18 Nisan 2024
  • İstanbul16°C
  • Ankara16°C

RAWLS’UN ADALET ANLAYIŞININ AMERİKAN SİYASET KURAMINA VE FELSEFESİNE KATKISI

TYB Akademi Amarika Sayısından: Itır Güneş: RAWLS’UN ADALET ANLAYIŞININ AMERİKAN SİYASET KURAMINA VE FELSEFESİNE KATKISI

RAWLS’UN ADALET ANLAYIŞININ AMERİKAN SİYASET KURAMINA VE FELSEFESİNE KATKISI

03 Haziran 2017 Cumartesi 10:35

 

John Rawls’un Bir Adalet Kuramı[1] ve Hakkaniyet Olarak Adalet[2] adlı eserlerinde geliştirdiği siyaset kuramı, ortaya koyduğu adalet anlayışı ile Amerikan liberalizmine ve genel olarak siyaset kuramına yeni bir soluk getirmiştir. Bir yandan toplumsal sözleşme kuramı geleneğine çağın tartışmaları ışığında katkıda bulunurken, öte yandan da oluşturduğu yeni adalet anlayışıyla hem faydacı yaklaşıma, hem de libertaryan siyaset kuramına (Robert Nozick’in Anarşi, Devlet ve Ütopya adlı eseriyle başlıca temsilcilerinden olduğu ) ciddi eleştiriler ve yeni bir alternatif sunmuştur.[3]

Bu makalenin amacı Rawls’un adalet anlayışının (Kant felsefesi ve toplumsal sözleşme kuramından esinlenmelerine de değinerek) Amerikan siyaset felsefesi ve kuramına yaptığı katkıları en yakın rakipleri olan faydacılık ve özellikle libertaryanizmle ilişkilendirerek tartışmaktır. Zira birer kuramsal yaklaşım olarak Rawlscu liberalizmin ve libertaryanizmin günümüz Amerikan siyasetinde somut karşılığı olduğu gözlemlenebilir. Bugünkü Demokrat Parti’nin genel tavrı ve benimsediği liberal sosyal devlet anlayışı birçok yönden Rawls’un bakış açısına paralellikler taşırken, Cumhuriyetçi Parti’nin genel politikaları ise libertaryan yaklaşıma ciddi bir yakınlık göstermektedir. Dolayısıyla pratik karşılığı olan ve birbiriyle bağdaşmayan bu iki yaklaşıma Rawls’un siyasi kurami bağlamında ağırlık verilecektir.

 

Rawls ve “Hakkaniyet Olarak Adalet”

Rawls’un kuramının temel derdi, refahın, hak ve özgürlüklerin toplumda bireyler arasında adil olarak nasıl dağıtılması gerektiği sorunudur. Bu yönüyle Rawlscu yaklaşımın idealist bir yanı vardır, ancak aynı zamanda pratikte uygulanabilir bir yöntem ve ilkeler ortaya koyma ve dolayısıyla gerçekçi ve çağdaş bir felsefe olma iddiası da taşımaktadır.

Rawls kuramına “hakkaniyet olarak adalet” (justice as fairness) adını vermiştir, zira “adalet” bir başına düşünüldüğünde muallak olan ve nitelenmesi gereken bir kavramdır. Rawls’a göre adalet her yönden mutlak eşitlik olarak değil, hakkaniyet yani her bireye hak ettiği payı adil olarak vermek şeklinde algılanmalıdır. Dolayısıyla (ileriki sayfalarda daha ayrıntılı şekilde açıklanacağı üzere) belli şartlar altında toplumdaki birtakım eşitsizlikler makuldur.

Bu düşünceden hareketle Rawls, adil paylaşımın esasını oluşturacak akılcı (rational) ve makul (reasonable) ilkeler ortaya koymaya girişir. Rawls felsefesinde bu iki kavram arasındaki ayrım gayet önemlidir. Akılcılık “iyi” anlayışımız ışığında belirlediğimiz amaçları gerçekleştirmenin yollarını bize gösterir. Ancak adil paylaşım ilkelerinin sırf akılcı olması kafi değildir, aynı zamanda ahlaki ve makul olmaları da gerekir. Zira bazen amacımıza ulaşmak için kullanabileceğimiz en akılcı yol ahlaki veya makul olmayabilir. “Makullük,” akılcılığı kapsar ancak akılcılığın ötesinde, toplumun her üyesinin toplumsal işbirliğine vatandaş olarak eşit şekilde katılımını içerir. Her rasyonel yetişkin bireyin toplum tarafından benimsenip kabul görmesini dileyebileceği ilke, düşünce ve eylemler makuldür. Dolayısıyla makul olan, her bireyin çıkarına hizmet etmeyebilir, ancak toplumsal işbirliği içinde herkesçe kabul görmesi ve uygulanması arzulanabilecek ilke ve eylemlere işaret eder.[4]

Örneğin, Rawls’a göre siyasi veya ekonomik yönden güçlü olanların bu avantajları günlük hayatta (başkalarının pahasına da olsa) kendi çıkarlarına kullanmalarının akılcı olduğu söylenebilir. Ancak bu tür eylem ve yaklaşımlar makul değildir, çünkü ne rasyonel bir bireyin, ne de adil ilkeler üzerine kurulmuş demokratik ve düzgün işleyen bir toplumun bunların herkesçe kabul görüp benimsenmesini dileyebilir.[5] Benzer şekilde birey zaman zaman trafik kurallarını çiğnemek isteyebilir, ancak bu herkes tarafından dilediğince uygulanması veya kabul görmesi arzulanabilecek bir şey olamayacağına göre, makul bir istek değildir.[6]

 

Rawls’un Adalet Kuramının Kant’ın Ahlak Felsefesine Dayanan Temelleri

Öyleyse, hakkaniyetli adaleti tesis etmek için takip edilecek makul ilkeleri nasıl belirleyeceğiz? Bu noktada Rawls, Immanuel Kant’ın “görev ahlakı” kuramından faydalanır. Kant’a göre ahlaki değeri olan bir davranışın kabul edilir olup olmadığını, o davranışın genel ilkesinin “kategorik zorunluluk” taşıyıp taşımadığını test ederek belirleyebiliriz. Yani, söz konusu ilkenin

  1. “[A]ncak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin maksime göre eylemde bulun”; diğer bir deyişle, “eyleminin maksimi sanki senin istemenle genel bir doğa yasası olacakmış gibi eylemde bulun”[7] ve
  2. “her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişiliğinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun”[8]

formülüne uyması gerekir. Kant’a göre kategorik zorunluluğun bu iki formülü de meşrudur, zira akılcı düşünen her yetişkin birey bunların mantıklı, akılcı ve dolayısıyla genel olarak kabul edilir olduğuna rahatlıkla hükmedebilir. Bu iki formüle uymayan önermeler Kantçı akılcı ve ahlaki değildir. Kategorik zorunluluk formüllerinin istisnası yoktur; her ne yaparsak yapalım, davranışımızın ilkesinin kategorik zorunluluk testini geçmesine özen göstermek durumundayız—eğer ki ahlaki ve akılcı olma, yani (Kant’a göre) “insan olma” şiarını benimsediysek.

Bir örnek vermek gerekirse, diyelim ki test etmek istediğimiz davranış “Arkadaşımızı mutlu etmek için zararsız bir beyaz yalan söylemek” olsun. Bu davranışın ilkesi “yalan söylemek ahlaki yönden kabul edilebilir bir davranıştır” olacaktır.[9] Kant’a göre bu ilkenin kategorik zorunluluk testini geçmesi imkansızdır; zira kategorik zorunluluğun ilk formülüne göre (hangi amaçla olursa olsun) yalan söylemek ahlaki bir kural olarak kabul edilemez: bu davranış biçimini genellersek, eğer herkes dilediği gibi yalan söylerse yalanların inanılırlığı kalmaz.[10] Böylelikle yalan söylemek kendisiyle çelişir, işlevini yitirir ve dolayısıyla akılcı genel bir yasa haline gelemez.

İkinci formül da yalan söylemeyi onaylamaz, zira hangi amaçla olursa olsun birisine yalan söylediğimizde onu akılcı şekilde karar alma özgürlüğünden ve dolayısıyla onu insan yapan en önemli niteliklerden birinden, özgür iradesini kullanma hakkından, mahrum etmiş oluruz. Yalan söylerken amacımız arkadaşımızı mutlu etmek olabilir, ancak bu yalanın arkadaşımızı mutlu edeceğinin garantisi olmadığı gibi, Kant’a göre acı da olsa gerçekleri görerek özgürce karar vermek, kendimizi ve başkalarını kandırarak yalancı bir mutluluk yaratmaktan daha önemli, akılcı ve ahlaken doğrudur.

 

Başlangıç Konumu ve Bilinmezlik Perdesi”

Rawls işte bu Kantçı kategorik zorunluluk mefhumunu ve formülünü siyasi kuramına uyarlayarak hakkaniyetli bir adalet anlayışı ortaya koymaya girişir. Kant gibi, akılcı genelgeçer yöntemlerle düşünüp çıkarımlar yaptığımız takdirde rasyonel her bireyin kabul edebileceği makul, evrensel, ahlaki sonuçlara ulaşabileceğimiz düşüncesinden hareketle, adil ve hakkaniyetli paylaşım ilkelerini ortaya koymaya girişir. Kant’tan farklı olarak Rawls bu noktada hakkaniyetli paylaşım ilkelerini belirlemenin önkoşulu olarak “bilinmezlik perdesi” (veil of ignorance) kavramını tanımlar. Buna göre, elimizdeki herhangi bir sorunu çözmek için ihtiyaç duyduğumuz adalet ilkelerini belirlemeden önce, ilkeleri belirleyecek kişi veya kişiler nazari bir bilinmezlik perdesinin ardına geçerek, önyargıya kapılmalarına neden olabilecek kendilerine dair her tür olgu ve niteliğin bilgisini, ilkeleri belirleme süreci boyunca “unuturlar,” göz ardı ederler.[11] Diğer bir deyişle, bilinmezlik perdesi sayesinde sosyal statü, mal varlığı, ait olduğu ekonomik sınıf, eğitim seviyesi, soy, ırk, cinsiyet, milliyet, zeka, kişisel yetenekler, bireysel ve ideolojik tercihler ve idealler gibi bireylerin taraflı kararlar almasına neden olabilecek bütün niteliklerin yanı sıra ülkenin mevcut ekonomik ve siyasi durumu, medeniyet ve kültür seviyesi gibi topluma dair olguların bilgisini de tartışma süreci boyunca askıya alırlar.[12] Böylelikle, bunlara asla dayanmadan, sırf akılcı nedenleri ve verileri hesaba katarak, karar sürecini tarafsız, nesnel ve ahlaki bir şekilde tamamlamak ve bu şekilde refahı hakkaniyetli ve adil bir biçimde bölüştürmek hedeflenir. Rawls bilinmezlik perdesi ile oluşturulan bu durumu “başlangıç konumu” (original position) olarak adlandırır, zira hakkaniyetli adalet ilkelerinin belirlenmesine zemin hazırlayarak, adil ve akılcı bir karar alma süreci ancak böylesi doğru bir konumdan hareketle yürütülebilir. Bu şekilde Rawls, Kantçı ahlak anlayışın genel mantığını kuramına uyarlayarak, sadece tarafsız, nesnel, akılcı ve makul gerekçelerin karar verme sürecinde geçerlilik kazanabilmesinin önkoşullarını ortaya koyar.

Bilinmezlik perdesinin diğer bir amacı da tartışmacıları hakkaniyetli olmakla zorlamaktır. Bilişsel olarak toplumdaki yerini, statüsünü, çıkarlarını unutmaya şartlandırılan bireyler, karar süreçlerinde de her zaman en dezavantajlı olanın haklarını göz önüne almak durumunda kalırlar. Karar verme süreci sonuçlanıp, bilinmezlik perdesi kalktığında kendi paylarına ne düşeceğini bilemeyecekleri için, karar verme aşamasında hakkaniyetli olma ihtiyacı hissedecektirler. Zira bilinmezlik perdesi kalktığında, kendilerini aslında en dezavantajlı ve ezilmiş konumda bulmayacaklarının hiçbir garantisi yoktur. Hiçbir rasyonel birey bu riski göze almak istemeyeceği için, bilinmezlik perdesinin ardında süren karar aşamasında hakkaniyetli olmaya ve kimsenin, özellikle de en zayıf ve refaha muhtaç kesimlerin, hakkını yememeye özen göstermeye çalışacaktır. Dolayısıyla, Kantçı anlamıyla diğer bireyleri şahsi çıkar için sırf bir araç gibi kullanmama düşüncesi Rawlscu karar süreçlerinde yerini alır.

Örneğin, çözülmesi gereken sorunun işçi ücretlerine zam olduğunu varsayalım. Bu konuyu sonuçlandırmak için işçi, işveren, sendika, vs. temsilcileri karar süreçlerine katılmaya ve süreç başlamadan bilinmezlik perdesinin ardına geçerek kişisel çıkarlarını karar süreçlerinin dışında bırakmak için kimliklerine dair hemen her türlü bilgiyi geçici olarak “unuturlar.” Böylelikle hakkaniyeti ihlal edebilecek her türlü bilgi ve gerekçe geçici olarak askıya alınarak, karar süreci boyunca sadece tarafsız, akılcı ve adil gerekçeler tartışmaya dahil edilir. Katılımcılar bilinmezlik perdesinin ardındayken kim olduklarını bilemeyecekleri ve dolayısıyla konuya taraf olamayacakları için, temel güdüleri kendi çıkarlarını gözetmek, pazarlık etmek veya karşı tarafı kandırarak kendi paylarını arttırmak olamaz. Tarafsızlığı ihlal edecek bilgiler bilinmezlik perdesi tarafından adeta süzgeçten geçirilip tartışma ortamının dışında tutulduğu için, katılımcıların yapacağı yegane şey şartları ve olasılıkları nesnel bir gözle değerlendirerek, akıl sahibi yetişkin her bireyin mevcut durumda akılcı, mantıklı, adil ve hakkaniyetli olduğunu müşahede edebileceği bir ücret belirlemenin yolunu diğer katılımcılarla tartışarak belirlemek olacaktır. Katılımcılardan hiçbiri karar süreçleri sırasında kendi kimliğini ve dolayısıyla payına ne düşeceğini bilemeyeceğinden, en kötü ihtimali göz önüne alarak, özellikle eli zayıf olan tarafın çıkarlarını hakkaniyetli bir şekilde gözetme ihtiyacı hissedecektir. Zira eğer karar süreçlerinde mesela işçilerin haklarını yeterince ciddiye almadan hareket edip, süreç tamamlanıp bilinmezlik perdesi kalktığında kendilerinin toplumsal hayatta aslında işçi oldukları gerçeğiyle yüz yüze gelirlerse, böylesi bir haksızlık hiç hoşlarına gitmeyecektir.[13]

Rawlscu yöntemi, ciddi şekilde esinlenmiş oluğu Kantçı yaklaşımdan ayıran önemli bir nokta, adalet ilkelerini Kant felsefesinde olduğu gibi soyut bir rasyonel bireyin değil, kararın etkileyeceği toplumun üyelerinin belirleyecek olmasıdır. Böylesi bir çabaya herhangi bir birey tek başına girebileceği gibi, tercihen toplumun farklı kesimlerinden farklı sosyal grupları temsil eden bireyler bir araya gelerek eldeki soruna adil ve akılcı bir çözüm arayışına girebilirler. Bilinmezlik perdesi katılımcı bireyleri kendi benliklerinden ve çıkarlarından soyutlama vazifesi görerek, pazarlığa dayanmayan nesnel ve adil bir tartışma süreci yaratma amacını güder. Zira Rawls’a göre bu tür bir sürecin bilinmezlik perdesi olmadan, farklı çıkar grupları arasında pazarlığa dönüştürülmesi, en dezavantajlı ve güçsüz kesimin ezilmesiyle ve dolayısıyla adalet ve hakkaniyetin sağlanamamasıyla sonuçlanacaktır. Açıktır ki, böylesi bir pazarlıkta güçlü ve nüfuzlu olanın kendi çıkarlarını gözeten ancak hakkaniyetli olmayan ilkeleri çeşitli baskı yöntemleriyle kabul ettirmesi olasıdır. İşte bu yüzden bilinmezlik perdesi kavramını her türlü refah dağıtımında hayata geçirmek Rawls’a göre hayati önemdedir.

“Bilinmezlik perdesi” ve “başlangıç konumu” kavramlarının izi, toplumsal sözleşme kuramının Thomas Hobbes, John Locke, Jean-Jacques Rousseau gibi filozoflar tarafından ortaya koyulmuş örneklerine sürülebilir. Bu filozofların düşüncelerinde müşterek uzlaşı ile yaratılan toplum hayatı öncesi hali tabir eden “doğa durumu” (state of nature) kavramını Rawls kendi felsefesine “başlangıç konumu” ve “bilinmezlik perdesi” kavramlarıyla uyarlamıştır. Toplumsal sözleşme geleneğine göre, insanların aralarında bir mutabakata vararak toplum hayatına geçmeye karar vermeden önce, hem kendi varlık ve çıkarlarını diğer insanların olası saldırılarından, hem de zorlu doğa koşullarının acımasızlığından korumak için sürekli yorucu bir çaba içinde olması gereklidir. Bu zorlu varoluştan medeniyetin gelişebileceği toplum hayatına geçiş insanların doğa durumu içinde bir araya gelip birlikte akıl yürüterek kuracakları toplumun temelini atmalarıyla mümkündür. Böylesi bir süreç özgür irade sahibi eşit bireylerin birlikte toplum hayatına geçmeyi seçmesi ve kuracakları toplumun temel yapı ve kurallarını hep birlikte belirlemesi ile gerçekleşir. Rawls felsefesinde bireylerin toplumsal hayat içinde oldukları varsayılır; akılcı adalet ilkeleri üzerinde toplumsal mutabakat sağlama ihtiyacı ile özgür irade sahibi rasyonel bireylerin birlikte akıl yürütmek üzere başlangıç konumuna geçmesi, toplumsal sözleşme geleneğindeki doğa durumuna tekabül eder.

Böylelikle Rawls (kendisinin de bir parçası olduğu) toplumsal sözleşme geleneğine hem bir eleştiri, hem de yeni bir bakış açısı getirmiş olur. Birlikte karar alacak olan rasyonel bireylerin eşit ve özgür olarak akılcı ve adil bir tartışma sürecine girebilmelerinin ve bunun sonucu olarak adil ve hakkaniyetli kararlar alabilmelerinin birtakım önkoşulları vardır: adaletsizlik yaratacak etkenleri ve önyargıları tartışma dışında tutmak. Bu da, görüldüğü gibi, ancak bilinmezlik perdesi sayesinde başlangıç konumuna geçilmesi ile mümkündür.

 

Bilinmezlik Perdesi Ardında Seçilecek İki Temel Adalet İlkesi

Rawls bilinmezlik perdesi yönteminin ne zaman, hangi şartlar altında, kimler tarafından kullanıldığına bakılmaksızın, iki temel adalet ilkesinin mutlaka seçileceğini öngörür. Bu iki ilke toplum içindeki mevcut eşitsizlik ve haksızlıklarla en akılcı şekilde başa çıkan bir yaklaşım sergilediği için, bilinmezlik perdesinin ardına geçen her rasyonel bireyin mutlaka seçeceği önermelerdir. Buna göre:

  1. Toplumun her üyesi temel hak ve özgürlüklere en kapsamlı ve eşit şekilde sahip olmalıdır; söz konusu hak ve özgürlükler toplumun geriye kalan üyelerinin de aynı hak ve özgürlüklere sahip olması ile bağdaşabildiği ölçüde (özgürlük ilkesi [the liberty principle]);
  2. Sosyal ve ekonomik eşitsizlikler ancak şu iki koşul sağlandığı takdirde kabul edilebilir:
  1. Toplumun her üyesinin eşit ve adil koşullar altında talip olabileceği makam ve görevlerden kaynaklanıyorsa (eşitlik ilkesi [the equality principle]);
  2. Toplumdaki özellikle en dezavantajlı ve ezilmiş bireylere en büyük yararı sağlıyorsa (fark ilkesi [the difference principle])[14]

Rawls bu iki ilkenin her rasyonel birey tarafından seçileceğini öngörür, zira bunlar en olumsuz şartlar altında bile (örneğin, refah paylaşımında bize düşecek payı baş düşmanımızın belirleyeceği durumda) toplumda refah paylaşımının inşasında herkesin akılcı olarak tercih edeceği ilkelerdir.[15] Buna göre toplumun her bireyinin eşit temel hak ve özgürlüklere sahip olması tartışılmaz kabul edilecek kadar açık ve akılcı bir adalet ilkesiyken, eşitsizlikler de belli koşullar altında makul bulunabilir. Her vatandaşın talip olma hakkına sahip olduğu makam ve görevlerde bulunan kişiler, o pozisyonu işgal ettikleri müddetçe pozisyonun adil ve hakkaniyetli getirisi olan birtakım ayrıcalıklardan geçici bir süre faydalanabilirler.

Öte yandan, toplum içindeki sosyal ve ekonomik eşitsizlikler de belli koşullar altında adil kabul edilebilir. Çok çalışarak veya ailesinden kalan mirası kullanarak zenginliğini arttıran, vb. şekillerde ortalamanın üzerinde ekonomik güç kazanan bireylerin serveti, o serveti elde etmek veya korumak için herhangi bir kanunu ihlal etmedikleri sürece meşrudur. Ancak Rawls’a göre bu meşruiyetin bir başka şartı daha vardır: kazanılan servetin belli bir kısmının (vergilendirme yoluyla) toplumdaki en dezavantajlı kesimin refahını en çok arttıracak şekilde yeniden dağıtılması. Rawls bu stratejiye “maximin” yani minimumu maksimize etme kuralı adını verir. Buna göre, çeşitli seçenekler arasında en az avantajlı kesimin çıkarlarını en çok koruyan mümkün olduğunca tercih edilmelidir. Toplumun benimseyeceği refah dağılımı sisteminin zenginlerin zenginliğini arttırmasına ancak en fakirlerin yaşam koşulları da olabilecek en iyi şekilde geliştirildiği müddetçe izin vermektedir. Bunun birkaç sebebi var.

Birincisi, Rawls’a göre toplumun temelleri her bireyin diğer tüm bireylerle işbirliği içinde yaşamayı toplumsal bir sözleşme ile kabul etmesinde yatar. Her ne kadar toplumda en dezavantajlı olanların zenginlerin serveti üzerinde hak iddiası olamazmış gibi görünse de, zenginlerin servetlerini kazanmalarını ve muhafaza etmelerini mümkün kılan siyasi, ekonomik, sosyal ve hukuksal sistemin kuruluşu ve devamlılığı, toplumun en dezavantajlı kesimleri dahil, herkesin bu sistemi onaylamasına ve onun çizdiği çerçevede yaşamayı kabul etmesine bağlıdır. Bu kabul ortadan kalkarsa ortada ne zenginlerin servetlerini koruyabilecekleri güvenli bir ortam kalır, ne de zenginliğin oluşumunu ve muhafazasını sağlayan (para, banka, ticaret hukuku, vb.) kurum ve kurallar. Dolayısıyla, zenginlerin gelirlerinin bir kısmının devlet tarafından vergilendirme yoluyla en dezavantajlı kesimin yaşam şartlarını olabildiğince iyileştirme amaçlı kullanılmasını (yani bu şekilde servetin toplum içinde yeniden dağılımını) kabul etmesi, onların bir nevi topluma olan borçlarını ödemesi gibi anlaşılabilir.[16]

İkincisi, en dezavantajlı kesimin en yüksek çıkarlarına göre servetin yeniden dağıtılması, ihtiyaç sahiplerinin faydalandıkları eğitim, sağlık, güvenlik, sosyal hizmetler vb.nin iyileştirilmesi ve arttırılması şeklinde gerçekleştirilmelidir. Hedef en dezavantajlı kesimin refahını genel olarak arttırarak, onlara toplumsal yaşama aktif olarak katılma, iş hayatındaki rekabete katılabilme, yeteneklerini geliştirme ve gelir ve servetlerini kendi emekleriyle makul düzeye getirme şansı tanımaktır. Böylelikle hem eğitimde ve iş hayatında fırsat eşitliğinin somut olarak sağlanması yönünde adım atılmış, hem de en dezavantajlı kesimin topluma yabancılaşmasının ve umutsuzluğa kapılarak toplumsal hayattan kopmasının önüne geçilmiş olur. Böylelikle ne tür bir ekonomik arkaplana sahip olurlarsa olsunlar, her bireyin eğitimini tamamlayıp disiplinli şekilde çalıştığı takdirde iş hayatındaki rekabete dahil olarak başarılı olabileceği, kendisine bir yer edinebileceği bir toplum hedeflenir. Rawls’a göre toplumsal sözleşmenin ve işbirliğinin pasifleşip soyutlaşmaması, pratikte sürdürülebilmesi ve toplumda adaleti tesis edebilmek için en dezavantajlı kesimin unutulmaması önemlidir. Refah seviyesi sistematik olarak yükseltilerek toplum içinde fırsat eşitliğinin sağlanmasını ve hiçbir dezavantajlı kesimin olmamasını amaçlamak demokrasinin ve adil toplumun gereğidir.[17]

Üçüncüsü, zenginlerin servetin yeniden dağılımına razı olması onların çıkarınadır. Eğer en dezavantajlı kesim adaletten ve sistemden umudunu iyice keserse, haklı olarak sivil itaatsizlik gösterme[18] hatta toplumsal sözleşmeyi çiğneme veya feshetme noktasına gelebilir. Rawls’a göre belli şartlar altında bu tür hareketler adil ve haklıdır.[19] Böylesi bir duruma düşmek toplum için ciddi bir başarısızlık göstergesi olduğu gibi, zenginlerin konumlarını korudukları sisteme de tehdit oluşturur. Karl Marx ve Frierdich Engels’in kapitalist sistemin çöküşünü sosyal, ekonomik eşitsizlik ve adaletsizliklerin had safhaya gelmesi ve bu sayede işçi sınıfının “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi”[20] kalmayınca isyan etmesine bağladığı[21] hatırlanacak olursa, Rawls’un toplum içinde servetin yeniden dağıtımı üzerine yaptığı vurgunun manası belirginleşecektir.

 

Rawls’un Adalet Kuramının Güncel Siyaset Bilimi ve Felsefesine Katkısı: Faydacılık ve Libertaryanizmle Yüzleşme

Rawls’un adalet anlayışıyla çatışan ve gerçekçi rakip yaklaşımlar öne süren muhtemelen en popüler iki kuram faydacılık ve libertaryanizmdir.

Faydacılık toplumu etkileyecek bir karar alınırken “fayda ilkesi”nden (the principle of utility) hareketle her zaman genel mutluluk seviyesini yükseltme amacının güdülmesi gerektiğini öne sürer. Bu yaklaşım her ne kadar toplum genelinin memnuniyeti ve mutluluğuna büyük önem atfetse de, her bireyin haklarının korunmasını garanti edemeyebilir. Zira faydacılığın birçok versiyonunda toplum genelinin mutluluğu ve refahı için bireyin hak veya refahı feda edilebilir. Rawlscu yaklaşımda ise, hem birinci temel adalet ilkesinin belirttiği gibi bireyin hak ve özgürlükleri güvence altına alınmıştır, hem de ikinci adalet ilkesinin ikinci bölümünde ifade ettiği gibi, en dezavantajlı kesimdeki bireylerin refahının arttırılması hakkaniyetli bir toplumun yadsınamaz bir vazifesi olarak ortaya koyulmuştur.

Robert Nozick’in önde gelen kuramcılarından olduğu, genel olarak Amerikan bir düşünme biçimini temsil eden, bugün Amerikan yaşam tarzında ve siyaset anlayışında hayli önemli bir yere sahip olan libertaryanizm, Rawlscu anlayışın yaklaşımla birçok yönden çatışır.[22] Nozick’in “hak sahibi olma kuramı”na (entitlement theory) göre toplumda adaleti tesis etmek için şu üç ilkeyi uygulamak yeterlidir:

  1. Adil mülk edinme ilkesi: Daha önce kimsenin mülkiyetine almadığı bir doğal kaynağı (arazi, tarla, maden, vs.) emeğiyle işleyen birey, emek verdiği kaynağı mülk edinme hakkını kazanır. Birey öncelikle kendi emeğine malik olduğu için, emeğini kattığı ve ürettiği varlıkları da bu yolla mülkiyetine alma hakkına sahiptir.
  2. Adil aktarım ilkesi: Adil şekilde edinilmiş mülkü özgür iradeyle bir başkasına aktarma (satma, devretme, hediye etme, vs.) hakkıdır. Bireyin kendi emeği, yeteneği ve çabasıyla ürettiği değer ve ürünleri dilediği gibi kullanma ve değerlendirme hakkına saygı şiarına dayanır.
  3. Adaletsizliği düzeltme ilkesi: Yukarıda belirtilmiş ilkelere göre geçmişte adaletsiz mülk edinme ve aktarma işlemleri ile haksız olarak edinilmiş mülkü, adil olarak hak eden kişiye iade etmeyi gerektirir.[23]

Nozick’e göre toplumdaki bireylerarası ilişkiler bu ilkeler ışığında yürütülürse, ortada adaletsizlik olmazı için bir sebep yoktur. Bu ilkelerin kapsamadığı türden iletişim ve durumlar ise bireylerin tercihlerine ve özgür iradelerine bırakılmalıdır. Açıktır ki bu yaklaşım bireyin özgür iradesine ve mülkiyet edinme haklarına geniş yer verip devletin küçültülmesi öngörürken, zenginliğin toplum içinde yeniden dağıtılmasını tamamen reddeder. Zira Nozick’e göre böylesi bir paylaşım devlete bireyin kendi emeğiyle kazandığı serveti “gasp etme” hakkı verdiği ve dolayısıyla bireyin kendi emeğiyle kazandıkları üzerindeki özgür iradesini vergi zorunluluğuyla ihlal ettiği için adil değildir. Öyle ki, Nozick vergilendirmenin sırf güvenlik gibi toplumun çok temel ihtiyacını karşılamak için asgaride tutulması gerektiğini, eğitim, sağlık, ulaşım vb. dahil diğer bütün ihtiyaçların ise vatandaşların kendi aralarında para toplayıp kendi iradeleriyle verdikleri kararlar doğrultusunda karşılaması gerektiğini savlar. Yetkin bir adalet kuramının mülk edinme haklarını belirlemesi kafidir, bunun ötesinde herhangi bir konuda ilkeler ve yaptırımlar ortaya koyması ancak bireyin özgür iradesini ihlal eder.

Nozick ve Rawls’un birbirlerinden bir hayli farklı bakış açısına sahip olduğu ve birbirlerine ciddi eleştiriler yöneltecekleri açıktır. Nozick’e göre Rawlscu yaklaşım hem vergi yoluyla toplanan paraların yeniden dağılımını önererek bireyin haklarını gasp etmekte ve dolayısıyla bireysel özgürlüklerden ödün vermektedir, hem de serveti sahip hedeflediği ideal tabloyu yaratmak üzere yeniden dağıtmaktadır. Dolayısıyla adil ilkelerin gereğince uygulanmasının yaratacağı adil sonuçları kabullenmek yerine, serveti yeniden dağıtarak dilediği tabloyu yaratmayı amaçlamaktadır. Bu da Nozick’in bakış açısından pek de adil ve mantıklı bir yaklaşım değildir.

İlk olarak, Nozick’ten farklı olarak Rawls geçmişte gerçekleşmiş adaletsizlikleri düzeltmekle ilgilenmez. Bu gibi bir çabanın hem teorik, hem de pratik yönden ciddi zorluklar barındıracağı düşüncesiyle günümüz toplumunda mevcut olan adaletsizlikleri çözmeye odaklanır.[24] Bu şekilde geçmişte gerçekleşmiş adaletsizliklerin günümüzdeki etkilerinin hesaba katılıp adalet kuramının temel ilkeleri uyarınca geleceğe dönük şekilde çözüme ulaştırılmasını öngörür.

Açıktır ki Nozick’in yaklaşımı Rawlscu bakış açısından bir hayli yetersiz ve hatalı görünecektir. Birincisi, Rawls toplumsal sözleşme kuramı uyarınca toplumu “özgür ve eşit bireyler arasındaki hakkaniyetli bir sosyal işbirliği” olarak tanımlar.[25] Böyle bir toplumda (fırsat, temel hak ve özgürlüklerin eşitliği olarak) eşitlik ve (fark ilkesinde örneklendiği gibi) karşılıklılık mefhumu büyük önem taşır.[26] Nozick bireylerin özgür iradesini varsaysa da, fark ilkesinin uygulanmasının özellikle en dezavantajlı kesime pratikte özgürlük ve fırsat eşitliği tanımak için ne denli önemli olduğunu görmezden gelmektedir. Bunun bir sebebi muhtemelen Nozick’in Rawlscu toplum anlayışını benimsememesi ve toplumu bireyin haklarını ve özgür iradesini koruyan ve bunlara mümkün mertebe müdahale etmemesi gereken bir yapı olarak görmesidir. Ayrıca Nozick’e göre bireyin tamamen kendi rızasıyla eşitlikten vazgeçmesi (örneğin şartlarını özgür iradesiyle kabul ettiği bir anlaşma ile hayatının geriye kalanını köle olarak sürdürmesi) mümkün ve toplumsal yönden de kabul edilir bir seçimdir. Buna karşın Rawlscu yaklaşım birinci adalet ilkesi ile böyle bir tercihi olanak dışı bırakır ve eşit ve özgür vatandaşlığın çağdaş toplumun olmazsa olmazı olarak vazgeçilebilir bir hak olmadığının altını çizer. Dolayısıyla, Nozick’in libertaryan toplumunda en dezavantajlı kesime şartlarını özgür iradeleriyle kabul edecekleri “adil” bir anlaşma ile mesela köleliği tercih edebilecekleri veya karın tokluğuna çalışabilecekleri önerilebilecekken,[27] Rawls’un liberal toplumunda böyle bir şey sözkonusu bile edilememekle beraber, dezavantajlı kesime makul ve adil eğitim, sağlık ve çalışma olanakları verilerek bireylerin pratikte toplumun geriye kalanıyla eşit fırsatlara sahip olması hedeflenecektir.[28]

İkincisi, Rawls libertaryanların iki temel adalet ilkesini yetersiz bulmasına karşılık olarak (mesela mülkiyet hakkı vs. konularda kurallar barındıran) başka ilkelerin de bilinmezlik perdesinin ardında tartışılıp kabul edilebileceğini, ancak ortaya koyduğu iki temel adalet ilkesinin reddedilemeyeceğini, dolayısıyla bunların makul bir adalet kuramının olmazsa olmazı olduklarının altını çizer. Dolayısıyla, adalet ilkeleri listesi uzatılabilir, yeni eklemelere açıktır; bu yönden yetersizlik veya eksiklik eleştirisi Rawls’a göre yersizdir. Ancak iki temel adalet ilkesinin reddi akıl mantık çerçevesinde mümkün olmayacaktır.[29]

Üç, Rawls vergilendirmeyi ve toplum içinde servetin yeniden dağıtımını bireyin haklarının ve özgür iradesinin gaspı olarak görmez. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Rawls’a göre servetin yeniden dağıtımı bireysellik ve özgür irade mefhumlarıyla çelişmez. Buna ek olarak Rawls, toplumdaki her bir mülkiyet kazanım ve aktarım işlemi Nozick’in önerdiği ilkelerle yönetilse dahi, adaletsizliğin bertaraf edilmesinin hiçbir garantisinin olmadığını öne sürer. Bireyler arası girilen anlaşmalar başlangıçta adil olsa da, uzun vadede bu anlaşmaların yaratacağı etkilerin toplamı toplumda her birey için özgür, adil ve hakkaniyetli anlaşmalar oluşturmanın önkoşullarını zedeleyebilir. Büyük miktarda servet ve mülkün az sayıda kişide toplanması ve dolayısıyla toplumdaki bireysel özgürlük, fırsat eşitliği vb. pratiklerin toplumun geniş kesimleri için ciddi şekilde kısıtlanması ve hatta yok sayılması gayet imkan dahilindedir. Bu türden tehlikeleri bertaraf etmek adına iki temel adalet ilkesinin, bunları mümkün kılan ve genel olarak bütün olası makul adalet ilkelerinin önkoşulunu oluşturan (bilinmezlik perdesi gibi) düşünce süreçlerinin benimsenmesi Rawls’a göre elzemdir.[30]

Dördüncü ve son olarak, Rawls adil ve hakkaniyetli adalet ilkelerinin bireyin özgürlüğünü Nozick’in iddia ettiği gibi gasp ettiği düşüncesine katılmaz. Rawls’a göre vergi gibi belli kurumsal düzenlemeler ve kurallar dışında bireyin mülk edinme hakkını kısıtlayacak bir etken yoktur. Bu gibi kurumsal ve sosyal düzenlemeler adil bir toplumda şeffaf ve makul olduğu ve toplumsal işbirliğinin bekasında önemli bir rol oynadığı için makuldür. Bireyler toplumsal işbirliği içinde bunları hesaba katarak kararlar almaları gerektiğinin bilincindedirler, dolayısıyla toplum hayatının getirilerinden faydalandıkları gibi, bu gibi makul toplumsal sorumlulukları üstlenmekten de kaçınmamalıdırlar.[31]

Bunlara ek olarak, Rawls’un adalet kuramının pek de uygulanabilir olmadığı da zaman zaman dile getirilir. Refah paylaşımında karar sürecine katılanların tarafsızlıklarını tamamen koruyamayacakları, hatta korumak istemeyecekleri ve her fırsatta diğer katılımcıları aldatarak kendi çıkarlarını destekleyecek kararları kabul ettirmeye çalışmalarının muhtemel olduğudur.

Rawls bu gibi olasılıkları gözardı etmez. Tam tarafsızlık çeşitli sebeplerle yüzde yüz mümkün olamasa da, bir ideal olarak kabul edilip olabilecek en yakın şekilde gerçekleştirilmeye çalışılmalıdır. Bir idealin pratikte her zaman yüzde yüz gerçekleştirilebilir olmaması, yine de onu gerçekleştirmek için elimizden gelen her şeyi yapmamıza ve bu yönde olabilecek en hakkaniyetli adalet ilkelerini takip etmemize engel değildir. Rawls bu tür bir yaklaşımı birçok alanda hayata geçirme amacını zaten güttüğümüzü ve dolayısıyla ortaya koyduğu kuramın mantığının bize yabancı olmadığını hukuk sisteminden örnek vererek açıklar. Hukuk sisteminin hedefi bireylerin kişisel çıkarlarına ve kim olduklarına bakmaksızın, tarafsız, adil ve hakkaniyetli kararlar almaktır. Adil bir anayasa ve ekonomik, sosyal vb. kurumların adil düzenlenmesi mevcutsa, adil bir hukuki süreçten bahsedebiliriz.[32] Rawls’un adalet kuramının amacı da benzer şekilde tarafsız, adil ve hakkaniyetli bir çerçeve ortaya koyarak refah paylaşım süreçlerinin akılcılığını ve adaletini garanti altına almaya çalışmaktır.[33]

Öte yandan, her ne kadar bir zorunluluk olmasa da, Rawls’un farklı kesimlerden temsilcilerin bir araya gelip bilinmezlik perdesinin ardına geçerek karar sürecine katılmasını önermesi olası sahtekarlıklara karşı bir önlem olarak anlaşılabilir. Eğer katılımcılardan biri bilinmezlik perdesini hiçe sayarak süreci kendi çıkarı doğrultusunda kullanmaya çalışırsa, diğer katılımcılar bu şekilde öne sürülen gerekçelerin adil ve hakkaniyetli olmadığını açıklayarak, adaletsiz düşünce ve gerekçeleri süreç dışına çıkarma hakkına sahiptir. Farklı tarafların mevcudiyeti bu ve benzer hile girişimlerini önlemeye yardımcı olabilir. Zira Rawlscu kuramın temel amacı hakkaniyetli bir işbirliği sistemi olarak tanımladığı toplum için adil, demokratik ve makul kurumlar ve süreçler ortaya koymaktır.[34]

Rawls’un adalet kuramına yöneltilmiş başka ciddi eleştiriler mevcuttur, hatta günümüz koşullarında yeni eleştirler yöneltmek de mümkündür.[35] Bunların etraflı bir tartışması ve değerlendirmesi başka bir makalenin konusudur.

 

Sonuç

Rawls felsefesinin güncel siyaset kuramına ve felsefesine yaptığı en büyük katkı muhtemelen adalet ve refah dağıtımı kavramlarını ön plana çıkarmasıdır. Kendisinden önceki toplumsal sözleşme geleneğinde bu kavramların bu kadar merkezde olduğu ve bu derece ayrıntılı şekilde tartışıldığı söylenemez. Dolayısıyla Rawls felsefesi bu gelenekten kopmazken, ona yeni bir odak ve bakış açısı getirmiştir. Özellikle Marx ve Engels sonrası dönemde refah ve servet dağıtımı sorununun boşlukta kaldığı ve liberal sistem içinde uygulanabilir ve adil bir yaklaşım ortaya koyma konusunda belirsizlikler olduğu düşünülecek olursa, Rawls’un getirdiği yeni bakış açısının önemi daha net anlaşılacaktır. Adil ve net bir refah dağıtımı formülasyonu ortaya koyabilmek için Kant’ın ahlak prensiplerini siyaset felsefesine uyarlaması da, kimi zaman uygulanabilirliği tartışılan Kantçı ahlak felsefesine tatbik edilir bir yorum getirmesi açısından önemlidir.

Öte yandan, Rawlscu yaklaşımın günümüz Amerikan siyasetine yansımaları özellikle Demokrat Parti’nin desteklediği Obama Care, fakir ailelerin çocuklarına yapılan gıda desteği ve ABD’ye yasal göçmen olarak henüz ayak basmış kişilere yapılan barınak ve dil eğitimi yardımı gibi sosyal devlet politikalarında gözlemlenebilir. Devletin sunduğu bu gibi olanakların amacı, Rawls’un bahsettiği gibi, en dezavantajlı kesime topluma katılma ve kendi gelirlerini kazanabilmeleri için rekabete dayalı eğitim-iş hayatında mümkün olduğunda fırsat eşitliği sağlamaktır. Toplum içinde bazı bireyler seçmedikleri ırk, etnik köken, cinsiyet, sınıf vb. etmenlerden veya tamamen şanssızlıktan ötürü kendilerini dezavantajlı konumda bulabilirler. Seçmediği dezavantajların kişinin kaderini belirlememesi için, toplumun belli düzenlemeler yapmakla mükellef olduğu düşüncesi buradaki temel saiktir.

Nozick ve özellikle Cumhuriyetçi Parti cephesinde ise, bu gibi destek ve yardımlara karşı ciddi bir tepki görürüz. Nozick’e göre, devlet veya hiçbir birey dezavantajlı durumda olanlara yardım etmek zorunda değildir. Nozick’in belirlediği üç ilkeden hiçbiri böyle bir ahlaki veya yasal zorunluluktan bahsetmez, zira kişi adil yollarla her ne kazanıyorsa hepsi kendisine aittir ve vergilendirme bir tür hırsızlıktır. Dolayısıyla, bireyler kendi rızalarıyla ihtiyaç sahiplerine yardım etmeyi tercih etmedikleri sürece, devlet dahil hiçbir kişi veya kurum hiç kimseye yardım etmek durumunda değildir, çünkü her birey kendi alın teriyle kazandığının ötesinde hiçbir şey üzerinde hak iddia edemez. Devlet mümkün olduğunca küçülmeli, yardım ve hizmetten kaçınmalı, yasalar daraltılarak bireylerin seçtikleri hayat tarzına uygun şekilde yaşamasına (başkalarının haklarını gasp etmedikleri sürece) mümkün mertebe müdahale etmemelidir. Günümüzde Cumhuriyetçi Parti’nin de bu ve benzer görüşleri benimsediğini ve dolayısıyla Obama Care ve çocuklara gıda yardımı gibi uygulamalara karşı çıkmakla birlikte, özellikle zenginler için vergi oranlarını düşürmeyi genel bir politika olarak benimsediğini görüyoruz.

Öte yandan Nozick’in önereceği uygulamaların birçok yönden Cumhuriyetçi Parti’nin politikalarını aşan yanları da vardır. Nozick’in özellikle ilk iki ilkesi bireylere diledikleri alanda üretim ve ticaret yapma serbestisi getirmektedir. Dolayısıyla eğer bir birey uyuşturucu üretip satmaya karar verirse, Nozick’e göre bunu engellemek veya düzenlemek için bir gerekçe olmaması gerekir. Eğer talep varsa ve taraflar kendi özgür iradeleriyle, birbirlerini kandırmadan bu tür bir alışverişe girmeyi tercih ediyor ve bu hayat tarzını değerli görüyorlarsa, devlet dahil hiç kimsenin onları engellemeye hakkı yoktur. Dolayısıyla, Nozick’in bireyci ve özgürlükçü yaklaşımının mülkiyet hakları ve bireysel özgürlükler gibi konularda günümüz muhafazakar Cumhuriyetçi Parti çizgisinin dışına taşan yanları da mevcuttur.

Nozick’in (Cumhuriyetçilerin de paylaştığı) başlıca kaygılarından biri Rawls’un (ve/veya Demokratların) önerdiği devlet yardım ve desteği yüzünden insanların bedavaya alışarak çalışmayı bırakıp, zenginlerin sırtına yük olacağıdır. Bu kaygıların ne denli haklı olduğu tartışmaya açık olsa da, Rawls’un bu konudaki tavrı nettir: verilecek destek doğrudan para dağıtarak değil, eğitim, sağlık vb. temel hizmetlerin kalitesinin ve ulaşılabilirliğinin arttırılması şeklinde olmalıdır. Böylelikle devlet bireylerin günlük ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade, onlara yaşam şartlarını iyileştirme imkanı tanıyacak yeti ve becerilerini geliştirme fırsatı tanımalıdır. Bu gibi konular yardımsever zenginlerin arzularına göre yapacakları bağışlara bırakılmamalı, daha sistemli ve tarafsız şekilde[36] yürütülmelidir. Demokratların desteklediği gıda yardımı gibi uygulamaların da günümüzde bundan faydalanan bireyin hayatta kalmasına ancak yetecek ölçüde olup, yeterli beslenmek için kafi derecede olmadığı zaman zaman dile getirilmektedir. Dolayısıyla, sırf devlet yardımıyla sürdürülecek yaşam, kişinin çalışarak kendisine kuracağı dengeli bir hayata denk bir seçenek değildir, olmamalıdır. Bu sistemi istismar etmek isteyecek bireyler çıkabilir, ancak Rawlscu bakış açısına göre, sistem genel olarak başarılı olduğu sürece, düşük oranda istismar beklenebilir. Zira hayatın her alanında kurulacak en mükemmel düzende bile ufak bir miktar istismar payı olabilir. Ancak Rawls ve Nozick arasındaki anlaşmazlığın başlıca sebeplerinden biri herkesin eşit faydalanabileceği “temel hizmet” gibi bir mefhumun meşruiyeti sorusuna dayandığı için, en nihayetinde bu konuda bir uzlaşmaya varmaları pek mümkün gözükmüyor.

 

 

 

 

KAYNAKÇA

  • Kant, Immanuel, çev: İoanna Kuçuradi, Grundlegung zur Metaphysik der Sitten/Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1995
  • Marx, Karl, Friedrich Engels, Die deutsche Ideologie, Edizion Holzinger. Berliner Ausgabe 2016
  • Marx, Karl, Friedrich Engels, Manifest der kommunistichen Partei: das kommunistische Manifest, Berliner Ausgabe, 2016
  • Nozick, Robert, Anarchy, State, and Utopia, Blackwell Publishers, Oxford UK Cambridge USA 1999
  • Rawls, John. A Theory of Justice. Revised Edition. The Belknap Press of Harvard University, Cambridge, Massachusetts 1999
  • Rawls, John. Justice as Fairness: A Restatement, ed: Erin Kelly, The Belknap Press of Harvard University, Cambridge, Massachusetts 2001
 

[1] John Rawls, A Theory of Justice, Revised Edition. The Belknap Press of Harvard University, Cambridge, Massachusetts 1999

[2] John Rawls, Justice as Fairness: A Restatement, ed: Erin Kelly, The Belknap Press of Harvard University, Cambridge, Massachusetts 2001

[3] Robert Nozick, Anarchy, State, and Utopia, Blackwell Publishers, Oxford UK, Cambridge USA 1999

[4] Rawls, A Theory of Justice, ss.15-16. Rawls, Justice as Fairness: A Restatement, ss.6-7

[5] Rawls, Justice as Fairness: A Restatement, s.7

[6] Bu gibi kuralların nadir istisnaları olabilir, örneğin ambulansların ve itfaiye araçlarının geçiş üstünlüğüne sahip olması gibi. Devlet yönetim kademesi vb.lerinin böyle bir üstünlüğe sahip olması Rawls’un bakış açısından, çok istisnai durumlar hariç, muhtemelen makul sayılmayacaktır.

[7] Immanuel Kant, çev: İoanna Kuçuradi, Grundlegung zur Metaphysik der Sitten/Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1995, s. 38

[8] Kant, a.g.e., s. 46

[9] Kant’a göre ahlaki ve akılcı bir ilke genel, evrensel olmak zorundadır ve faydacı bir yaklaşımı benimseyemez. Dolayısıyla “Amacı iyiyse, yalan söylemek meşrudur” veya “Refah ve mutluluğu arttırması durumunda yalan söylenebilir” gibi önermeler hem özel durumlara işaret ettiği, hem de faydacı anlayışı benimsediği için ahlaki ilke formatına uymaz.

[10] Tıpkı “Fareli Köyün Kavalcısı” hikayesindeki gibi, yalan söylemek normalleşip yaygınlaştığında söylediğimiz yalanlar inanılırlığını ve dolayisiyla “işlevini” yitirir.

[11] Rawls, A Theory of Justice, ss.11, 17

[12] Rawls, a.g.e., s.118

[13] Bu noktada Rawls düşüncesini şu örnekle açıklar: ortada paylaştırılacak bir pasta olduğunu ve pastayı paylaşılmak üzere dilimlere böleceğinizi düşünün. Bu durumda pek çok kişi en büyük dilimi kendisine ayırmayı isteyebilir. Ancak Rawls bize şunu önerir. Farz edin ki, siz pastayı dilimledikten sonra, paylaşımı düşmanınız yapacak. Bu durumda, pastayı nasıl dilimlerdiniz? Bu şartlar altında pastayı mümkün olduğunca eşit ve hakkaniyetli bölmek en akılcı seçenek olacaktır. Rawls şunu da ekler: Belli koşullar altında pastayı eşit olmayan parçalara bölmek son kertede daha akılcı ve ahlakidir. Mesela eğer taraflardan birinin diğerinden daha büyük bir payı hak ettiğine dair akılcı sebepler varsa (daha çok çalışmak, emek vermek vs.), katılımcılar bazı tarafların pastadan daha büyük pay almasının hakkaniyetli olacağına akıl mantık çerçevesinde makul bulabilirler. Böylesi bir durumda, düşmanınızın size pastanın en büyük dilimini vermemesi belki hoşunuza gitmez, ancak hakkaniyetli, makul ve ahlaki olanın bu olduğunu bilirsiniz, dolayısıyla ortada adaletsizlik yoktur.

[14] Rawls, Justice as Fairness: A Restatement, ss.42-43.

[15] Rawls, A Theory of Justice, ss.132-133.

[16] Rawls, Justice as Fairness: A Restatement, 139. Rawls, A Theory of Justice, ss.330-331

[17] Rawls, Justice as Fairness: A Restatement, ss.139-140

[18] Rawls, toplumsal sözleşme geleneğinden gelen John Locke ve Thomas Hobbes gibi düşünürlere katılarak, sivil itaatsizliğin belli durumlarda haklı bir tepki olduğunu belirtir. Rawls, A Theory of Justice, ss.326-331

[19] Rawls’un böyle bir hareketi belli koşullar altında haklı görmesi devlet ve toplumun ciddi şekilde adaletsiz bir yapıya veya hale bürünebileceğini kabul etmesindendir. Böylesi bir durumda o kökten adaletsiz yapıya veya hale isyan etmek haklı bir tepki olabilir. Bu nokta Rawls’un Kantçı yönüyle çelişiyor gibi görünebilir; ki Kant’ın siyaset felsefesinde toplumsal sözleşmeyi çiğnemek söz konusu değilken, Rawls belli koşullar altında bu tür hareketleri haklı bulur. Rawls’un bu konudaki tavrı için bkz. a.g.e., 322-323

[20] Karl Marx and Friedrich Engels, Manifest der kommunistischen Partei: das kommunistische Manifest, Edizion Holzinger. Berliner Ausgabe 2016, s. 55

[21] Karl Marx and Friedrich Engels, Die deutsche Ideologie, Berliner Ausgabe, 2016, ss. 57-60

[22] Hatta Robert Nozick Anarchy, State and Utopia adlı eserinde Rawls’un A Theory of Justice’ine hem ciddi eleştiriler yöneltmiş, hem de alternatif bir adalet anlayışı önermiştir. Rawls ise Justice as Fairness: A Restatement’ta Nozick’in eleştirilerine doğrudan yanıtlar sunmuştur. Dolayısıyla Rawls ve Nozick arasındaki diyalog, liberalizm ve libertaryanizmin ayrıntılı olarak incelendiği ciddi bir felsefi tartışma doğurmuştur.

[23] Nozick, a.g.e., ss.151-153

[24] Rawls, Justice as Fairness: A Restatement, s.16

[25] Rawls, a.g.e., s.95

[26] Rawls, a.g.e., s.96

[27] Robert Nozick, a.g.e., s.331

[28] Rawls, a.g.e., ss.96-97

[29] Rawls, a.g.e., s.83

[30] Rawls, a.g.e., ss.52-54

[31] Rawls, a.g.e., ss.51-52

[32] Rawls, A Theory of Justice, s.76

[33] Rawls, a.g.e., ss.73-76

[34] Rawls, Justice as Fairness: A Restatement, ss.5-8, 144

[35] Michael Sandel (bkz. Liberalism and the Limits of Justice ve Democracy’s Discontents), Alasdair MacIntyre (bkz. After Virtue ve Whose Justice? Which Rationality?), Michael Walzer (bkz. Spheres of Justice, Interpretation and Social Criticism ve Thick and Thin) gibi komüniteryan düşünürlerin ve Marxist bakış açısından Gerald Cohen’in (bkz. Self-Ownership, Freedom and Equality) Rawls’a yönelttiği eleştiriler dikkate şayandır. Bunun yanı sıra Pierre Bourdieu gibi sosyologların da Rawlscu yaklaşıma yönelteceği itiraz ve eleştiriler önemlidir.

[36] Bağış yoluyla yapılacak yardımların kimlere sunulacağı ve nasıl kullanılacağı gibi konular bağış yapan kişinin kararına ve (dinsel, ırksal farkları da gözetebilen) kişisel tercihlerine bağlı olabileceği için, Rawls’a göre bu işi tarafsız bir kurum olarak devletin vergilendirme yoluyla yürütmesi daha doğrudur.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.