyle beraberdik. Yemekte yöresel yemeklere yer vermişlerdi. Humus, kabak borani, abugarnuç (patlıcan, biber, domates, zeytinyağı) dikkat çekti.

1979 yılında ben, Fırat Üniversitesi Veteriner Fakültesinde okurken asistanımız iken şimdi Profesör olan Fuat Odabaşoğlu ile burada karşılaştık. Veteriner Fakültesinin kuruluş dekanından sonraki dönemde burada dekanlık yapmıştı. Yıllar sonra beni kucakladı ve sevindi. “Hocam sen benden genç kalmışsın,” dedim, güldü. Fuat Hoca da şiir yazıyormuş ama pek vaktimiz olmadı. Belki müsait bir zamanda bunu da konuşacağız.

Halktan bizim etkinliğimize gelen olmadığından, biz halkın arasına karışalım, diye düşündük…

Şehir gezisine çıktığımızda fazla zamanımız yoktu. Dar sokaklardan, kapalı çarşılardan geçtik. Habib-i Neccar’ı ziyaret ettik. Habib-i Neccar, MS 40 lı yıllarda Antakya’da yaşamıştır. Roma döneminde Antakya halkı putperest olduğu için, Cenab-ı Hak Hz. İsa 'ya Antakya halkı için iki resul göndermesini emreder. Hz. İsa Antakya halkı için iki resul, daha sonrada bir resul daha gönderir. Resullerin halkı İrşada devam etmesine ilk inanan Habib-i Neccar olur. Antakyalılar bu olaya inanmayarak, resulleri taşlayarak öldürmeye karar verirler. Habib-i Neccar uzaklardan koşup gelerek, resullerin doğru söylediklerini ve onlara inanmaları gerektiğini söyler. Burada bulunan putperestler Habib-i Neccar'a bunlar seni kandırmışlar, ya eski dinine dönersin ya da ölürsün şeklinde tehdide başlarlar. Bu müritler dediklerini yaparak. Habib-i Neccar’ı öldürürler. Habib-i Neccar’ın öldürülmesi ile ilgili birçok rivayet vardır. Bunların en yaygın olanı ve halkın anlattığı olay şöyledir: Habib-i Neccar’ın başı Silpiyus dağında ayrılır. Vücuttan ayrılan baş, yuvarlanarak bugün cami ve türbesi bulunan yere gelir (bugün vücudu şehit edildiği mağarada başı ise caminin yanında bulunan türbededir).

Sonra “Türk Katolik Kilisesi”ne uğradık. Orasını bize genç bir bayan anlattı. Burada kilise, havra ve cami birbirine çok yakın kurulmuştu. Bayan, Katoliklerin burada ibadetlerini Türkçe yaptıklarını ve kendilerinin Türk olduğunu söyledi. Daha doğrusu Katolikler hangi ülkedeyseler o milletin dilini ibadet dili olarak seçerlermiş. “İşte millet olmanın ve fitneyi engellemenin yolu bu,” dedim içimden. Kilise bir konaktan çevirmeydi. Sayılarının az olduğu için burası onlara yetiyormuş.

Bir müddet daha şehrin caddelerinde, sokaklarında yürüdük. Görülmesi gereken birçok yeri göremeden dönmenin burukluğu kaldı içimizde.

Hatay, Türkiye’nin güneyinde en uc noktada yer almaktadır. Burada değişik dinlerden ve çok sayıda mezhepten insanlar bulunmaktadır. En az iki dil konuşulmaktadır. Bütün bu çokluklara rağmen “Türk Katolik Kilisesi”ndeki bayanın dediği gibi, “Biz dili Türkçe, bayrağı Ay Yıldızlı bayrak olarak kabul ediyoruz,” burada insanca anlayış, hoşgörü sayesinde huzurlu bir ortam sürmektedir. Burada uyuşma noktaları halkın kendisinden kaynaklandığı için kimse bu dirliği bozamıyordu.

Şehirden ayrıldığımızda ikindi okunmuştu. Biz, “Hakikat aranmakla bulunmaz ama hakikati bulanlar arayanlardır,” diyen Beyazid-i Bestami hazretlerinin Kırıkhan’daki türbesine gitmek üzere yola koyulduk.

Bayezid-i Bestami türbesi, Kırıkhan’da Darb-ı Sak Kalesi (Trapezyuz Kalesi) içerisinde bir mescit içindeydi. Girişte çobanlık yapan bir müridin mezarı vardı hemen ayakucunda da paşanın mezarı yer alıyordu.

Derb ya da Darb (EI-Darb) Arapça geçit, yol anlamındadır, Sak ise dağ eteği, vadiye bitişik kısım, yamaç anlamına gelmektedir, Buna göre Darb-ı Sak, dağ eteğinden geçen ya da dağ eteğindeki, yamaçtaki yol anlamına gelmektedir. Kale, Bizans döneminde "dağlılar" ya da "Çobanlar Şatosu" adıyla anılıyormuş. Kalenin adı bir kaynakta ise "Deyr Bessak" olarak geçmektedir. Bu isim "yüksek ruhbanlar evi-kilise" anlamına gelmektedir.

Günümüzde İran'ın Semnan Eyaletinde bulunan Bistam şehrinde 804 yılında doğmuştur. Künyesi, Ebû Yezîd'dir. İsmi Tayfûr’dur. Dedesi İslamiyet’i sonradan kabul etmiş olan bir Zerdüş. Yalnız bir hayatı olmasına rağmen evine sık sık sufilik üzerinde tartışmak maksadıyla ziyaretçileri kabul etmekteymiş. Allah ile baş başa kalmak amacıyla tüm Dünyevî arzularını terk etmiş bir şekilde züht hayatı sürdürmekteymiş. Neticede bu hayat tarzı Bayezid'in "Kendinde Yok Olma" hâli olarak ifade edilebilecek olan bir ruh haline bürünmesiyle sonuçlanır. Bu durum sufilikte "Kişinin Allah'a en yakın olduğu ruh hâli" olan "Fenâ Fî’Allah" yâni(Allah’ta yok olma) mertebesi olarak tanımlanmaktadır. Allah'a karşı olan hislerini çok samimi ve açık yüreklilikle dile getirmesinden dolayı "Beyâzıd" tarihte ilk kez"Sarhoş Sûfî" lâkabı ile anılan kişi olmuş. Kendisi tarihteki en etkin mistiklerden biri olarak tanınmaktadır. Allah'a olan aşırı sevgisinden dolayı da Allah aşkından başka tüm Dünya nimetlerini terk etmek suretiyle de "Bekâ Bî’Allah" yâni (Allah’la var olma/Allah’la bir olma) kavramlarını ortaya atan sufi olarak hatırlanmaktadır.

Bayezid-i Bestami türbesinden ayrıldığımızda ikindi gölgeleri uzamıştı. Her tarafa bir serinlik çökmüştü. Biraz önce kısa yollardan yürüyerek çıktığımız kaleden aşağıya, taş döşeli yoldan yavaş yavaş iniyorduk. İbrahim Ulvi Yavuz, “Ben bu yokuşu tırmanamam,” diyerek bizi arabanın yanında düzlükte beklemişti.

Akşamın karanlığı çöktüğü zaman otobüsümüz yorgun yollardan Antep’e doğru hızla geçiyordu. Erbay, türkü söylemeye başlayınca, Atilla Maraş eşlik etti. “Ağam olasın Ömer…” diye Urfa türkülerini sıralarken Kazancı Bedih’i bir daha andık.

“Nemrudun kızı yandırdı bizi

Çarptı sillesini felek misali

Sil yazımızı kurtar bizi

Çarptı sillesini felek misali

Mevla’m gör bizi…”

Gezi süresince mali yetkili Erbay Küçet’le, gezi kumanda yetkilisi Atilla Mülayım arasında bir tartışma başladı. Daha doğrusu aniden patladı. Erbay, Atilla’nın görev alanına girmiş. Atilla hışımla gelip uyardı işte ne olduysa orada oldu. Erbay önümüzdeki ilk durakta geri dönmekle tehdit ediyordu. Rast gele bağırıyordu, söyledikleri anlaşılır gibi değil sebebini de tam olarak kimseler bilmiyordu. Yöneticiler gayet sakin öylece bakıyorlar, kimse bir laf söylemiyordu. Neyse ki Atilla karşılık vermedi de ortalık sakinleşti. Doğrusu Erbay çok sert tepki koydu ama şikâyetçi olan Atilla’ydı. İlk para cezası Erbay’a kesilecekti. Kendi koyduğu tedbiri bozan yine o oldu ama çok geçmeden yolculuktaki bütün yetkileri eline geçirecekti… Doğrusu bu kadar erken tartışmanın çıkması beni şaşırttı. Daha yolculuğun başındaydık…

Bilmediğimiz bir köyden geçerken, yolun sağ kenarında, bahçe içerisinde güzel bir camide akşam namazını kıldık. Bu arada unutmadan söyleyeyim; otobüsümüzde çok imam vardı. Bu iyi mi, kötümü tartışılır! Dolayısıyla da aynen öyle oldu namazlarımız çok değişti. Birinin dediğine diğeri uymuyordu. Biz işimize geleni yaptık. Vallahi namaz yolculukta çok kolaymış!..

Gaziantep’e doğru otobüsümüz yeniden yola çıktı…

 

alt

alt

alt

alt

 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.