26 Nisan 2024
  • İstanbul15°C
  • Ankara17°C

‘ŞEHİRLERİ KAYBETMEK NESİLLERİ KAYBETMEKTİR’’

Türkiye’nin en önemli meselelerinden birisi de şehir meselesi. Maalesef daha çok kazanma hırsıyla şehirlerimiz beton yığınlarına dönüşmüş durumda.

‘Şehirleri Kaybetmek Nesilleri Kaybetmektir’’

12 Eylül 2017 Salı 10:23

Yeni imar edilen şehirlerde bu vurdumduymazlık  devam ederken atalarımızdan miras kalan şehirleri hakkıyla koruyamamamız emanete sahip çıkamayışımız da ayrı bir sorun. Bunun en basit örneği tarih ve kültür şehri Bursa’nın kalbine yerleştirilen çirkin binalar. Cumhurbaşkanımızın katılımlarıyla geçtiğimiz aylarda gerçekleşen Şehircilik Şurası şehirlerimizin geleceği adına büyük bir umuda vesile oldu. Neyi kaybettiğimizin farkına varmamız bile büyük bir kazanım. İnşallah orada vurgulanan hassasiyetler hayata geçer. Yoksa şehirleri kaybetmenin nesilleri kaybetmek olduğunu anladığımızda her şey için çık geç olabilir. Süleymaniye gibi bir şaheseri inşa eden bir mimarın torunlarına bugün içine düştüğümüz kaos hiç yakışmıyor. Yeni Sinan’lara yeni Mimar Kemalettin’lere yeni Turgut Cansever’lere ihtiyacımız var.

Bu hafta şehirleri ve nesilleri dert edinerek ‘Şehrin Kaybolan Efendileri’’ kitabının yazan Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şube Başkanı Mahmut Bıyıklı ile Şehirleri ve Şehrin kaybolan Efendileri’ni konuştuk.

FATMA GÜLŞEN KOÇAK

Geçmişte inşa edilen şehirlerimize baktığımızda her şey bütün ayrıntılarıyla düşünülmüş ve insanı merkeze alan bir incelik var. Bugünün şehirlerine baktığımızda da insanı değil kazancı önceleyen tuhaf bir durum sözkonusu. Bu haliyle baktığımızda modern şehirler neyin sonucunu bize gösteriyor?

 “Ceddimiz inşa etmedi, ibadet etti” diyor Ahmet Hamdi Tanpınar. Maddeye nüfûz etmesini istedikleri bir ruh ve imanları vardı eskilerin. Ayak bastıkları zemini çok kısa bir sürede Türk ve Müslüman yapmasını bilmişlerdi. Duvarları, kubbeleri, çinileri düşünen ve dua eden şehirler imar etti ecdadımız.

Şehirler ruhumuzun aynası. Nasıl geçmişte inşa edilen şehirler o devrin insanının ruh halini hayata bakışını estetik anlayışını yansıtıyorsa bugünkü mimari yapılanmanın da dili var ve bize yine bir şeyler söylüyor. Ruh yorgunluğumuzu, kafa karışıklığımızı, gafletimizi, imanımızın eskisi gibi göğsümüzden taşmadığını anlatıyor. Bir yazarımız anlatmıştı: Süleymaniye’yi ziyaret eden bir batılı lider ziyaretten sonra helikopterle İstanbul’u gökyüzünden seyrederken şöyle diyor: ‘Süleymaniye gibi şaheseri yapan mimarın  torunları nasıl olur da böyle çarpık şehirler meydana getirmişler anlayamadım’

Müslümanın modern şehirle ilişkisi Allâhıyla ilişkisini yansıtıyor bir anlamda. Müslüman, insanlıktan mes’ul insan demektir. Bu çarpık yapılanmanın teşekkülünden müslüman da sorumludur. Gerektiği gibi sağlam duramadığı, seher medeniyetleri kuramadığı için belki şu an modern müslümanın şehirle ilişkisi pek sağlıklı görünmüyor.

Şehiri nasıl kaybettik? Kaybettiğimizin kıymetini neden bilmedik?

Şehri kaybetmeye mahalleyi kaybetmekle başladık. Mahalle şehirde toplumsal dayanışmanın cem olmanın cemaate durmanın sorumluluk almanın ve sorumlu davranmanın adıydı. Bireyselleşmeye karşı bir sığınak insanın kendi yalnızlığında kıvranmasına karşı adeta bir kaleydi. İnsanın insana şifa olduğu bu nefes alma alanı da yabancılaşma saldırılarının kendi medeniyet değerlerimize yabancılaştırma projelerinin doğrudan hedefi haline geldi. Modern manada ilk telif tiyatro eserimiz olarak adlandırılan Şair Evlenmesi  mahalleyi  eleştiren edebi bir ürün olarak kötü bir öncülük üstlenmiştir. Şair Evlenmesi, mahallenin çürümüşlüğünü ima eden bilinçaltı yüklemelerde bulunur. Geleneğin en naif şekilde yaşatıldığı ve yansıtıldığı mahalle bir anlamda modernleşme çabalarının hedefi haline gelmiştir. Mahallenin kaybı şehrin kaybolması demektir.

Ne zaman başladı bu kaybediş?

Tanzimatla başlayan imar hareketleri  mahalle bütünlüğünü parçalamaya başlamıştır. Cumhuriyet, mahalleden kopuşun hızlandığı dönem olmuştur. Şehirlerin imar açısından dönüşümü geleneksel toplum anlayışına ters bir şekilde fıtrata aykırı bir tarzda ilerlemiş ve bugünkü sıkıntılı sürece gelinmiştir. Modernleşme çabalarındaki kafa karışıklığı şehirleşme çabalarına da aynı olumsuzlukta yansımış insanın toprakla olan bağı koparılmış yüksek katlarda betonlar arasında psikolojik ve fiziksel sıkıntılar yaşayan insanların arttığı bir döneme gelinmiştir. Yine ne hazindir ki mahallesini ve komşusunu kaybeden modern insan çekmek zorunda kaldığı ızdırapları paylaşacak ''Bu da Geçer Ya Hu'' diyecek dost sesine de hasret kalmıştır.

Yeni çıkan ‘Şehrin Kaybolan Efendileri’ kitabınızda her geçen gün azalan İstanbul Beyefendilerine ve Hanımefendilerine atıfta bulunuyorsunuz. Kimdi onlar hassasiyetleri neydi?

İstanbullu olmak; bir hayat tarzı, bir bakış açısı, bir sanattır. İstanbul’da yaşamak da… Yoğun ve yorgun hayatlarımızın içinde yaşarken “cihan değer” hayallere dalmak gerekir ara sıra. Gelenek ne kadar “değerli” ise, gelecek de o kadar önemlidir. Geleneğin duraklarından geçmeden, geleceğin menziline varılmaz zira. “Bir zamanlar biz de millet hem nasıl milletmişiz/ Gelmişiz dünyaya insanlık nedir öğretmişiz” avuntuları yetmez; “insanlık” öğretmek isteyen, geleneğin “edep” denilen “kurşun” kalemini eline alıp yeniden ete kemiğe büründürmelidir insanlığın kaidelerini.

Şehirler de insanlar gibidir; geçmişinden koparılırsa şahsiyetini kaybeder. Ve insanlar da şehirlere benzer; geleneksiz insanlığın kemaline erip insanlık öğretemezler.

“İstanbul ailesi”nin ayrı bir anlamı vardır insanlık literatüründe. Hanımı, efendi hanım; beyi, efendi bey; evladı, efendi oğludur.

Hayatları tenkit değil, tembih üzerine kuruludur. Tenkit libası son moda bir giyim tarzı olup “İstanbul ailesi”nin üzerinde görülmesi mümkün olmayan bir kıyafettir.

Çok şeyi bilmeleri gerekmez; hadlerini bilmeleri ve gerektiğinde bildirmeyi bilmeleri yeterlidir. “Edeb bir tac imiş nur-ı Huda’dan/ Giy onu emin ol her beladan” diyerek başına “edep” sarığını saran bu faziletli millet, vefakâr bir nesil yetiştirmekte de çok zorlanmamıştır. O nesil ki cehennemin hacâlet narında yanmaktansa, nefsinin fitilini yakar, eritir ve edep dairesinin dışına asla çıkmazdı.

 “Ben” yerine “bendeniz” diyen, israf-ı kelam etmeyen, haber vermeden bir yere gitmeyen, gittiği kapıyı üç kereden fazla yoklamayan, insan hukukuna azami derecede saygılı olan kişilerdi şehrin efendileri. Selamını elini kalbine götürüp “hürmet elde, muhabbet yürekte” diyerek alan, “kapıyı örten”, “ışığı uyandırıp dinlendiren”, ayağını yere fazla vursa toprağı incittiğini düşünen canlı cansız her varlığın hatırını eden, Peygamber’inden fazla yaşamışsa yaşı sorulduğunda “haddi aştık” diyen hanımı “cariyemiz hanımefendi” annesi “hanımannemiz”, bey babası, “efendi babamız” olan insanlardı İstanbul beyefendileri. Elbette incelikte İstanbul hanımefendileri de onlardan geri kalmazdı. Türkçeyi kusursuz kullanan şehre ruh veren ve değer katan güzel insanlardı şehrin kaybolan efendileri. Elbette bugün aramızda onlardan birileri yine var. Ama geçmişe nazaran yok denecek kadar az olmalarının hüznünü eksikliğini yaşıyoruz.

Şehirler ve Nesiller diye sorsak?

İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak erdemidir diyor Eflatun.  Şehir kurmak sadece inşa faaliyeti değildir. Şehir kurmak bir anlamda bir nesli bir medeniyeti bir geleceği inşa etme gayretidir. Batılı tarzda mimarinin hakim olduğu bir şehirden yerli duyarlılıklı bir nesil yetiştirme ideali epey zorluklar barındırıyor. Kültürel kodlarımıza uygun olmayan şehirleşme nedeniyle toplumsal depresyonların yaşanması kaçınılmaz hale gelir.

Ömrü boyunca bizi şehri düşünmeye şehri dert edinmeye çağıran Turgut Cansever merhuma göre İslam Mimarisinde Allah’ı vurgulamadan, onun büyüklüğünü ifade etmeden hiçbir yapı inşa edilemez. Maalesef çağın insanı bu ufuk insanın medeniyet bilgesinin çağrısına hep kulak tıkadı.

Turgut Cansever nasıl bir model sunuyordu?

Cansever, Türk mimarisini inşa ederken Batı kültürünü değil, kendi inanç  değerlerimizi yansıtmamız gerektiğini söyler. Yine İslam şehrinde evlerin insanın fıtratına uygun bir şekilde inşa edilmesini anlatan Cansever, evlerin mimarisinin Müslüman için ne kadar önemli olduğunu anlatır. Ev için Osmanlı evlerinin örnek alınması gerektiğini, hatta şehir ve mahalle inşası için tek örneğin Osmanlı olduğunu her imkânda vurgular. İslam mimarisi tezini yine tevhit anlayışı üzerinden şekillendiren Cansever, İslam’da aslolanın hayatın merkezine Allah’ı yerleştirmek olduğunu anlatır. Yine Bilge Mimara göre İslam mimarisindeki her zaman mutluluk, ümitvar ve neşeli olma hali İslam’ın bütün sanatlarında ortak bir özellik olarak görünür. Batı’nın ya da Hristiyanlığın mimarisine baktığımızda ise bir karamsarlık, keskinlik, insana ızdırap veren haller, ihtişamı gözler önüne sermeye çalışsalar bile daima kendisini hissettirir.

Millet olarak neyi kaybettiğimizin farkında mıyız?

 Bugün geldiğimiz noktada özünden koparılmış kendi medeniyetine yabancılaştırılmış ufku daraltılmış bakış açısı köreltilmiş zihinler tarafından Dünyanın sonunu beklemek için en iyi yer denilen Roma gibi alkol vurgunu, sıkıntılı ve bunalımlı Batı şehirleriyle harem-i ismetimiz masum ve temiz şehirlerimiz arasındaki derin fark gittikçe kapatıldı. Kimliksiz şehirler inşa ettik.

 Fetihten bu yana sürekli çoğalan alçakgönüllü ve masum aydınlığıyla eski İstanbul'dan nelere sahip çıktık ne kadarını koruyabildik düşünmemiz gerekiyor Pascal’dan Kopernik’ten bahsederken, İbni Heysem’den, Harezmî’den, Bîrunî’den, mikrobiyolojiyi Pasteur’an once kuran Akşemseddin’den habersiz yeni kuşakların zihninde neyi  nasıl kaybettiğimizin bir soru olarak belirmesi gerekiyor. Ve en fazlada medeniyetimizin esaslı dinamiklerine dönmeden öncü bir millet olamayacağımızı hatırlatmak gerekiyor.

Gelecek adına ümitvar mısınız?

Şehirleri Kaybetmek nesilleri kaybetmektir. Bu hususta derdi olan insanımız çok. Herşeye rağmen ümidimizi diri tutmalıyız.Ancak düştüğümüz yerden ayağa kalkacağımıza yeni bir ruh aşısıyla bunu başaracağımıza olan inancımızı da herşeye rağmen korumak gerekiyor. Mimar Sinan'dan Turgut Cansever'e uzanan ufuk çizgisini yeniden yakalayarak ve yaşayarak kaybettiğimiz ya da yeniden kuracağımız şehirler üzerine kafa yormamızın şart olduğu zamanlara erdik. Kaybımız büyük ama bir o kadarda birikimimiz var. Yeter ki neyi kaybettiğimizin farkına varalım. Düştüğümüz yeri görelim ki yeniden ayağa kalkmak için nereden kalkacağımızı bilelim. Ümit heyecan coşku her zaman en büyük azığımız. İyi olacak İnşallah...

Şehirlere yazılmış çok güzel şiirler var. Şiir şehir ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?

“İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak” ve “şairin gayesi dünyayı güzelleştirmek” ise, şehirler şiirin otağı olur. Mimarlarla şairler arasındaki akrabalık çok derindir. Yalnız Sinan’ın ve Baki’nin şahadetleri bile yeterli olur bu bağı teslim etmek için. Mimar şuurunu kaybederse, şehir de şiirini kaybeder dolayısıyla. Şiirinin mürekkebini şehrinin tütsüsünden ağıtan şair, göğüne şiirler sinmiş şehirler tahayyül eden bir mimar kadar değerlidir şehirlerin hatıra defterinde. Şiirin damarlarıdır şehirler ve şiir taze kan taşır şehrin şahdamarlarına.

İnsan şehre bir şiire varır gibi ansızın girer. Şairlerin şiire girişleri daha bir böyledir; bir payitahta girer gibi girerler şairler şiire.

Şehirler her dönemde şairleri etkilemiş midir?

Yaşadığı şehrin kendini etkilemediğini düşünmek, bir insan için düşünülemez şeylerin başında gelir. “Irkın seni iklimine benzer yaratırken” diyen şair, elbette bu etkinin şuurundadır. Elbette “İnsan yaşadığı şehre benzer/O şehrin havasına, suyuna…” diyeni de…

Şair, dilini yaşadığı mekâna yaslayan insandır. Mekânların kaderiyle şiirlerin kaderi arasında görünmez bağlar vardır. Onun için ustalar hep şiirin hayatiyetinin şehrin hayatıyla olan sarsılmaz rabıtasından bahsede gelmişlerdir. Çünkü şiirin hengâmeye ihtiyacı vardır. Tek düzelik, biteviyelik kurutur şiirin damarlarını. “Yazmanın vatanı sağlıklı sessizlik” ise de, şiir, hep şehrin tepelerine çıkmak ister, katlanamaz taşraya inmeye.

Şehir, öznesi insan olan mekândır. Şair medeniyet nakışlarını işledikçe, şiiri gibi şehri de yenilenir. Ve kendi şiirini yazabilmesi için şehrin, şairin gönlündeki aksi sedasını duyması gerekir. Bunun için şiirsizlik, bir şehrin en korkulu rüyasıdır.

“İhmalin vefasız alçak hükmüne/ Sabırla elini bağlayan şiir

Haşmetli devrinde gördüğü güne/ Bakıp da anarak ağlayan şehir”

Şehrin tam ortasındadır şair. Şehir gibi kalabalık, şehir gibi yorgun, şehir gibi derin şiirler okumamızın bir sebebi de budur. Bütün büyük şairler şehirde yaşamış, yaşadığı şehri şiirleştirmiştir.

Ve şehirler nasıl bir iddianın burçlarıysa, şiirler de kutlu bir davanın eseridir. Bunun için şiirler de şehirler gibi ruhlarıyla hep diridir. Şehirlerin ruhunu yansıtan şiirleri, şiirlerin ruhunda yaşayan şehirleri en iyi şairler bilir.

Şehirlere ruh aşılayan mekanlar olmuştur hep. Mesela tekkeler. Tekke ve şehir konusunda neler söylemek istersiniz?

Asırlık medeniyetimize vücut veren kültür, edebiyat, sanat hayatımızda tekkelerin vazgeçilmez bir yeri olmuştur. Onlar birer halk okulu gibi İslam-insanın bütün insanlığa uzan eli, birer irfan ocağıydı. Şehirlerin bu huzur mekânları, manevi bir eğitim potası olmasının yanı sıra, sosyal yardım ve tedavi amaçlı hizmetler görür, şehirlerin ticari hayatına çeki düzen getirir, güzel sanatlar akademilerinin işlevlerini üstlenerek şiir ve musikinin doyurucu yoğurucu ikliminde insanı oldurur ve doldururdu. “Beşikten mezara kadar” sürecek bir eğitim anlayışıyla mükellef tutulmuş bir ümmet, ihtiyaç duyduğu dini ve medeni aydınlığı tekke ve zaviyelerin cihan-şümul, evrensel terbiye esaslarında aramıştır. Kendini “İlim şehri” olarak tarif eden bir muallim-peygamberden ilmin “Çin’de olsa” aranıp bulunmasını, hikmetin “müminin yitik malı” olduğunu tavsiyelerini işiten hasbi bir millet, sonsuz bir azimle bütün insanlığın hayrı için hizmet alanları kurarak huzurun mekân ve mekînini bir araya getirmiştir.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.