26 Nisan 2024
  • İstanbul19°C
  • Ankara26°C

PROF. DR. KEMAL TİMUR: ORHAN OKAY HOCAMIZA RAHMET DİLERKEN…

TYB Akademi 22 / Orhan Okay / Ocak 2018

Prof. Dr. Kemal Timur: Orhan Okay Hocamıza Rahmet Dilerken…

01 Haziran 2018 Cuma 10:00

Hocaların Hocası Orhan Okay Hocamın vefat haberini duyunca onu tanıyan ya da ders alan her arkadaş gibi ben de çok üzüldüm ve bu dünyanın faniliğini biraz daha fazlaca hissetmiş oldum...

Allah rahmet etsin, Allah mekânını cennet eylesin, bütün dostların başı sağ olsun, hepimize de onun gibi sevilen bir hoca olmayı nasip etsin inşallah...

Orhan Okay Hocamızın vefatından sonra çeşitli mahfillerde yazılan yazı, yorum ve hâtıralara bakınca, ondan memnun olmayan kimseye pek rastlamadım. Bu yönüyle biz ve bütün hocaların da onu örnek alması gerekir diye düşünüyorum.

Belki duaya vesile olur düşüncesiyle, ben de onunla ilgili yaşadığım bazı hatıra ve intibalarımı yazmak istiyorum.

Orhan Hocam ifade edildiği gibi gerçekten de yeri doldurulamayacak bir hocaydı.

Benim asistanlık hayatım Kütahya Dumlupınar Üniversitesinde geçti. O dönemde Yüksek Lisans ve Doktora sınavları üç aşamalı olurdu. Önce klasik manada yabancı dil sınavı yapılırdı. Onu geçenler öbür gün yine yazılı bir imtihana tabi tutulurdu. Bu yazılı imtihandan yeterli puanı alanlar, onları alacak hocalar tarafından mülakata alınırdı.

Zannedersem 1996 yılıydı. Gazetede ilan edilmiş iki doktora programına başvurmuştum. Biri Erzurum, diğeri de Sakarya… Erzurum’da açılmış olan doktora sınavına girdim ancak kazanamadığımı söylediler. Öbür gün de başvurduğum Sakarya Üniversitesindeki Doktora imtihanına yetişmem gerekiyordu. O zamanlar uçak seferleri günümüzdeki gibi yaygın değildi. Olsa dahi o günkü şartlarda maddi durumumuz da buna pek elverişli değildi. Zaten o dönemde uçak ile seyahat edenler zengin ve elit tabakaya mensup insanlardı. Halk arasında: “Ancak foter şapkalılar uçak ile seyahat edebilir” kanaati yaygındı. Neyse!..

Erzurum’dan Sakarya’ya tren de olmadığı için vakit kaybetmeden otobüs terminalinin yolunu tuttum. Erzurum’dan otobüse bindim ve Sakarya’ya imtihana yetişmek üzere yola düştüm. Sakarya’ya ve imtihanın yapılacağı mekâna ulaştım. 1996 yılında Prof. Dr. Orhan Okay Hocamız, Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yeni göreve başlamış ve Doktora imtihanımızı da o yapacaktı. Orhan Okay Hocamızın, daha önce ismini çok duymuştum; ancak kendisini hiç görmemiştim. Onun imtihanımızı yapacak olması da beni gerçekten heyecanlandırıyordu.

Neyse yabancı dil imtihanını geçtikten sonra öbür gün hem Orhan Hocayı ilk defa görme imkânı bulacağız hem de onun sorduğu sorulara cevap vereceğiz ve arkasından da belki mülakata alınacağız. Öyle de oldu.

Doktora bilim sınavının yapılacağı sınıfa geldik ve oturduğumuz sıralarda beklemeye başladık. Yaşlıca birisi geldi, soruları dağıttı ve sonradan öğrendim ki bu kişi Prof. Dr. Orhan Okay Hoca imiş. O kadar tevazukâr idi ki; geldi ve kendi imtihanını kendisi yaptı. Öbür gün de bizleri tek tek mülakata aldı. Mülakatın sonunda ben, Şahmurat Arık ve Yılmaz Daşçıoğlu doktora programına alınmış olduk. Ancak daha sonra öğrendik ki, şimdi ismi önemli değil, birisi daha imtihana girmiş ve Osmanlıca metin sorusuna cevap veremediği için Orhan Hoca da Osmanlıca bilmeyen birisi nasıl doktora yapacak diye ona sıcak bakmamış.

Ancak o Osmanlıca bilmeyen kişi, Rektörü aracı yaparak Orhan Hocayı aratmış. Fakat Orhan Hoca Rektöre kibarca durumu izah etse de o dönemin bazı rektörleri Orhan Hoca gibi asil bir insanı anlayacak nezâkette olmadıklarından işler tersine gitmişti.  Rektörün: “Dediğim adam alınmayacaksa; ben de diğerlerini almam” diye direttiğini duyduk.

Tabi biz arkadaşlar, imtihanı gayr-i resmi kazanmış olmanın sevincini ve Orhan Okay Hocamızdan doktora derslerini alacak olmanın heyecanını yaşıyorduk. Ben de o heyecan ve sevinçle Sakarya’dan Kütahya’ya döndüm...

Biliyorsunuz o dönemde cep telefonları yoktu. Kütahya’ya döndükten sonra, bir gün, kaldığım evin telefonu çaldı ve telefonu kaldırdığımda, karşıdaki ses:

“Ben Orhan Okay” demesin mi!…

“Kemal Timur’la mı görüşüyorum?” demesin mi!…

Bu bir şaka mıydı acaba?...

Gerçekten şaşırdım ve büyük bir utanma ve mahcubiyetle “Evet, benim Hocam” dedim.

Tabi Kütahya’nın o soğuğunda terlemedim de diyemem. Ve telefondaki Orhan Hocam: “Doktora imtihanını kazandınız Kemalciğim; ancak sonucu ilan etmeyecekler galiba, işlerinizi takip ederseniz iyi olur" dedi.

Neyse, imtihanı kazanmışım kazanmamışım hiç de umurumda değildi artık. Ben hâlâ Orhan Hoca nasıl oldu da telefonumu öğrendi ve benim gibi fazla tanımadığı birisini aradı diye düşünüyordum. Gerçekten de şaşırdım ve Orhan Okay Hocamızın nasıl bir hoca olduğunu utana sıkıla da olsa daha iyi öğrenmiş oldum.

Sonraki günlerde direnmemize ve bazı girişimlerde bulunmamıza rağmen pek de olumlu bir sonuç elde edemedik. Netice itibariyle o dönem girdiğimiz doktora imtihanımız iptal oldu ve biz bir doktora programına giremedik. Ondan sonraki yarıyılda Sakarya Üniversitesi tekrar Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalında Doktora ilanı verdi. Tekrar başvurduk.

Uzatmayayım. Tekrar aynı metotla sınava girdik ve Orhan Okay Hocamıza öğrenci olmaya ikinci defa hak kazanmış olduk. O dönemde Orhan Hocanın dışında Yeni Türk Edebiyatı alanında başka kimse olmadığından açılan dört doktora dersine de Orhan Hocamız girdi. İyi ki başka hoca yoktu da dört dersin dördünü de ondan almış olduk.

Orhan Hocamızın dersleri çok verimli ve zevkli geçerdi. Bizleri kırmadan çok ödev verirdi. Her derse de, elde taşınamayacak kadar el yazması kitapla gelirdi. O kitapların hepsine adeta sevimli birer çocuk okşar gibi bakar, sonradan da onları sırasıyla hepimize bakmamız için dağıtırdı.

O dönemde bir de araştırma yapmak için konu tasnifine göre fişler hazırlanırdı. Onları da tek tek gösterirdi. Hatta bazen derse cetvel de getirerek o fişlerin hangi ebatta olması gerektiğini de kibar ve güler çehresiyle ölçer kestirirdi. ‘Aruz ve Tatbikatı’ diye bir dersimiz vardı. Şiirleri aruza göre okumayı önemser ve usanmadan hepimize okuturdu. Ben bu derste Orhan Hocamın karşısında epeyce zorlanır ve ter dökerdim.

Dersteki konuşmalarında o kadar samimi davranırdı ki, onun verdiği ödevleri ya da görevleri yapmamak mümkün değildi. Onun ders anlatması da gerçekten başkaydı. Buna biraz sonra tekrar değineceğim.

Bir sonraki dönem derse başlayacakken duyduk ki bu defa da Orhan Hoca, mevcut Rektörle anlaşamamış ve dolayısıyla emekli olmuş. Emekli olduktan sonra İstanbul’da başka bir üniversiteye geçtiğini duyduk. Biz de üç arkadaş, bir dönem doktora dersini almış; ancak tamamlayamamış öğrenciler olarak ortada kalmış olduk.

Neyse İstanbul Üniversitesine geçiş yaptık. Bu geçişimizde sağ olsunlar Kazım Yetiş, Fatih Andı ve Necat Birinci Hocalarımızın çok yardımlarını gördük. Bu vesileyle bu üç hocamıza da teşekkürü bir borç biliyorum.

Yeni Doktora tez danışmanımın belirlenmesi için Orhan Okay Hocamın danışmanlığımızı bırakması gerekiyordu.

Orhan Okay hocamızın yeni başlamış olduğu üniversiteye gittim. Odasına varıp elini öptüm, durumumu hocaya anlattım. O güzel yüzüyle güldü ve kalktı başka bir masaya oturdu, önce dilekçenin bir karalamasını yazdı. Sonradan da onu temize çekerek altını imzaladı ve dilekçeyi kibarca bir zarfa koyarak bana takdim etti.

Gerçekten güzel bir dilekçe yazmıştı. Tabi ben de yine hayretler içinde onu izliyordum. Nasıl oluyor da hiç üşenmeden ve bir itirazda da bulunmadan bana zaman ayırıyordu. Onun bu hali, beni hem mahcup etmişti; hem de ona karşı olan sevgimi kat kat arttırmıştı.

            Az önce de değindiğim gibi dersleri çok verimli ve zevkli geçerdi. Yaptıracağı işleri sevdirerek yaptırırdı. Anlattığı konularda çok fazla bilgiye sahip olduğu hemen anlaşılırdı. Akademik camiada yükselme olduğu için, genellikle hocalar arasında kıskançlık, haset ve gıybet durumları çok yaşanırdı. Ancak bu konuda da çok mükemmel bir hocaydı. Derslerde bazen diğer akademisyenlerin isimleri geçtiğinde kesinlikle onların aleyhinde tek kelime dahi etmezdi. Kimsenin arkasından konuşmazdı. Hep olumlu şeyleri anlatırdı.

Yazılı imtihanlarda kompozisyon kurallarına da çok dikkat ederdi. Bu konularda da belli bir hassasiyeti vardı. Bir lisans öğrencisinden duymuştum. Sınıflarında bir öğrenci ‘Tevfik Fikret’ ile ilgili bir sorusuna cevap verirken Tevfik Fikret yazacağına “Teyfik Fikret” yazdığı için onu dersten bırakmış ve Tevfik Fikret’in ismini doğru yazamayan edebiyat öğrencisi olamaz diye kanaatini belirtmiştir.

Derslerini uygulamalı anlatırdı. Bir konuda nasıl araştırma yapılacak ise ayrıntılarıyla anlatır o konuda birer tane ödev verirdi ve onları da kontrol ederek hatalarımızı göstermeye çalışırdı. Araştırmada kullanılacak fişlerin ebatlarını gözümüzün önünde cetvelle ölçer, keser ve kestirirdi. O fişin sağ üst köşesi ile sol üst köşesine neler yazılacağını gösterirdi. Bana bu konuda, 1933-1949 yılları arasında Halkevleri tarafından çıkarılan Ülkü Dergisi’nin bütün yazılarını konularına göre fişletmişti. Benim o fişlerim hâlâ tarafımdan muhafaza edilmektedir.

Dersleri sohbet havasında geçerdi. Ders arasında muhakkak bir çay/kahve molası verirdi. Çayların parasını kendisi vererek arkadaşlardan birisini almaya gönderirdi. Bu da çok hoşumuza giderdi. Derslerini konferans havası içinde vermezdi. Yavaş yavaş, acele etmeden, adeta sindire sindire anlatırdı. Dersimi bir an önce bitireyim diye hiç acele etmezdi. Sorularımızı ciddiye alır; cevaplarını da ikna ederek ve güzelce verirdi.

            Hiçbir yazar ve şaire ideolojik yaklaşmazdı. Kendisi dindardı. Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesinin öğrenci mescidinde bir namaza duruşu ve kılışı vardı ki gerçekten insanı etkilerdi. Kendi halinde adeta bir derviş edasıyla bir köşede durur, namazını kılardı. Onun bu duruşu da beni ayrıca çok etkilemişti…

***

Orhan Okay’ın yazıları ve kitapları da gerçekten mükemmel hazırlanmıştır. Kitap ve yazılarında ele aldığı konularda hiçbir eksiklik bırakmamıştır. Beşir Fuad[1] biyografisi Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi[2] kitapları başta olmak üzere onun yazdığı konularda onun eserlerini aşan bir esere şimdiye kadar rastlamadım dersem abartmamış olurum. Ahmet Mithat ile ilgili: “Bir çocuk doğumundan vefatına kadar başka hiçbir işle meşgul olmasa ve sürekli Ahmet Mithat Efendi’nin yazmış olduğu eserleri okusa zor bitirir” derdi.  Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi kitabının girişinde Ahmet Mithat Efendi ve Sultan Abdülhamit ile ilgili bir tespiti her okuduğumda bana çok orijinal gelmiştir. Biraz uzun olacak ama o alıntıyı aynen aktarmak istiyorum:

“İşte Ahmet Mithat Efendi’nin devlet ve millete büsbütün başka bir gözle baktığını ifâde ettiği husus, Yeni Osmanlıların fikir ve siyaset hürriyeti veya rejim meseleleri yerine madde ve kültür sahalarında terakki meselesidir. O da çok yakından tanıdığı ve kanaatimizce samimiyetle bağlı bulunduğu devrin hükümdarı II. Abdülhamit gibi tahsil ve kültürün muayyen bir seviyeye ulaşamadığı cemiyetlerde rejim meselesinin ön plâna çıkamayacağı inancındadır. Abdülhamit: ‘Bizim memleketimizde halk, henüz çok saftır, çok az okumuştur. İnsanlarımıza çocuk muamelesi yapmaya mecburuz. Çünkü gerçekte onlar büyük çocuklardır. Aileler ve terbiyeciler gençliğin elinde zararlı yazıların bulunmamasına itina gösterdikleri gibi, hükûmet de biz de halkın zihnini zehirleyecek her şeyi andan uzak bulundurmalıyız’ diyordu. Burada zikredilen halkın zihnini zehirleyecek fikirler arasında, bilhassa siyasî fikirlerin de bulunduğunu düşünmek yerinde olur.

            Sultan Abdülhamit’e göre Osmanlı İmparatorluğunun bir çöküntü devresine girmiş olduğu muhakkaktır. Bu çöküntüden kurtuluş Batı medeniyetinden de faydalanmak suretiyle olabilecektir. Ancak Batı medeniyeti ona göre teknik ve fikir olmak üzere iki bölümden ibarettir. Teknik bu medeniyetin dış gelişimini; fikir ise iç gelişimini ifâde etmektedir. Avrupa ve Amerika’da meydana gelen teknik terakkiler takdire şayandır ve bunlar dikkate alınınca Osmanlı İmparatorluğu, en az, yüz yıl geridir. Osmanlı İmparatorluğu, bu sebeple teknik terakkilere kapılarını açmalıdır… Batı fikirleri Batı medeniyetinin zehirleridir. Bunlar zihinleri ve kalpleri zehirlemektedir. Avrupa’dan gelen bu yeni fikirler bizim için felakettir. Kurtuluş bu fikirlere sarılmakta değildir.”[3]

            Evet, yine onun önemli eserleri arasında: Bir Hülya Adamının Romanı[4], Konuşmalar[5], Sanat ve Edebiyat Yazıları[6] Mehmet Akif[7], Yahya Kemal, Ahmet Hâşim, Necip Fâzıl[8], Ahmet Hamdi Tanpınar ve daha birçok edebiyat ve sanatçı hakkındaki kitapları ve yazıları her zaman müracaat edilecek önemli metinlerdir.

Bütün yazılarını her zaman zevkle okuduğum Beşir Ayvazoğlu’nun, Orhan Okay hocamızın vefatından ve cenazesine katıldıktan sonra kaleme aldığı yazısında da belirttiği gibi o gerçekten: “Meslek hayatının tamamını taşrada geçirdiği hâlde, zarafeti, çelebiliği ve Türkçesiyle İstanbullu kalmayı başaran, nesli tükenmiş bir ideal ve ahlâk adamı, hakiki bir hocaydı.”[9]

Vefa Lisesi ve orada, Edebiyat hocası ve Mehmet Kaplan’ın eşi Behice Hanımla tanışması, Behice Hanımın onun aruz konusundaki başarısından dolayı onu eşi Mehmet Kaplan ile tanıştırması, Yüksek Öğretmen Okulu, Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerini okuduktan sonra edebiyat öğretmeni olarak Artvin’e atanması onun hayatını şekillendiren dönüm noktaları olmuştur.

Orhan Okay Hocamızın sonraki tarihlerde Diyarbekir Ziya Gökalp Lisesine edebiyat öğretmeni olarak ataması yapılır. Burada iken Erzurum’a yeni giden hocası Mehmet Kaplan’dan aldığı davet mektubu onu hem çok mutlu etmiş hem de akademik hayata atılmasında dönüm noktası olmuştur. Davetine icabet ederek gitmiş olduğu Erzurum’da otuz altı yıl kalır. Dile kolay tam otuz altı yıl… İstanbul’da yaşayan ve büyüyen bir İstanbul Beyefendisinin bu kadar uzun süre bir taşra kenti olan Erzurum’da kalması onun vatanseverlik ve hizmet aşkını gösteren en büyük kanıt sayılsa gerek... Onun bu fedakârlığında tabi ki okuduğu öğrencilik dönemlerindeki hocalarının ve özellikle de Vefa Lisesinde iken felsefe hocası Nurettin Topçu’nun büyük tesiri olmuştur.[10] Yine de İstanbul’da okumuş ve hayatının büyük bir kısmını orada geçirmiş birisi için uzun süre ondan ayrı kalması zor olmuştur diye düşünüyorum.

Bu vesileyle, İstanbul’da büyüyen insanımızın başka yerlerde yaşamasının zorluğunu gösteren bir iki hatıramı anlatmak istiyorum. Kütahya Dumlupınar Üniversitesinde yaklaşık on yıl asistanlık yaptım. İstanbul’dan, Allah rahmet etsin, Cevdet Dadaş adında bir hocamızın bölüme ataması yapıldı. 28 Şubat sürecinin uyumsuz bir rektörü döneminde bölüm başkanımız da oldu. Bu hocamız, Erzurumlu olduğu halde, her konuşmasında İstanbul deyip başka bir şey demiyordu. Fırsat buldukça da soluğu İstanbul’da alıyordu. Velhasıl onu bir türlü Kütahya’ya alıştıramadık. Kütahya’da kalsın diye birçok iltifatla birlikte hemen her hafta Kütahya’nın kaplıcalarına götürüyorduk. Bir gün hiç unutmam. Arabayı ben kullanıyordum. Kütahya’da kaplıca çok olduğu için, Cevdet Hocam hangi kaplıcaya gidelim, dediğimde “Kemal Hocam kurbanın olayım İstanbul yolunda olan ılıcaya gidelim” demişti. Yani o da adeta Yahya Kemal gibi “Ankara’nın en fazla neyini sevdiniz?” diye sorduklarında “Ankara’dan İstanbul’a dönüşünü” dediği gibi Cevdet Dadaş hocamız da İstanbul yolundaki kaplıcaya gidelim demişti…

Yine Ankara Etimesgut’ta kısa dönem askerlik yaptığımız halde, Sivaslı, ancak İstanbul’da büyümüş bir arkadaşımız vardı. Bir gün bana “Ya hocam İstanbul’u çok özledim” dedi. Ben de “En çok neyini özledin?”, dedim. “Ya hocam bırakınız neyini sormayı, “Ben İstanbul’daki arabaların egzozundan çıkan dumanı bile özledim” demişti. Evet, bu konuda çok hatıra var ama geçelim. Gerçekten de İstanbul hayatına alışanlara başka yerde çalışmak çok zor geliyor. Bu iki hatırayı da Orhan Okay Hocamızın otuz altı yıl Erzurum’da ne gibi fedakârlıklarla çalıştığını, az da olsa, ifade etmek için yazdım.

Yazımı sonlandırırken tekrar Orhan Okay Hocam’a Allah’tan rahmet diliyorum. Allah mekânını cennet eylesin, bütün dostların başı sağ olsun, hepimize de onun gibi sevilen bir hoca olmayı nasip etsin inşallah. Bundan sonra bu dünyada ona ulaştıracağımız tek şey ise bir Fatiha olacaktır. O halde Fatihalarımızı eksik etmeyelim inşallah… 24.01.2017

 

Kaynakça

Ayvazoğlu, Beşir: “O, büyük bir kültür, edebiyat ve...”: http://qoshe.com/karar/besir-ayvazoglu/o-buyuk-bir-kultur-edebiyat-ve-/890905

 

Okay, Orhan, Beşir Fuad: İlk Türk Pozivist ve Naturalisti, Dergâh Yayınları, İstanbul 2008.

 

Okay, Orhan, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi, MEB Yayınları, İstanbul 1989.

 

Okay, Orhan, Bir Hülya Adamının Romanı, Dergâh Yayınları, İstanbul 2010.

 

Okay, Orhan, Konuşmalar, Akçağ Yayınları, Ankara 1998.

 

Okay, Orhan, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul 1990.

 

Okay, Orhan, Mehmet Akif Bir Karakter Abidesinin Anatomisi, Akçağ Yayınları, Ankara 2000;

 

Okay, Orhan, Mehmet Akif Kalabalıklarda Bir Yalnız Adam, Dergâh Yayınları, İstanbul 2015.

 

Okay, Orhan, Necip Fazıl: Sıcak Yarada Kezzap, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014.

 

Okay, Orhan, Anadolu’dan Hatıralarla Nurettin Topçu’nun Mektupları, Hece Yayınları, Ankara 2016.

 

 


[1] Okay, Orhan, Beşir Fuad: İlk Türk Pozivist ve Naturalisti, Dergâh Yayınları, İstanbul 2008.

[2] Okay, Orhan, “Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi, MEB Yayınları, İstanbul 1989.

[3] Okay, Orhan, “Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi, MEB Yayınları, s. 8-9, İstanbul 1989.

[4] Okay, Orhan, Bir Hülya Adamının Romanı, Dergâh Yayınları, İstanbul 2010.

[5] Okay, Orhan, Konuşmalar, Akçağ Yayınları, Ankara 1998.

[6] Okay, Orhan, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul 1990.

[7] Okay, Orhan, Mehmet Akif Bir Karakter Abidesinin Anatomisi, Akçağ Yayınları, Ankara 2000; Okay, Orhan, Mehmet Akif Kalabalıklarda Bir Yalnız Adam, Dergâh Yayınları, İstanbul 2015.

[8] Okay, Orhan, Necip Fazıl: Sıcak Yarada Kezzap, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014.

[9] Ayvazoğlu, Beşir: “O, büyük bir kültür, edebiyat ve...”: http://qoshe.com/karar/besir-ayvazoglu/o-buyuk-bir-kultur-edebiyat-ve-/890905

[10] Okay, Orhan, Anadolu’dan Hatıralarla Nurettin Topçu’nun Mektupları, Hece Yayınları, Ankara 2016.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.