25 Nisan 2024
  • İstanbul19°C
  • Ankara20°C

“YAZIYORSANIZ VARSINIZ YOKSA YOKSUNUZ”

Portre / Biyografi Yazarı Fahri Tuna:

“Yazıyorsanız Varsınız Yoksa Yoksunuz”

06 Kasım 2019 Çarşamba 11:05

Sizi en iyi anlatacak olan elbette kitaplarınızdır ama yine de doğrudan doğruya sizden yola çıkalım: Bildiğim bir tarafınız var; biyografiye meraklısınız, şehir ve insan portreleri yazıyorsunuz. Yani demek istiyorum ki siz yazarların eserlerini okumakla yetinmiyor, hususî hayatlarını merak ediyorsunuz ve şehirleri…

İlk okuduğum kitap, daha ortaokul yıllarımda nasıl elime geçtiyse, Şevket Süreyya Aydemir’in ‘Suyu Arayan Adam’ı. Yani bir biyografi. Sonra ‘Tek Adam.’ Sonra ‘İkinci Adam.’ Hepsi de biyografik eserler. Üzerinden dolu dolu 45 sene geçmiş. Fahri Tuna o günden bu güne en çok biyografik eserler okuyor, biyografik eserler (yedi kitap olmuş) yazıyor, portre kitapları (dört kitap olmuş) yazıyor. Bu arada iki de şehir biyografisi denebilecek kitaplarım yayımlanmış durumda. Merak deyin, mizaç deyin, yetenek deyin. Hepsi deyin. Hiçbiri deyin. Bilmem, bilemem ben. Bin şükür derim sadece.

 

Peki ya Adapazarı? “Aynalıkavak Yazıları” kitabınızı bir şehir portresi olarak değerlendirebilir miyiz? Daha öncesinde “Adapazarı Yazıları”nı yazmıştınız, sonrasında “Aynalıkavak Yazıları” kitabı geldi… Fahri Tuna editörlüğünde bir Adapazarı Ansiklopedisi bekleyebilir ya da müjdeleyebilir miyiz?

Evet; uzmanları daha iyi bilir amma, ikisine de şehir biyografisi denebilir zannımca. Nitekim Aynalıkavak Yazıları, TYB 2011 Yılının şehir kitabı ödülüne değer bulunmuştu. Ben yazarların yaşadıkları şehri yazmalarını, şehirlerinin kalbindeki izdüşümlerini kaleme almalarını doğrusu sıla-ı rahim hükmünde görmekteyim Hakan Bey. Birçok şehre hayran ve âşığım amma benim gönlümün başkenti Adapazarı’dır. Dediğiniz doğrudur, uzunca bir süredir Sakarya Ansiklopedisi üzerinde çalışıyorum bütün yoğunluğun arasında. Bu iki kitap da o ansiklopedi bağlamında değerlendirilmelidir zaten. İnşallah yayımlandığını da görürüz.

 

Sizinle yollarımız ilk 2009’da kesişmişti. O dönem Mardin Valisi olan ve 2010 Yılının Valisi seçilen Hasan Duruer Beyefendinin himayesinde sizin ürettiğiniz ve uygulamasını yaptığınız Akademi-GAP Projesi, bölgesel edebiyat yarışmaları, Abbara dergisi yılları… Ardından Mardin, Edirne, Çankırı, Adapazarı, Bolu, Kocaeli, Bilecik, Akhisar, Tarsus gibi pek çok şehirde açtığınız atölyelerle yüzlerce genci, sanatçılarla ve yazarlarla buluşturdunuz. Siz de yazarlık dersleri verdiniz. Bu atölyelerde amacınız nedir?

Hakan Bey, altmış yaşını devirmiş eli kalem tutan bir yazar olarak söylemem gerekirse Türkiye’nin bana göre en büyük sorunu yeteneklerini eğitememesidir. Gözlem ve tecrübelerime göre yüzlerce binlerce yetenek ilgisizlik ve eğitimsizlikten kaybolup gitmektedir. Ben bunu 40 yaşımda fark ettim. Ve o günden bugüne önce Irmak dergisi ve çıkarttığım diğer dergiler aracılığıyla sonra da başta Akademi-GAP olmak üzere saydığınız şehirlerde organize ettiğim akademi veya yazarlık atölyeleriyle medeniyetimizin değerlerini giyinmiş, bu toprakların kokusu, rengi ve zenginliklerini kuşanmış şairler, yazarlar, sanatçılar yetişmesine önayak olma gayreti içerisindeyim. Buna Balkan gençliği de dâhildir. İnanıyorum ki bu aziz millet nice Sezai Karakoçlar, Cahit Zarifoğlular, Mustafa Kutlular, D. Mehmet Doğanlar, Nurullah Gençler, Sadık Yalsızuçanlar, Mehmet Şekerler yetiştirecektir. Çok güzel bir gençlik geliyor. Çorbada bu fakirin de bir nebze tuzu olursa ne mutlu bana.  

 

“Kırkikindi - Kırk Yılın Hatıraları” kitabınızı okuyanlara malum; Üniversite öğrenciliğiniz yıllarında, Mavera’ya şiir denemeleri göndererek başladınız yazmaya. Edebiyat öğretmeninizin keşfettiği yeteneğiniz ilk Cahit Zarifoğlu tarafından törpülendi. Aslında çok sevdiğiniz mizah yerine rahmetli Selahaddin Şimşek’in yönlendirmeleri ile portreye yöneldiniz. Yazarlık öykünüzü anlatabilir misiniz?

Her Türk gibi ben de şiirle başladım yazma serüvenime. Mühendislik öğrencisiyken çok şanslıydım; Osman Sarı, Yılmaz Güney gibi şairler; İsmail Kıllıoğlu gibi bir hikâye yazarı hocamızdı. Sık sık bir araya geliyorduk ders dışında. Yolunu rotasını henüz belirlememiş bir gençtim elbette. Mavera’ya birkaç şiir gönderdim. Cahit Zarifoğlu merhum, derginin son sayfasında gençlere öğütler veriyordu. ‘Hece şiirlerin iyi ama serbestlerin şiirle alakası yok.’ deyince şiiri bıraktım o gün ben. Denemeye ve mizaha yöneldim. Nitekim Yedi İklim, Türk Edebiyatı, İzlenim, Ülke dergilerinden denemelerim yayımlanmaya başladı sonraki yıllarda. Otuzuma giriyordum artık. Merhum özdeyiş yazarı Selahaddin Şimşek Ağabey ‘Sen denemeyi ve mizahı bırak; sende portre yeteneği var, portre yazarı olacaksın sen.’ deyince bu alana yöneldim. İlk yazdığım ve yayımlanan portre çalışmam da Ülke dergisinde 1997’de Cemil Meriç’tir. Otuz yıldır da portreler ve biyografiler yazmaya çalışıyorum. Hâlen Edebiyat Ortamı dergisinde her sayıda bir yazar portresi, Kültür Ajanda dergisinde her sayıda halktan bir portre, Ihlamur’un her özel sayısında o sayıdaki yazar ile ilgili bir portre, Şehir ve Kültür Dergisi’nde her sayıda bir şehir portresi yazıyorum. Şairler, yazarlar, sanatçılar kadar halktan da çok portreler yazdım, yazacağım. İki yüzü aşkın kişiyi, altmışı aşkın şehri yazmışım otuz yılda. Hiç siyasetçi ve bürokrat portresi yazmadım, yazmıyorum. İstemediğim hiç kimsenin portresini yazmadım, yazmıyorum, yazmayacağım. Benim ölçülerimle sınıfı geçenleri yazıyorum. İhsan/iyilik medeniyetimize ait kişi ve değerleri yazıyorum sadece.

 

Cihat Zafer “Biz aslında merhum Selahaddin Şimşek’in paltosundan çıktık.” der. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sizi portre yazmaya yönelten ve edebiyatta yetiştiren Selahaddin Hoca’dan söz açıp o yıllardan, Asmaaltı Akademisi’nden, -ki Fahri Tuna’nın kaleminin evirildiği yıllar- neler hatırlıyorsunuz?

Cihat Kardeşim doğru söylüyor. Selahaddin ağbi  tek başına bir akademi, tek başına bir üniversiteydi bizler için. Biz iki diplomalıyız yani. İkincisi Asmaaltı Akademisi’nden. Zira cennetmekân Selahaddin Şimşek çok iyi bir edebiyat adamı, ki özdeyişlerinin her biri konferans hükmündedir, olmasının yanı sıra iyi bir sinema eleştirmeni, iyi bir tiyatro senaristi oyuncusu ve yönetmeni, iyi bir sosyolog, iyi bir psikolog, iyi bir bibliyograftı. Her konuda, lügattaki her kavram hakkında yarım saat konuşabiliyordu. Öte yandan Ebu Hanife kadar Voltaire’e, Gazali kadar Goethe’ye, Itrî kadar Beethoven’a da aşinaydı. Necip kadar Nazım’ı da iyi biliyordu. Dün kadar bugün, eski kadar da yeniydi. Fıkıh kadar Kelam’ı, Hadis kadar Tefsir’i de iyi biliyor, günümüzü çok iyi yorumluyordu. İnanılmaz geniş ve zengin bir bilgi ve anekdot hazinesi sahibiydi. Edebiyatın türlerini de çok iyi biliyordu. Masası, sofrası demek daha doğru, tam bir fikir kültür edebiyat ve medeniyet şöleniydi. Hangi gençte ne yetenek gördüyse ona yönlendiriyor, sonuna kadar takip edip besliyordu. Merhum ağabeyimiz, Cihat’ı sinemaya; beni portreye yönlendirmişti mesela. Etrafında beş altı genç ile Bulvar’da gece yarılarına kadar devam eden yürüyüşlerimizi çok ama çok özlüyorum Selahaddin Ağabeyin. Allah her şehri bir Selahaddin Şimşek ve Asmaaltı Akademisi ile ödüllendirsin. Bugün ortada portre yazarı bir Fahri Tuna varsa bu en çok onun öngörüsü, yetiştirmesi ve eseridir. İşte ben de değişik illerdeki akademiler ve yazarlık okullarımla hem büyük ustam Selahaddin Şimşek’e vefa borcumu ödemeye çalışıyorum hem de medeniyetimizin ve onun dili olan Türkçemizin bu güzel coğrafyada bin yıl daha yaşayabilmesi için görevimi yapmaya çalışıyorum. Bütün gayretim çabam enerjim bunadır, bundadır, buncadır.   

Tercihiniz biyografi mi, portre mi? Zira siz ikisinde de eserler verdiniz. Hangisini daha çok seviyorsunuz?

Kısaca ve kabaca şöyle tarif edeyim: Biyografi romansa portre hikâyedir. Portre daha kısası ama daha zorudur. Dil olarak da üslup olarak da cümle olarak da daha titizlenmeyi, daha zenginliği, ‘azda çok’u vermeyi gerektirir. Öte yandan benim dört portre kitabımın yanında yedi de biyografi kitabım var, yayımlanmış. Son tahlilde portreyi daha çok seviyorum. Hangisinde daha başarılıyım? Bunun notunu da kararını da ben değil, uzmanlar ve okurlar verebilir. Ben insanı seviyorum. Ve bir insanı dört, bilemediniz beş kitap sayfasında anlatmayı seviyorum, yalanım yok.

 

Altmış yıllık hayatınıza göz atıldığında, bir Endüstri mühendisi olmanıza rağmen kültür ve edebiyatın hep hayatınızın merkezinde olduğunu görüyoruz. 2010 yılında almış olduğunuz “Yılın Kültür Adamı” ödülünden cesaretle size “Kültür Mühendisi” diye hitap edebilir miyim? Bir Elektronik öğretmeni olarak soruyorum: Analitik düşünmenin edebiyata etkisi konusunda ne düşünüyorsunuz? Bir mühendis olan Fahri Tuna bunu avantaja çevirebildi mi ya da bunun kolaylaştırıcı etkisini yaşadı mı?

Tam da bu işte. Beni ve benim gibileri özetleyecek meslek. Kültür mühendislerinin sayısı hızla artmalı, arttırılmalı bu ülkede. Evet; sayısalcılığımın yazarlığıma katkısı çok fazladır. En sosyal mühendislik olan endüstri mühendisliği okumamın da. Yayıncı İsmail Aydın hep söyler; Fahri Tuna’nın portrelerine göz atın, hep matematik hâkimdir diye. Katılıyorum elbette, sık sık kişiyi bir şeylerin parantezine almaktan kendimi alamıyorum yazarken. Bir örnek mi? ‘Babasının Soyadını Unutan Adam; Faruk Şişman’ portremden vereyim: ‘Hayatındaki her olumsuzluğu üç F ile açıklar: Eşi Fatma, iş arkadaşı Fahri Tuna ve Fenerbahçe.’ Bugüne kadar ömrü hayatımda irili ufaklı iki bin beş yüz organizasyonun ya başında olmuşum ya yönetiminin içinde. Bunlarda da hep sayısalcılığımın katkısını gördüm ben.  Bu, sadece benim için değil, birçok şair, yazar ve sanatçı için de geçerlidir.

 

Fahri Tuna’da Balkanların ayrı bir yeri vardır, dahî öyle müstesna bir yeri vardır ki onu anlattığınız, konuştuğunuz zaman Balkanlardan bahsetmemek Fahri Tuna’yı incitir. Dergimizde bu hususa dikkat çekecek yazarlarımız muhakkak olacaktır ama bizzat sizden dinlemek isteriz Balkan sevdanızı…

Adım Anadolu, soyadım Rumeli benim. Beş buçuk asır Balkanlarda medeniyetimizi yaşattıktan sonra son bir asrında inkisar/hayal kırıklıkları yaşadık hep. Ben MTTB’de, Akıncılar’da yetiştim. Çanakkale şehidi torunuyum. Şeref duyarım bununla. Akıncılığı ruhuma giyinmişim ben on beş yaşımda. Balkan danışmanlığını üstlendiğim Edirne Valisi, ki onu ve milletimi temsilen 22 ayda 37 kez çıkmış, Türkçe üzerinden etkinlikler düzenlemiş, dergiler çıkarmıştım Balkanlar’da, bana hep ‘çağdaş Malkoçoğlu’ diye hitap ederdi. Kendisi de çağdaş Rumeli Beylerbeyi’ydi bihakkın. Şahidim ben buna. Ben değil sadece, hepimiz birer çağdaş Malkoçoğlu’yuz, unutmayalım. Rumeli dimdik ayakta hâlâ. Silistre, İskeçe, Gostivar, Prizren, Mostar, Gagauz Yeri, Köstence, Üsküp, Komrat, Şumnu, Gümülcine, Filibe, Mamuşa, Sarayevo, Kırcaali, Tiran, Eskicuma… Tuna bizi bekliyor yine. Arda Vardar Meriç, türkü türkü mısra mısra, beste beste bizi bekliyor. Yüz yıllık hüzünle hicranla hasretle. Rumeli bizden, Rumeli bizle, Rumeli bizce hâlâ. Yeni, yine, yeniden Rumeli diyorum ben.

 

Ve dergicilik; en az portreciliğiniz ve atölye çalışmalarınız kadar meşhur ve nahif yanınız… Başta 132 sayı çıkardığınız Irmak dergisi (ki Irmak üzerine sözlerimiz başlı başına bir söyleşi konusu teşkil eder, burada detaylandırmaya çalışmak beyhude olur, ayrıca söyleşelim) olmak üzere dergiler çıkarmış olmakla birlikte onlarca dergide de en az derginin sahibi kadar rol oynamış birisiniz. Aslında biz dergicilerin ekseri özelliğidir bu: Derginin adı, kimin olduğu vs. önemli değildir, dergidir ve dergi olması yeterlidir bizim için. Bu vesile ile –müsaadenizle- Ihlamur dergimizin de ‘fahrî abisi olmanız’ ve maddi-manevi hiçbir ricamızı geri çevirmediğiniz için bir kez daha teşekkür etmek isterim. Fahri Tuna, yazarlığından öte dergicidir bize göre. Biz öyle tanıdık, öyle bildik; hem öyle bir dergici ki uslanmaz, iflah olmaz… Sanırım burada anlatmak istemeyeceğiniz Irmak dergisi hatıraları bunun en bariz kanıtıdır. O yıllardan Fatih Gürsel’in “Fahri abi, şu gözlüklerini verir misin? Söylediklerine bakılırsa senin gözlükler hep tozpembe gösteriyor.” Sözünü ve muhterem eşinizin “Çok safsın, seni çok kolay aldatıyorlar.” Sözünü mimleyelim burada ve Türkiye’de dergiciliğin röntgenini çekelim.

Çok ama çok teşekkür ederim Hakan Bey kardeşim. Hem bu güzel tespitin hem de bu güzel sorun için.  ‘Fahri Tuna’nın Dergileri’ üzerine günlerce çalışan Selçuk Küpçük kardeşime de ayrıca çok teşekkür ediyorum. Dergicilik bir nevi serdengeçtiliktir bizim ülkemizde. Her dergi bir destandır benim gözümde, her dergici bir masal kahramanı. Sen de bu çılgın serdengeçtilerden birisin Hakan Sarı. Senin Ihlamur kokulu güzel derginin her sayısından, her sayfasından, her satırından bir kere yüz kere bin kere öpüyorum.

 

Irmak dergisi serüvenimiz de bir avuç serdengeçtinin 132 sayılık destansı hikâyesidir aslında. Bir avuç kişinin serüveni. Ben şanslıydım; böyle güzel bir gruba genel yayın yönetmenliği yapma şansına sahiptim. Evet; beş sayılık borç varken bir aralık ayı yayın kurulu toplantısında ben, gelecek yıl normal sayıların dışında yapacağımız ulusal yarışma ve ödüllerden, eklerden söz ediyordum; dergimizin fotoğraf editörü Fatih Gürsel, gözlüklerimi istemiş, normal ters düz yakın uzak baktıktan sonra da ‘Fahri Ağbi, bu gözlükler sadece sana tozpembe gösteriyor galiba, bana hiç öyle göstermiyor.’ Demişti. Sen de her dergici de yaşamıştır bunu. Malî imkân ve zorluklara takılınırsa üç sayı bile dergi çıkartılamaz. Ama dergicilik bir heyecandır,  dergicilik bir hayalperestliktir, dergicilik bir serdengeçtiliktir; dergicilik cihana meydan okumak, geleceğe kelam ve kalem destanları bırakmak, var olduğunun ayırdına varmak, vardırtmak demektir. Eşim haklı; dergicilik saftirikliktir. İyi ki saftiriğiz, iyi ki dergiciyiz, iyi ki dergiler var ülkemizde her şeye rağmen. Dergiye verilen emek ticarete verilse birçok dergici bugün gökdelen sahibiydi yahut milyoner olmuştu. Biliyorum bunu. Ama hayır, her şeye rağmen saftirikliğe yani dergiciliğe devam diyorum ben.

Dergicilik bin bir zorluğu barındırıyor bünyesinde. Her dergi bir ada. Bir edebiyat adası, bir özgürlük ve özgünlük adası. Birer kale. Uç beyliği. Varlık, Türk Edebiyatı, Dergâh, Yedi İklim, Ay Vakti, Hece, Edebiyat Ortamı, Mahalle Mektebi, İtibar, Ihlamur.  Sevgili kardeşim İbrahim Tenekeci bu ay İtibar’ını (97. Sayıda) kapatmak zorunda kaldı, içi kan ağlaya ağlaya. Aralarında beş yüz sayıyı, üç yüz sayıyı, iki yüz sayıyı, yüz sayıyı devirenler var. Maddî zorluklar alıp başını gidiyor. Kültür Bakanlığı 81 il kütüphanesiyle 937 ilçe kütüphanesine, belli başlı düzeyli nitelikli edebiyat dergilerinden birer tane alsa dergilerin maddî zorlukları bir nebze çözülmüş olur kanaatindeyim.

Ama her şeye rağmen yola çıkıldıktan sonra vazgeçmek çok zor. Her dergi, yayımlayanlar için bir nevi evlat, öz evlat. Sofrada, bütçede, vakitte evdekilere bir kardeş. Şanlı bir mücadele, şanlı bir mücahede, şanlı bir mükâleme. Ben kültür bakanı olsam her dergiciye ‘Edebiyat mücahidi’ şeref belgesi verirdim.  

 

15 kitabınızı kapsayan 40 yıllık yazarlığınız, toplam 144 sayılık üç farklı dergiciliğiniz, onlarca şehirde düzenlediğiniz akademi ve yazarlık okullarınız ışığında size son bir soru sormak istiyorum Fahri Ağabey; yazmaktan, yazarlıktan, yazdırmaktan mutlu musunuz? Yeniden dünyaya gelmek mümkün olsa yine yazar olur muydunuz?

Hiç tereddütsüz. Hiç düşünmeden evet, yazar olmak isterim derim. Çok mutluyum. Çünkü senelerdir söylüyorum: Yazıyorsanız varsınız yoksa yoksunuz. Ve ben buna zamanla yazdırtmayı (genç yetenekleri eğitmeyi) da ekledim. Gerisi hikâye. Yaşasın edebiyat diyorum. Yaşasın güzellik. Yaşasın estetik. Ve iddia ediyorum, adım kadar eminim bundan: Dünyayı edebiyat kurtaracak. Edebiyat ve güzellik. 

Söyleşen: Hakan Sarı

Ihlamur Dergisi, Sayı: 84 (Kasım 2019)

zz14-sadik-canli-kapak-baskiya-3.11.2017.jpgzz12.yasayan-portreler-fahri-tuna-ekim-2015.jpgzz13.kirk-guzel-insan-kapak--fahri-tuna-2017.jpgzz16.kirk-sehir-portresi-kapak-fahri-tuna--5.7.2019.jpg

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.