25 Nisan 2024
  • İstanbul23°C
  • Ankara28°C

PROF. DR. METİN AKKUŞ: ORHAN OKAY’IN ARDINDAN YENİ HATIRLAMALAR VE YENİDEN OKUMALAR

TYB Akademi 22 / Orhan Okay / Ocak 2018

Prof. Dr. Metin Akkuş: Orhan Okay’ın ardından yeni hatırlamalar ve yeniden okumalar

25 Mayıs 2018 Cuma 10:05

Bir düşünce insanının hep aklımda kalmış bir uyarısı ile başlamak isterim. Şu anlama gelen sözleri düzensiz olarak hatırlıyorum: Size bir konuşma teklif edildiği zaman, bir kenara çekilip bu konuda ne söyleyebileceğinizi kaleme alın. Bilginiz istenen konuşma süresini dolduracak ve sizi tatmin edecek bir yekuna ulaşmıyorsa o teklifi reddedin!

Prof. Dr. M. Orhan OKAY hakkında hazırlanacak bir dergi için yazı teklifi  aldığımda söylenecek çok söz olduğunu, ancak “bilimsel ağırlıklı” bir değerlendirme notunu hatırlayarak söyleneceklerin sınırlandırılması gerektiğini düşündüm.

Herkesin gözü önünde olan bir bilim insanı için yazılacak her şeyin, onun bilimsel kimlik ve kişiliğine dair olacağını düşünüyorum. Bu nedenle yazıyı iki çerçevede düzenlemek yerinde olur kanaatindeyim. Hocamız Orhan Okay’ın kişiliğinden hareketle düşülecek kayıtlar ve bir bilim adamı olarak kayda geçecekler…

Okay’ın Hafızamızdaki Kişiliği

Prof. Dr. Orhan OKAY’ı 1980’li yıllarda lisans öğrenciliğim sırasında tanıdım. İlk bilgilerim kendisiyle ilgili kulaktan duyma bilgilerdi. Dönemin öğretim müfredatı çerçevesinde bizler, Hoca’nın Tanzimat Dönemi ve Kültür Tarihine dair derslerinde bir araya geldik. Ondan bize kalan hocalık üslubu, bu dersler sırasındaki gözlem ve etkilenmelere dayanır. Aklımda kalan ilkler; onun ceketinin düğmelerini hiç açık görmediğimiz; öğrencilerine ve çevresindeki hiçbir insana sesini yükselterek konuştuğunu duymayışımız ve somutlaşmış bir nezaket ve uzlaşmacı tavrının oluşturduğu etkiyle, kendisine karşı saygı ve sevgi duygularımızı hiç kaybetmemiş olmamız. Hafızamızda kalan, bilge kişiliği, bilge Hocalık kimliği.

1985’ten itibaren aynı Bölümdeki çalışma hayatımda Hoca, Atatürk Üniversitesi’nden ayrıldığı yıllara kadar hep örnek bir insan olarak önümüzde ve yanı başımızdaydı. Mecaz anlamıyla birlikte, bir süre bitişik odalarda oturmuş olmamız nedeniyle, benim için, gerçek anlamda yanı başımdaydı. Dahası, diğer genç meslektaşlarım gibi, dostlarıyla bir araya geldikleri, Fuzuli, Mesnevi gibi, “özel okuma” eksenli  ev sohbetlerinde fırsat buldukça bulundum, engin kültür dağarcığına tanık oldum. 

Kendi deyişiyle, Ekim 1996’da kendi isteğiyle son verdiği resmi hocalığına rağmen, hiçbir zaman kendisini bırakmayan hocalık onun asıl kimliğiydi. Bizim için o, bir “İstanbul Beyefendisi”ydi. Aynı şekilde, eşlerin birbirine benzeşmesi gerçeğinden hareketle, Vefa Lisesi’nde tanıştığı ve sonrasında birlikte yuva kurdukları Mübeccel Hanımefendi de “İstanbul Hanımefendisi” sıfatıyla çevresinde saygı uyandıran bir kişilikti. Onlar aile hayatımızın da örneği oldular.

Hoca’yı Hareket ve Dergah vesilesi ve çevresiyle daha yakından tanıdım. O, Anadoluculuk fikriyle gemileri yakıp ömürlerini bu uğurda feda eden insanlardan biriydi. Vefa Lisesi’nde, son sınıfta, Nurettin Topçu’nun öğrencisi olmuştu. Hoca bu ilişkiyi tanımlarken; “… şu günlere gelişimde, elimin kalem tutmasında, sahip olduğum dünya görüşünde, muhtemelen davranışlarımda onların izleri vardır”, diyor.[1] Hoca, Doğu Anadolu’nun çetin iklim ve ulaşım şartlarında yıllarca yaşama direncini, Anadoluculuk fikriyle kazanmış görünmektedir. Kendisinin de eşinin de bu konudaki rahatlık ve memnuniyetlerine yeterince  tanık olduk.

Yeniden okumalarım arasında yer alan Prof. Dr. Mehmet  Törenek’in Hoca’yla ilgili olarak yazdığı bir yazısından, yazımızda ilinti kuracağımız, bazı notlarını özetleyerek burada aktarmayı uygun buluyorum: Okay, daha hocası Mehmet Kaplan’ın kendini Erzurum’a çağırdığında, Osmanlı dili şiiri ve kültürüne vakıftır. Kendisiyle ilgili bir yazıda bu konu şöyle dile getirilmektedir: “Kaplan’ın Orhan Okay Hoca’yı çağırmasındaki faktör, hocanın parlak bir öğrenci oluşudur. Okumayı seven, araştırıcı, kültürlü kişiliği yanında Osmanlıca’yı ve aruzu iyi bilmekte…”[2] Hoca’nın dikkat çekici bir Osmanlı kültürü birikimi vardı.  Lise yıllarında, Süleymaniye Camii’nde, Tahirülmevlevi’nin  Mesnevi derslerini takibi; İstanbul Sultanisi Arapça Hocası Celal Hoca’nın Arapça derslerini takibi; Üniversite yıllarında Hattat Halim Özyazıcı’dan aldığı hat dersleri[3], Okay Hoca’yı Osmanlı dil kültür ve edebiyatına hazırlayıcı etkenler olmalıdır. Dönemin şartları veya söz konusu etkilerle o, notlarını eski harflerle tutmuş, Osmanılıca öğrenimini önemsemiş ve “İleri Osmanlıca” başlığıyla okuttuğu derslerin yanı sıra, aruzu önemseyen[4] ve çevresindekilere de bunu hissettiren bir Hoca’dır.

Aynı şekilde, kişisel özellik olarak da, güçlü bir “müzik kulağı” vardı. Bunu en çok da biz, aruz ölçüsüyle yazılmış metinleri kendisiyle müzakere ederken fark ederdik.  Öğrenciliğim döneminde farkında olmasam da, aynı bölümde çalışan bir asistan olarak ilk kez, okunan şiire kulak vererek, hiç tereddütsüz,  şiirin veznini ve hangi aruz bahri veya kalıbıyla yazıldığını tespit etmeyi bizzat kendisinin uygulamalarıyla öğrenmiştim. Şiir-musiki ilgisini, aruz-ahenk konusundaki  hassasiyetini bizzat kendi notlarından da takip edebiliyoruz: “…Bazı yazılarda şiirlerin orijinal noktalamasına riâyet edilmiş, sınırlayıcı bir unsur olduğundan, bu gibi yazılarda konulmaması tercih edilmiştir…Eski şiirimizde noktalamanın olmayışını, bunun o şiir tarzına ses ve mânâ olarak bir şeyler kattığına inandığımı söylemekle iktifâ ediyorum.”[5]

Yazımı kaleme almadan, bilgilerimi tazeler düşüncesiyle, onunla ilgili yazıları ve yayınları bir kez daha gözden geçirdim. Kitaplığımda bizzat Hoca’nın benim adıma imzasını taşıyan/taşımayan kitaplarını gözden geçirdim. Özellikle, Hoca’nın bilim adamlığından başka, mesela bir hatıra eseri olarak Silik Fotoğraflar’ında[6] bir duygu insanı, güçlü bir deneme yazarı olarak da karşımıza çıktığına bir kere daha tanık oldum. Hoca’nın tasvirleri, adeta  bir roman yazarı kıvamında güçlü tasvirler. Baktığı şeyleri bir kamera dikkatiyle okuyucusuna yansıtıyor. Yazılarında, kültür tarihimizin tanınmış simaları adeta geçit halinde; Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Ateş, Ekrem Koçu, Nihat Sami Banarlı, Mehmet Kaplan, İlhan Ayverdi ve daha niceleri. Kimi, eserlerinden tanıdığı, kimi hocası, hatta sonraları meslektaşları…Tanpınar, Beşir Fuat, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Mehmet Akif onun kişiliğinin ve araştırmacı kimliğinin temel taşlarıydı.

Okay’ın Eserlerindeki Bilimsel Kimliği

Merhum hocamız Orhan Okay hakkında bir çok yazı yazıldı ve bundan sonra da yazılacaktır. Mesela, yine saygıdeğer hocalarımızdan Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU, bir yazısında[7], Okay hakkında yazılanlar ve vefatından sonraki özel sayı ve yazıları bir kere daha hafızalarda tazelemektedir. Asıl çalışma alanı Yeni Türk Edebiyatı olmak nedeniyle, kendisi hakkında yazılacakların genel olarak aynı alan çevresinde olacağı kaçınılmaz. Öyleyse biz, kendi çalışma alanımızla ilgili olan klasik Türk edebiyatı konuları ile ilgili dikkatlerini ön plana çıkarırsak daha yararlanılabilir bir yazı ortaya koymuş oluruz.

Hoca’nın klasik Türk edebiyatı alanıyla ilgili birikimlerinin, bu alanda uzman birçok kişiden daha fazla olduğunu söylesek, abartmış olmayız. Ancak bu bilginin onun eserlerine başlık olarak çok yansımadığını; pratiklerine ise, yakınında bulunan bizler tarafından tanıklık edildiğini öncelikle ifade etmek isterim.

1980’li yılların öğrencileri olarak bizler, derslerinin dışında, Hoca’nın Divan edebiyatı üzerine pratiklerini, 1. Baskısı 1975 yılında yapılmış Hüsnüaşk’ın metninin standart Türkiye Türkçesi’ne aktarımında görmüştük.[8] M. Kaya Bilgegil’in ön değerlendirmesinin de yer aldığı çalışma, değerli hocamız Hüseyin Ayan’la birlikte hazırlanmış. Eser; metin, dipnot düzeninde her bir beytin düzyazıyla metin aktarımı ve eserin sonunda Arap harfli metin eklemesiyle oluşmuştur. Alan araştırmacısı olarak her bir klasik eserimize de kısmet olmasını arzu ettiğimiz bir çalışma. İlgili okuyucusunun, okuduğu metnin ne anlama geldiğini de görebildiği verimli bir ürün. Metin aktarımı bölümünün fantastik bir roman veya uzun hikaye kıvamında okunabileceği akıcı bir dil ve üslup… Gereği ve yararını bunun ızdırabını yaşayanlar bilir!

Okay Hoca, yıllara dayanan birikimlerini kitaplarının yanı sıra,  makaleler halinde de kaleme almış, bunlar, sonraki yıllarda,  kitaplaştırılmıştır. Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı,  Edebiyat ve Edebî Eser Üzerine başlıklı çalışmalarının yanı sıra[9] kendi deyişiyle; “Eski”ye dair bazı makalelerinin de yer aldığı, Sanat ve Edebiyat Yazıları da, bu şekilde, yayımlanan çalışmalarındandır. “Bu kitaptaki yazılar, 1969-1987 yılları arasında, çeşitli dergilerde çıkan makalelerden yapılmış bir seçmenin mahsulüdür.”[10] Çalışmanın II. Bölüm Başlığı: “Eski ve Yeni Edebiyatımız Üzerine İncelemeler” şeklinde düzenlenmiştir.  Söz konusu özel not nedeniyle, onun diğer makale derlemelerinden çok,  Sanat ve Edebiyat başlığıyla derlenen makalelerinden bazıları burada mercek altına alınacaktır.

Okay’ın eski-yeni edebiyat geleneklerinin her ikisine vakıf olmasından hareketle onun bir kavram olarak “eski” ve “yeniye” dair yazısından kısa bir alıntıyla başlayalım: “…Yeni veya eski, ne olursa olsun, edebi bir esere, onda güzeli ve büyük beşeri değerleri arayan bir zihniyetle yaklaşalım…”[11]

Doğal geçimsiz “eski ve yeni”yi  Okay, bu bakış açısıyla bir arada değerlendirmiş ve “Eski”ye dair görüş ve tespitlerini topladığı yazılar da yazmıştır. Adı geçen eserinde;  “Yunus Emre’de insan üzerine sorular”, “Eski şiirimize yaklaşmak”, “Bâkî’nin Kanuni Mersiyesi’ne dair”,  “Nef’î’nin şiirlerinde ses unsuru”;  “İbrahim Hakkı ve Tasavvufi şiirleri” ve “İbrahim Hakkı ve Marifetname’ye Dair”[12], benzeri başlıklar altında; bazılarında doğrudan, bazılarında da dolaylı olarak, kendi deyişiyle, “kadîm” edebiyata dair dikkatlerini okuyucusuyla paylaşmıştır.

Öncelikle, klasik Türk edebiyatı ile ilgili yazılarını değerlendirelim:

Okay’ın, “Eski şiirimize yaklaşmak”, başlıklı yazısı, son dönem klasik şairlerinin ve birikimlerinin bir karşılaştırmasıyla başlar ve Galip’in diliyle ulaşılan son noktaya dikkat çeker: Ali Nihat Tarlan’ın “kemale ulaşmak” şeklinde tanımladığı; “divan edebiyatı bir hamle daha yapsa idi, klâsik mazmunlar tamamen ortadan kalkacak ve anlaşılmaz bir hâl alacaktı” şeklindeki “Determinist telakkiyi”; ”Eğer sarayın dış dünyaya açılış çağı, yahut bir adım daha atarsak, Tanzimat inkılâbı gelip çatmasaydı divan şiiri bizim sürrealist yahut absürd devrimizi mi açacaktı?”[13] sorusuyla taçlandırır. Okay, Gölpınarlı’nın Divan Edebiyatı Beyanındadır adlı kitabıyla, divan şiirinin Namık Kemal’den sonra ikinci  bir darbeyle, 80 yıl sonra, nihayet, “kadim sanatın cenazesinin” kaldırıldığı gibi ilginç bir söyleme dönüştürür. Gelişen sosyal şartlarla birlikte, devletin kültür politikaları doğrultusunda, divan şiiri gitgide toplumdan uzaklaştırıldı, mealindeki söyleyişleriyle devam eder.  

Okay, 1946’dan sonra farklı etkilerle geçmişteki ürün, yapı ve sanatlara bakışın değiştiğini, divan şiirinin; “her sanat gibi, sevilmemesi veya anlaşılmaması var olmasına engel değildir”[14] tespitini yaptıktan sonra, Üniversitelerde yürütülmekte olan çalışmaların bilimsel gereklilik olduğunu; ancak sevdirebilmek adına çalışmaların yapılmasını da önemsediğini vurgular ve; “yeni yorumlara ufuk açacak yeni denemelere girmenin zamanı gelmiştir” tespitini yapar. Ancak hemen ardından, dil ve kültür arasındaki zincir kopukluğunun alanın uzmanlarınca giderileceği ve yaptıkları tam metin neşri çalışmalarıyla her seviyeden ilgilinin yararlanabileceği güvenilir çalışmalar ortaya koyması gerektiğine dair cümleleri, buraya alıntılanamayan yüzlerce cümleden yalnızca bazılarıdır.

Okay, “Halk kesimleri için değişik yayın”lar yapacak bir “Divan Edebiyatı Enstitüsü” teklifi, “Kültür alanında itibarımızı korumak…dışişleri alanlarında korumaktan daha geri planda değildir”[15] gibi, yabana atılmaması gereken tekliflerde bulunur. Şiirin anlamını döneminin şartlarına ve kurallı yorumlayışına göre yapmayı; “şiiri rahatça okumak ve kendimize göre manalandırmak”, “şairin dışında olan bizlere düşer” kanaatiyle sonlandırır.

 “Bakî’nin Kanunî Mersiyesi’ne Dair” başlıklı yazı başlığının altında, Okay’ın “anlaşılamazlığımız” diye özetleyebileceğimiz düşüncesini destekleyen Yahya Kemal’in iki dizesi alıntılanmıştır. Okay Hoca, Baki’nin mersiyesinin tamamen Farsça kelime ve tamlamalardan oluşan ilk beytini sunduktan sonra, başka sanatlardan yararlanma uygulamasına dair çağdaş şairlerden Fazıl Hüsnü, Melih Cevdet, Attila İlhan, Asaf Halet gibi şairlerin Latince, İtalyanca, İngilizce, Fransızca; Arap, Hint, Mısır veya Afrika dillerini, “hatta yamyamca”yı çağrıştıran ibareleri şiirlerine yerleştirmeleri örneğini vererek Klasik Türk şiirinde “mülemma” kavramının şiirdeki görevi çevresinde görüşlerini geliştirir.  Bu ibarelerin anlamının ne olduğundan çok “… o dille beraber hatırlanan bir yabancı çevre, bir felsefî hava, bir müzik edası yaratılmak istenmiştir”, düşüncesinde odaklanır.[16] Baki’nin tanınmış mersiyesinin, tamamen Farsça ve yüklemi bile bulunmayan bir beyitle şiire başlamasının anlamından çok, “sanatın vurucu öğeleri” kullanma alışkanlığıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini vurgular. Orhan Veli’nin karşı durduğu bu uygulamanın, hiç de yabana atılmayacak bir oranda, klasik Türk edebiyatının takipçisi edebi anlayışlarda da kullanıldığını örneklerle değerlendirir: “…Netice itibariyle bu mısraların arkasında bir sembolik ifade var. Fakat mânaların değil müziğin sembolizmi… Fakat her “hâl ü kârda” ölüm duygusuyla paralel inkişaf eden bir inancın alegorisi.[17] Buna göre, akla ilk gelmesi gerekenin, Baki’nin Farsça söylediği bir beyit değil, ölümün azameti kadar, ölenin büyüklüğünü vurgulayıcı, müteselsil tamlamalar ve yabancı (Farsça) kelimelerden oluşmuş ifade gruplarıyla, şairin söze başlarken, okuyucusu üzerinde oluşturmak istediği çarpıcı etkidir:

   Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng

  Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng

Okay, Baki’nin mersiyesinde bu beytin dışında, “sâfî Türkçe” şiirlerin şairlerine yakın bir dil kullandığını, şiirden seçtiği Türkçe veya günümüzde Türkçeleşmiş kelimelerin kullanım oranının 16. yüzyılda  “yüzde 65” olduğunu, örnekleriyle tartışmaya açar. Aynı şekilde şairin bu girişle “ahenk” unsurunu da hedeflediğini, kullanılan aruz kalıbının; “…açık ve kapalı hecelerin, monoton olmayan bir dizi içinde tertip edildiği…ağır ve ihtişamlı bir karaktere” sahip olduğunu da ekleyerek şiir-musiki-aruz birikimini burada özetlenenden çok daha ayrıntılı bir şekilde kaydeder. Hoca, özellikle birkaç paragrafta; “ritm, tempo, dalga tesiri, med, ses tonu, vurgulu hecelerin hesaplı kompozisyonu, müzikalite”, benzeri pek çok müzik-sanat-bilim terimi kullanarak şiirin hafızada oluşturduğu etkiyi okuyucusuna sezdirmeye çalışır. Mersiyenin devamına dair yaptığı zengin değerlendirmelerinden sonra sonuç yerindeki şu ifadeleri, Okay Hoca’nın okuyucusuna bu metni bir çok kere farklı ortamlarda okumayı öğütler gibidir. “Şiir, henüz mâna bahis konusu değilken, âhengin getirdiği patetik bir karaktere bürünür. Ölüm ezici, hükmedici ve korkutucu (mahuf ve mühîb) vasıflarıyla, her adımda gittikçe yükseliyormuş intibâı veren bir ses tonuyla üzerimize doğru geliyor.[18]

“Nef’î’nin şiirlerinde ses unsuru” başlıklı yazının içeriğinin de “ses” olması bir raslantı olmamalıdır. Okay’ın “şiirin sesi-müzikalite” dikkatinin çalışmalarına bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Çeşitli kaynakların Nefi için düşülmüş kayıtlarında: “Nef’î’de, kendisine mahsus bir ses tonu, ihtişamlı bir âhenk, şiirin muhtevasına uygun bir mûsîkî vardır.”[19] hükmünü Okay, yazısının  omurgası olarak kullanır.

Okay yazısında, Servetifünun edebiyatçılarının, vezinden kelime ve harf seçimine kadar, muhtevaya uygun musikiyi yakalama düşüncelerine vurgu yaparak, Tevfik Fikret’in “Âveng-i Tesâvîr”de bu dikkatlerle değerlendirdiği şairlerden biri olarak Nefi için oluşturduğu şiirinden konuyla ilgili mısraları örnek olarak kullanır. Fikret’in bir “ses kompozisyonu” olarak düzenlediği şiirinde, Nef’ide ahenk öğesini ön plana çıkarma çabasına dikkat çeker. Okay’a göre Fikret, bu mısralarında öncelikle, Nefi şiirindeki “sesleri taklit” etmiştir. Taklit edilen sesler Nefi’nin savaş sahnelerinde yararlandığı orkestra uyumunu çağrıştıran gürültülü ama birbiriyle uyumlu seslerdir. Okay, Nef’nin aynı tondaki şiirlerinden de yazısının devamına örnekler koyarak tezini destekler.  Bunun geçmişte “âheng-i taklîdi”, şimdilerde ise “alliterasyon” denen ifade teknikleri olduğunu ve şiirin ruhuna uygun müzikaliteyi kullanımın şairin yalnızca savaş konulu kasidelerinde değil, bir üslup olarak, gazellerine da yansıdığını tespit eder. Okay’a göre Nefi, gazelde bile “yüksek ton ve heybetli görünüm” vermesini, şair için öngörülen üslup özelliklerinin belirleyicisi olarak tespit eder. Bu üslubun belirleyicisi: fonetik bakımdan seçilmiş kalın ve uzun vokaller, vurgular; açık ve kapalı hecelerin aruz aracılığıyla oluşturduğu musikidir.  Okay, bu üslubun biraz da, şairin dadaşça, babacan ve gururlu tavrıyla güçlendiğine inanmaktadır. Şairin, 29 gazelinde, “ben”i ifade eden redif ve kafiyeleri kullanması örneğinden hareketle, “Ben/biz” zamirlerinin kullanım sıklığının bu gururun sanatta “istiğna” kavramıyla beslendiğini yine Nefi’den örnek beyitlerle dikkatlere sunar.[20]

Makalenin son notu, “yeni bir ses”, “feleğe ve talie yiğitçe meydan okuyuş” ve bir “çığlık” sesinin, Namık Kemal gibi bir vatan ve hürriyet şairine “isyan” ve “meydan okuma” tavrını taşıdığına dair dikkattir. Okay’a göre Nefi, “bir yayla adamının heybeti” ve “tepelerden tepelere seslenen” bir şiir sesine sahiptir. Şairin Itri tarafından bestelenmiş bir gazeliyle makalesine son verişi de onun “şiirde musiki” dikkatlerinin bir sonucu olarak belirginleşiyor:

Tûtî-i mucize-gûyem ne desem lâf değil

Çarhile söyleşemem âyînesi sâf değil

Okay Hoca’nın  dolaylı olarak Osmanlı kültür ve edebiyatına dair üç yazısını da bir paragraf içerisinde özetleyerek değerlendirmelerimizi sonlandıralım:

Hoca’nın İbrahim Hakkı ve Yunus Emre ile ilgili üç yazısı da yine onun yaşama karşı duruşlarına işaret eden yazılardır. Birincisi, bilimsel hassasiyet duruşunu; ikincisi mistisizme yakınlığı ve özel ilgisini anlamlı kılar. Yazılarında Yunus Emre ve İbrahim Hakkı birer mistik olarak insan ve varlığa bakışları ile değerlendirilirken, ikincisinde İbrahim Hakkı ile ilgisi bilim endişesiyledir. İbrahim Hakkı’nın alim, şair, mütefekkir ve mutasavvıf özelliklerini sayar. Alanımızla ilgili olarak onun bir dil-söz işçisi olarak, Arapça ve Farça kelime dağarcığını kullanmakla birlikte, sade Türkçe örneği şiirlerinin varlığını, halk ürünü mahsullerine yaklaşma tavrına bağlar. Ancak şairin “sade” şiirlerinde bile aruz ölçüsüne “tam hakimiyet”ine; divan ve tasavvuf kültürünün görünmesine engel olmadığını düşünür. Okay, İbrahim Hakkı’nın, batı medeniyetini temsil eden her şeyin şöhretinin aksine, döneminde “ansiklopedik” bilimsel kimlik açısından çağdaşı olan bilim adamlarına nazaran, “doğunun kadersizliği”ni temsil ettiğine dikkat çekerek çalışma azmi ve verimliliğine karşılık yeterince tanınmamış ve tanıtılmamış olmasını bir talihsizlik olarak değerlendirmektedir.[21]

Yazar ve şairlerden başta olmak üzere, söze ve yazıya dayalı pek çok meslek erbabı gibi, eğitimci ve araştırmacılar da, deyim yerinde ise, dilin yapımcılarıdır.  Okay’ın öğrencileri, genç meslektaşları ve doğal olarak fikri takipçileri olarak bizler, aynen Tanpınar, Tarlan, Kaplan vb. araştırmacı yazarlardan etkilendiğimiz gibi, Hoca’nın hem konuşma üslubu, hem de yazı üslubundan fazlasıyla etkilenmişizdir. Yeni yetişen bilim kuşakları olarak, bizim araştırmacı-yazar dilimizin yapımcılarından biriydi, Hoca. Halen, ihtiyaç duydukça yazılarına döndüğümde, onun ne kadar kendine has sağlam bir bilim/yazı dili oluşturduğuna tanık oluyorum.

Bilim insanı bilgeliğe ulaşmış olmalıdır. Bilge insan düşünce ve uygulamalarıyla toplumun lokomotifi olur ve toplumu daha ileriye doğru iletme sorumluluğunun bilincindedir. Genç klasik edebiyat araştırmacısının bu alanda bir çalışma felsefesinin oluşması için Hoca’nın yazılarını bu dikkatle gözden geçirmesi gerektiğini düşünüyorum.  Bizlerin, geçmiştekilerin olumsuz yaklaşım ve değerlendirmelerinin aksine, geliştirdiğimiz söylemlerimizi nasıl da, üzerimizde emekleri olan hocalarımıza borçlu olduğumuza, bir kere daha tanık oldum. 

Yeniden gözden geçirdiğim, bu yazının benzeri yazıların çoğunluğu Hoca’ya; uzun, sağlıklı ömürler dilerken bugün rahmetirahmana yürümüş bir fani olarak onu rahmet ve minnetle anmak biz geride kalanların borcu. Birlikte ve ayrı olduğumuz zamanlarda, kendisine ve eşine saygı ve sevgilerimi hiç kaybetmediğim Hocam ve muhterem eşine rahmetirahman ve cennet mekanı diliyorum.

KAYNAKÇA

http://www.haberturk.com/yasam/haber/1348813-orhan-okay-kimdir (ET: 23 Ekim 2017).

OKAY, M. Orhan (1990), Sanat ve Edebiyat Yazıları, 1. Bsk, Dergah Yayınları: İstanbul.

OKAY, M. Orhan (2005); Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, Dergah Yayınları: İstanbul.

OKAY, M. Orhan (2011); Edebiyat ve Edebî Eser Üzerine, Dergah Yayınları: İstanbul.

OKAY, M. Orhan (2013), Silik Fotoğraflar, Dergah Yayınları: İstanbul.

OKAY, M. Orhan ve Hüseyin Ayan (1992), Hüsn ü Aşk, Dergah Yayınları: İstanbul.

SAKAOĞLU, Saim (2017), “Kendi Kaleminden Prof. Dr. Orhan OKAY”, Beyazşehir Palandöken Belediyesi Kültür ve Sanat Dergisi, 22, (Nisan-Mayıs-Haziran), 70-77: Erzurum.

TÖRENEK, Mehmet  (2017), “Orhan Okay ve Erzurum”, Beyazşehir Palandöken Belediyesi Kültür ve Sanat Dergisi, 20, (Ocak-Şubat-Mart), 96-100: Erzurum.


[1] Törenek, “Orhan Okay ve Erzurum”, Beyazşehir,  s. 96.

[2] Agm, s. 96.

[3] Agm, s. 97.

[4] Agm, s. 99.

[5] Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Önsöz.

[6] Okay, 2013.

[7] Sakaoğlu, “Kendi Kaleminden Prof. Dr. Orhan OKAY”, Beyazşehir.

[8] Okay ve Ayan, 1992.

[9] Törenek, agm, s. 100.

[10] Okay, age, Önsöz.

[11] Okay, “Bitmeyen Kavga: Eski-Yeni”, age, s. 73.

[12] Okay, age, (paragraftaki yazılış sırasıyla) s.77-81, 82-87, 88-94, 95-100, 101-107, 108-109.

[13] Okay, agm, s. 82.

[14] Okay, agm, s. 83.

[15] Okay, agm, s. 85.

[16] Okay, agm, s. 90.

[17] Okay, agm, s. 91-92.

[18] Okay, agm, s. 94.

[19] Okay, agm, s. 95.

[20] Okay, agm, s. 98.

[21] Okay, agm, s. 101, 108.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.