• İstanbul 18 °C
  • Ankara 18 °C

Prof. Dr. Ali İhsan Öbek’le Divan Edebiyatı Sohbeti

Prof. Dr. Ali İhsan Öbek’le Divan Edebiyatı Sohbeti
  1. Lütfen, kendinizi bize kısaca tanıtır mısınız?

 

Dilerseniz önce –hızınıza yetişemediğim için– sizden ve pek saygı ve sevgi duyduğum Suphi Hoca’mdan özür dileyerek başlamış olalım. Öyle ya… Soruları bir-bir buçuk yıl sonra cevaplayabilmek her babayiğide nasip olmaz çünkü!

 

Ebencet Urfalıyız. Doğduğum köyde başladığım ilkokul eğitimime üçüncü sınıf itibariyle Urfa merkezinde devam ettim. O zamanki siyasi ortam dolayısıyla ilkokul son sınıfı –daha emniyetli diye– yatılı okumuş oldum. Hulâsa, üniversiteye kadarki tahsil hayatım Urfa’da geçti. Sıra üniversite tercihine gelince –o zamanki düşünceme göre– uzak diyarlara göz diktim: İstanbul, Edirne vs. Üniversite eğitimi için Edirne’ye geldim. Geliş o geliş.

 

Lise fen şubesi mezunu olmama rağmen favori tercihim hukuktu. Birinci sınıfı okurken bir taraftan hukuka hazırlanmayı planlıyordum. Ama –saygı ve rahmetle andığım– hocalarımdan, üniversitede akademik yükselmenin mümkün olduğunu, yani –Urfa şivesiyle– perefesor dahi olabileceğimi öğrendim! Bunun üzerine rotamı çizdim, hedefimi belirledim.

Lisenin son iki senesini hâriç tutarsak pek sıradan geçen öğrencilik hayatım üniversitede ideal öğrenciliğe doğru evrildi; böylelikle ergen tembelliğimi erkence telâfi etmiş oldum diyebilirim. Mezun olduktan hemen sonra yüksek lisansa kabul olundum ve araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. Lisans, yüksek lisans, doktora ve sonrasını hep Edirne’ye, Trakya Üniversitesine borçluyum. [Bu anlamda Edirneli de sayılırım]. Akademik tecrübe açısından bunun iyi tarafları olduğu gibi kötü yanları da vardır tabii.

 

Lisans tezim, Nef’î’nin Türkçe divanı idi. Şiir dilini, aruz tekniğini kavramamda ve kelime dağarcığımın zenginleşmesinde ciddi katkısı oldu. Yüksek lisans tezimi sosyal ve dinî içerikli rubailer üzerine hazırladım. Doktorada sözlük çalıştım, tabii divan edebiyatı merkezli. Hüseyin Kâzım Kadri’nin [Büyük] Türk Lügati adlı geniş kapsamlı ve bol tanıklı sözlüğü akademik hayatımda çok özel bir yere sahiptir. Bazı hocalarımızın, doktorada sözlük çalışmanın eski Türk edebiyatı geleneğine/teamülüne aykırı olduğu yönündeki görüşlerini rahmetli Necmettin Hacıeminoğlu hocamıza ilettiğimde büyük bir övgü ile andığı ilgili sözlüğü çalışmamın pek isabetli olacağını söylemişti. Doçentlik ve profesörlük çalışmalarında ise yönümü Irak’a ve bilhassa Kerkük’e çevirdim. Yabancı dil olarak da alanıma hizmet edecek kadar Farsça ve Arapça bilirim.

 

  1. Eski Türk edebiyatını kendinize bir akademik çalışma alanı olarak seçmenizde neler etkili olmuştur?

 

Doğrusu, lisans eğitimini baz alırsak asıl belirleyici unsur –o zamanki– dünya görüşüm olmuştur: En geniş anlamıyla, öz değerlerimizi ve benliğimizi en iyi yansıtan alanın eski Türk edebiyatı olduğuna olan inancımdı yani. Ancak zamanla daha akademik ve estetik bakmayı öğrenmeye başladım ve bu süreç devam etmektedir.

 

 

 

  1. Eski Türk edebiyatının mahiyeti ve türleri, edebiyat içindeki yeri hakkında bize kısaca bilgi verir misiniz? Nesir türünün şiire göre durumunu da lütfen açıklar mısınız.

 

Hocam bu sorunun cevabı mebhas-i zülf-i semenbû gibi uzar gider amma velâkin özetin özetini geçmiş olalım: Her şeyden önce bu edebiyat bir müşterek Doğu edebiyatıdır. Hem özgün hem ahenkli kültürlerden beslenmiş ve görece müşterek bir karaktere kavuşmuştur. Çok güçlü sanatkârların ellerinde asırlarca titizlikle işlenmiş ve şekillenmiştir.

Bu edebiyat asıl olarak şiire dayanır. Şiir de en nihayet –Aḥsenü’l-ḥadīᶊ (sözün en güzeli) olması dolayısıyla– Kur’an’ı ve hattâ Kur’an’ın özü olan Fatiha’yı örnek alır:

 

‘Uḳde-i serrişte-i rāz-ı nihānīdir sözüm

Silk-i tesbīḥ-i dür-i seb‘u’l-meᶊānīdir sözüm [Nef‘î]

 

Bu anlamda eski şairleri sadece şair olarak nitelemek yanlış ve dahi haksızlık olur. Şair sıfat ve meşgalesi (?) dışında birçoğunun müderris, kadı, şeyhülislâm, şehzade ve nihayet padişah… gibi görev ve sorumlulukları olduğunu unutmamak gerekir. Ve bu gelenek maalesef ki modern devlet geleneğimizde pek az temsil edilmektedir.

Bu edebiyatın türleri belli, belirli ve mahduttur. Bunlarda bile bir hiyerarşi, bir disiplin vardır. Ancak hiçbir şairin bu türlerin hepsinde eser verme zorunluluğu da yoktur.

Sorunuzun ikinci ayağı olan nesir meselesine gelince… Bu alanda da çeşitli vadilerde birçok telif, tercüme ve uyarlama eser olmakla birlikte eski Türk edebiyatı özü itibariyle şiire ve şiir diline dayanır. Öte yandan, unutmayalım ki nesir kategorisindeki birçok eser de kendi revişince şiirdir.

 

  1. Sizce, tarihimizde ve daha geniş bir açıdan Türk-İslam kültürü içinde eski edebiyatın yeri nedir?

 

Sizin sözlerinizle cevaplayacak olursam eski edebiyat, Türk-İslâm kültürünün en güçlü temsilcisidir. Saygıyla andığım Birol Emil Hoca’mızın tespitiyle de “Dünyanın münasip bir bölgesinde dünya edebiyatları müzesi kurulması hâlinde bizi temsilen teşhir edilecek olan edebiyat, klasik edebiyattır”. Tabii bu, klasik edebiyat dışındaki edebî mekteplerimizin az önemli ve hele hele değersizliğine aslâ yorulmamalıdır. Ayrıca –kısmen haklı sayılabilecek bazı eleştirileri bir tarafa bırakırsak– Türkçenin gelişip serpilmesi ve bugüne gelmesinde bile eski Türk edebiyatı büyük bir misyon üstlenmiştir.

 

  1. Türkiye’de dünden bugüne eski Türk edebiyatına bakış nasıldır?

İtiraf etmek gerekir ki eski edebiyatımıza bakışta –özellikle belli bir dönemde– ifrat ve tefrit arasında gelgitler olmuştur. Dün, aynı sayın müdekkikin/üstadın pek kısa zaman aralıklarında ak dediğine kara, kara dediğine ak demiş olması, esasen ve zaten sorunlu bir bakıştır; bu nedenle de üzerinde durulması gereken bir ehemmiyeti yoktur.

Osmanlı’nın siyasi inkırazıyla ve modern bir devlete geçmemizle pek münasebettar olan dünkü indî olumsuz bakışın, günümüzde daha makul bir temele oturduğu kanısındayım ve bunu memnuniyetle karşılayanlardanım. Bilhassa İskender Pala hocamızın âdeta özel bir misyonla bu edebiyatı geniş kesimlere ve hususiyle gençlere taşıma ve sevdirmedeki cehd ü gayretini takdir ve saygıyla karşılamışımdır. Bizim kuşak üzerinde de ciddi emek ve hakkı vardır, bunu teslim etmek boynumuzun borcudur.

 

  1. Divan edebiyatına bakıştaki olumsuzlukta dil devriminin rolü var mıdır?

 

Vardır elbette; fakat şimdi yoktur. Dileyen herkes bu alanın uzman ve yetkin hocalarınca –ve hattâ meraklılarınca– kültür hazinemize kazandırılmış çalışmalardan istifade ederek bakışını güncelleme imkânına sahiptir.

 

  1. Sizce divan edebiyatını geniş kitlelere yayma önünde bu edebiyatın “eskimiş” dili bir engel midir?

Engel değildir dersem gerçekçi olmaz ve fakat yegâne engel veya en büyük engel bu değildir. Bugün itibariyle aslında bu engelin pek bir etkisi de kalmamıştır diyebiliriz. Şu anlamda,doğal olarak insan, anladığını sever. Ancak bu edebiyatta, olağanüstü çabayla ancak anlaşılabilecek numuneler olduğu gibi, azıcık çaba ve nihayet sıfır çaba ile anlaşılacak, sevilecek söyleyişler de çoktur.

Sorunuz çerçevesinde şunu da önemle belirtmeliyim ki eski edebiyatımızın üslûp manasında bir dili yoktur, dilleri vardır. Eleştirenler bu dillerden en yerel olmayanı –bile isteye– seçip tümünü karalamayı ve sevimsizleştirmeyi hedeflemişlerdir. Söz gelimi… Şu beyti anlamak için –hâlâ kızlara ve hattâ dizilere bile isim olarak konan– vuslat kelimesiyle –günümüz için kullanımdan düşmüş– ‘ay’ anlamındaki mâh kelimesinin anlamını bilmek yeterlidir. Klasik şiirdeki aşk anlayışını da merak edip üstünkörü öğrenen birinin bu beyte âşık olmaması ise çok zayıf bir ihtimaldir:

 

            Bundan artıḳ daḫi vuṣlat nic’olur ‘ālemde

Bir gök altındayız ol māh ile dā’im ikimiz [Hayretî]

           

Bir iki örnek daha verelim:

 

Ey pāybend-i dāmgeh-i ḳayd-ı nām ü neng

Tā key hevā-yi meşġale-i dehr-i bīdireng

 

diyen şairle;

 

Hep seniŋçündür benim dünyā cefāsın çekdigim

Yoḳsa ‘ömrüm varı sensiz neylerim dünyāyı ben

 

diyen şair, ayrı kimlikler değil, aynı şairdir: Baki.

Birinci beytin Türkçe mi Farsça mı olduğu tartışılabilir ve bu tartışma görece haklıdır; ama ikinci beytin Türkçe olmadığını ve hattâ anlaşılamadığını, sevilmediğini günümüzde –Türkçe bilen– kim iddia edebilir?!

İlkini anlamak için uzmanlık gerekirken ikincisine bayılmak için sadece Türkçe bilmek kâfidir ve bu tür söyleyişler cımbızla seçilecek kıtlıkta da değildir.

Hasılı sadece Fuzulî’nin ünlü;

 

‘Aşḳ imiş her ne vaar ‘ālemde

 

söyleyişinde mücmel özetini bulan aşk şiirleri bile eski edebiyatı tanımaya, tanıdıkça sevmeye yeterlidir.

             

  1. Bugün için Türkiye’de divan edebiyatı tarzında şiir yazanlar var mıdır? 

 

Pek tabii. Zevk ve tercih meselesi. Gerek alan içinden gerekse dışından. Bu vadide şiir kitabı olanlar bile var. Ama bildiğim kadarıyla azdır. Övünmek gibi olacak biraz ama, en iyi bildiğim ise Hüzulî mahlâsıyla eslâf izinde şiir yazan bendenizdir. Yazdığı şiirleri nevi şahsına münhasır bir divanda toplamak çabasındadır. Müteakip sorularınızı cevaplarken Hüzulî’den bir iki örnek arz ederiz.

 

  1. Divan edebiyatı gerçekten halktan kopuk bir saray edebiyatı mıdır, yoksa halkın da geçmişte belli bir ölçüde ilgilendiği bir edebiyat mıdır?

 

Sözünü ettiğiniz bu iddia, zamanında –bazı gerekçelerle/mülâhazalarla– dile getirildi. Üzerinde durulacak, ciddiye alınacak, ehemmiyet atfedilecek bir tarafı yoktur. Şöyle düşünelim: Bazı tezkirecilerimizin dediği gibi –özellikle Rumeli– topraklarında doğan [erkek] çocuğa mahlâs verilmeden ad verilmezdi. İmdi, sadece mübalâğadan ibaret olmayan bu tespit bile sözünü ettiğiniz görüşü çürütmeye yeterlidir. Zira bu tespit, sıradan bir kanaat olmayıp gerçeği yansıtmakta ve günümüz insanının da üzerinde düşünmesi, içini doldurması gereken bir kanaattir.

Röportaj sınırlarını zorlamamak için teferruatına girmeyeceğim ve fakat bugün, divan şairlerinin mesleki konumlarından sosyal statülerine kadarki istatistikler –büyük oranda– Türk okuyucuya sunulmuş durumdadır. İmparatorluk döneminde hemen hemen herkes şiirle meşgul ya da en azından şiir zevkine aşina idi. Sıradan bir insandan padişahına kadar ve mevlidinden mersiyesine kadar o toplumun şiir sever ve şair bir millet olduğunu bu afaki iddiayı dillendirenler de bilmiyor değildi. Ama öyle söylemeleri gerekiyordu, öyle söylediler.

Hamaset olsun diye söylüyor değilim ama Osmanlı Türklerinin Viyana kapılarına pilâv yiyerek ve Mesnevi okuyarak gittiğini bilmek zorundayız; bunu bilmemek, göz ardı etmek ve tabiri mazur görün sulandırmak gibi bir lüksümüz yok.

 

  1. Anadolu’da ve Osmanlı coğrafyasında mesela, Urfa, Kerkük vb. divan edebiyatının daha fazla ilgi gördüğü bölgeler var mıdır?

 

Bu konuda da çeşitli istatistikler ve etütler var. En çok şair yetiştiren, bu konuda öne çıkan bölgeler bellidir. Bu anlamda Rumeli ilk akla gelen bölgedir fakat imparatorluk coğrafyası, her bölgesiyle bu edebiyata omuz vermiş, katkı sunmuştur. Ama hepsi, asıl ve son payitahtın, İstanbul’un rengiyle renklenmiştir.

Belirttiğiniz Urfa, Kerkük, Diyarbakır… bölgesinin de hakkını teslim etmek gerekir.

Rahmetli Terzibaşı’nın Erbil ve Kerkük şairleri üzerine yazdığı külliyatı, müellifinin de belirttiği gibi bu mirasın ancak bir kişi tarafından derlenebilmiş kısmıdır. Bu bölgeye has çok çok önemli bir ayrıntı da klasik şiirin müzik ile taşınması ve yaşatılmasıdır ki günümüzde bile sıra geceleri, asbap geceleri… geleneği devam etmektedir.

 

  1. Fuzuli, Nesimi, Bağdatlı Ruhi gibi şairlerin Irak Türkmen edebiyatı üzerinde etkisi olmuş mudur?

 

Bu muhteşem üçlünün sadece Irak Türkmen edebiyatı üzerinde değil, bütün bir Türk edebiyatı üzerinde ciddi etkisi var; bu tartışılmaz bile. Akademik anlamda Alişir Nevayi’den hemen sonraki müstesna yere konumlanması ağır basıyor olsa da Fuzulî, Türk okuyucusunda klasik edebiyatın özüdür. Çok kuvvetle muhtemeldir ki en çok sevilen şair de –adı âdeta aşk ile özdeşleşen– Fuzulî’dir. Anlaşılması ve şerh edilmesi hayli çetin olmakla birlikte dinî-tasavvufi derinliğiyle Nesimî’nin; Ziya Paşa gibi üstat ve manzum darbımesel şairlerini bile etkileyen sosyal hiciv üstadı Ruhî’nin Türk edebiyatına tesir ve nüfuzu itiraz kabul etmez mahiyettedir.

 

  1. Irak Türkmenlerinin eski edebiyatla ilgisini (şairleri, eserleri, edebiyat ortamları) anlatabilir misiniz?

 

Daha önce Kerkük şairleri üzerine sunduğum bir bildiride de ifade ettiğim gibi;

 

  1. 20. YY’da yetişen Irak Türkmen şairleri içinde hangilerinin eserlerini edebî açıdan daha önde bulursunuz?

Eskileri –birini diğeriyle– tartıp değerlendirmek meşrebime uygun olmamakla birlikte alanım gereği de klasik şairler ilgimi daha çok çeker. Biz buna daha çok sevmek diyelim. Bu anlamda Nevres, Hâlis, Faiz, Sâfi, Şeyh Rıza, Rasih, Hicrî Dede’yi… daha çok severim. Bu şairlerden bazıları üzerine bir vesileyle bazı çalışmalarım da olmuştu; büyük bir zevk almıştım. Osman Mazlum’u ise anmasam kendimi affedemem. Araştırma görevliliğimde Osman Mazlum’un elde edebildiğim eserlerini okumuş ve nihayet Gönlümün Defterinden merkezli bir yazı da keleme almıştım.

[Yeni] Rasih’in hemen hemen öz Türkçe ile yazdığı –yer yer muzip– çok güzel şiirleri var; birkaç beyitle paylaşayım izninizle:

Bir zamān aġlar idim ḥālime ben şimdi ise

O geçen aġladıġım günler içün ağlıyorum

*

Hangi yerlerden hevā-yı ‘aşḳ eser eŋ çoḳ dėseŋ

Baḫtı bed Kerkük bir İstanbūl iki Baġdād üç

*

‘Āşıḳı üç şey yaşatmaz çarçabuḳ nābūd ėder

Ayrılıḳ bir vuṣlat ik[k]i ḍarbe-i cellād üç

*

Siz ey iṭfā’iye beyhūde telāş ėtmeyiŋiz

Ne zamān olsa bu şehri bu güzeller yaḳacaḳ

 

  1. Ata Terzibaşı ile ilgili akademik çalışmalar yaptınız, yaptırdınız. Bu çalışmalarınız sonucunda Terzibaşı’nın edebiyat araştırmacılığı hakkında neler söyleyebilirsiniz?

 

Haddim değil ama gözlem ve intibalarımı paylaşmak anlamında şunları söyleyebilirim: Mücmel bir tabirle, nevi şahsına münhasır, yani türü kendine özgü bir araştırmacıdır. Bu işi âdeta ibadet aşkıyla yaptığı her cümlesinden okunuyor. Çok titiz ve çok yönlü bir kültür tarihçisidir. Geniş bir yelpazesi vardır. Bu yönüne dair sevgili dostum Yüksel Topaloğlu’nun da etraflı bir tahlili vardı.

 

Rahmetli Terzibaşı’nın Erbil ve hususiyle Kerkük şairleri üzerine yazdığı eserleri hazırlama isteğim hep vardı. Sevgili dostum ve ağabeyim Kerküklü Dr. Mustafa Ahmet Muhittin’le konuşmalarımızda birkaç kere bahsi geçmişti. Kerkük Şairleri’nin birinci cildini lisansüstü tez konusu vererek bu düşünceyi hayata geçirmiştim. Müteakip zamanlarda Suphi Saatçi Hoca’mızla konuştuktan sonra süreç başlamış oldu. Bildiğiniz üzere önce Erbil Şairleri’ni hazırladık; sonra da yorucu bir süreçle Kerkük Şairleri’ne geçtik. Hacmi ve mahiyeti bakımından Kerkük Şairleri bizi hayli yordu. Ancak önemlisi o külliyatın şu anda yayın hayatımızda oluşudur. Yalnız bu noktada küçük bir sitemimi de kayda geçirmeme izin vermenizi istirham ediyorum: Külliyatı çevirirken takıldığımız ve tamir etmekte zorlandığımız bazı sorunlu noktalar çıkıyordu doğal olarak. Bunları birincil/asıl kaynaktan, yani Terzibaşı kitaplığından teyit edebilirdik bir tek. Bu imkânından mahrum olduğumuzu kati surette anlayınca önem ve mahiyetine göre işbu sorunlu yerleri ya soru işareti koyarak veya aparatta dipnotları yoluyla –hazırlayanlar olarak– notlandırdık. Fakat –o zaman berhayat olan– merhum Terzibaşı işbu notlarımızın büyük bir kısmını –yeniden tanzim ettiği– metne yedirerek ve gerisini de yok sayarak sorunu kendine has bir yol ile halletmiş oldu!

 

  1. Terzibaşı’nın Fuzuli hakkında pek çok makalesi var. Bunların eski Türk edebiyatına katkısı ne ölçüdedir?

 

Şüphesiz ki ehli katında çok değerli yazılardır. Sayın Necat Kevseroğlu yayıma hazırladı yanılmıyorsam. Terzibaşı gibi kılı kırk yaran bir müdekkikin kaleme aldığı bu yazılar Fuzulî’nin doğum yeri hakkındaki yeni bilgilerden tutun, Arapça bazı şiirleri, ilk kez yayımlanan şiirleri, bazı şiirlerindeki yanlış yorumlar ve tashihleri gibi birçok bilgi barındırır.

 

  1. Sizce, Irak Türkmenlerinin eski edebiyatla ilgili verimleri hakkında bugün için eksik kalan ne gibi çalışmalar vardır?

 

Günümüz Irak Türkmenlerinin bu anlamda pek çalışkan ve velut oldukları gün gibi aşikârdır. Saygın soyadınızdan mütevellit zatıâlinizin de dâhil olduğu bu kültür ordusu, bir taraftan özgün çalışmalara imza atarken diğer taraftan çeşitli platformlarda bu kültürel mirası günümüze aktarma ve tanıtmada ciddi çaba içerisinde.

Genç akademisyenlerin bilhassa yüksek lisans ve doktora tezlerini bu bölge şair ve yazarlarından seçmesi bu anlamda çok önemlidir. Bir şekilde irtibat içinde olduğum genç akademisyenlere yüksek lisans ve doktora tez konusu vermiş biri olarak bunu hararetle tavsiye ediyorum. Irak bölgesinde yetişmiş şair ve ediplerin bütün eserleri Türkiye Türkçesine ve Türkiye’ye kazandırılana kadar bu çabanın sürmesi gerekir. Bu da zamanla olacak bir iştir.

 

  1. Tasavvuf ve divan edebiyatı ilişkisini de biraz açıklayabilir misiniz?

Pek isabetle sorduğunuz gibi ancak biraz açıklayabiliriz zaten bu can alıcı noktayı. Şöyle ki: Klasik edebiyatın da esas kurucuları olan tasavvuf erbabı, varlık hakkındaki düşüncelerini daha çok şiirle ifade etme yolunu seçtiler; geliştirdikleri sembolik dilin ağırlık merkezini aşk ile özdeşleştirdiler ve aşkın tecellisini gönül süzgecinden geçirerek yeni bir dil/üslûp ile terennüm ettiler. Hemen hemen böyle özetleyebileceğimiz bu çetin, etraflı ve hassas konuyu birkaç örnekle görerek sorunuzu cevaplamış olalım:

Nasir/yazar kimliğiyle tanıdığımız Muhyiddin-i Arabî, bir anlamda vasiyetini bırakırken şairliğine başvurmuştur, bunu şiirle yapmıştır yani. Bir eserinin başında yer verdiği bir şiirini ‘onca söylediklerinin hulâsası’ olarak takdim eden Muhyiddin-i Arabî, bütün yazdıklarımın özeti dediği şiirde özellikle şu beytini ön plana çıkarır:

 

Kullu māfī’l-kevni vehmun ev ḫayāl

Ev ‘ukūsun fī’l-merāyā ev ẓilāl

 

Bu beytiyle evrendeki her şeyin vehim, hayâl ve aynadaki yansımadan ibaret ve hakiki varlığın sadece ve sadece Allah olduğunu söylemiş olan Şeyh-i Ekber, bütün yazdıklarımın özü ve özeti budur diyor. Bu demektir ki klasik şairler; gerçek sevgili olan Allah ve –uğruna evreni yarattığı– Peygamber sevgisi/aşkı etrafında şiir yazmışlardır. Hikâyenin özeti ve can alıcı noktası işte burasıdır. Sevgilisini tüm yaratılmışların sevmesi için can atan ve bu ihtimalden dahi tarifsiz bir sevinç ve huzur duyan âşık psikolojini Allah ve Peygamber dışındaki hiçbir maşuk kaldıramaz, izah edemez:

 

Kāşkī sevdigimi sevse ḳamu ḫalḳ-ı cihān

Sözümüz cümle hemān ḳıṣṣa-i cānān olsa (T. Yahya)

 

İşte ilk müessisler ve sorumluluk üstlenenler bu istiari dili kullandılar. Mevlâna’nın ünlü bir hikâyesi özetle şöyle: Âşık/Dost, sevgilisinin/dostunun evine gelir ve kapıyı çalar. Ev sahibi “kim o?” der; kapıdaki “benim ben, ben geldim” der. Evdeki, dışarıdakini içeri buyur etmek şöyle dursun kapı dışarı eder. Çaresiz âşık bir yıl kadar hicran oduyla kavrulur; düşünür durur: “Günahım neydi Allah'ım!” Nice fikr-i dakikten sonra “belki de şu aklıma gelendir” der ve perişan bir hâlde kendini eşiğe atar. Ürkek ve ümitsiz bir şekilde kapıyı tıklatır. Aynı ses: “Kim o?”. İniltiyle cevap verir: “Sen, sen, sen… Kapıdaki de sen, gelen de sen…” İçeriye alınır: “Birlik evi olan bu dergâha iki ben sığmaz…” Mevlâna-Şems dostluğuna da örnek olan bu hikâye, asıl mazmununu bir hadisten almaktadır: “Ḳāle Cābir raḍiyallâhu ‘anh: Āteytu bābu’n-Nebiyy ṣallallâhu ‘aleyhi ve selleme fedaḳḳaḳtu’l-bābe feḳāle men ẕā feḳultu ene feḳāle ene ene ke’ennehu kerihehā. Yani “Cabir dedi ki, Peygamber’in kapısına geldim; kapıyı çaldım. Kimdir o? buyurdu. Benim dedim. Ben, ben! buyurdu; sanki onu çirkin gördüler”. Bu hadisten anlaşılıyor ki Peygamber enaniyet kokan ben tabirini –lā mevcūde ill’allâh– noktainazarından pek sevimsiz ve münasebetsiz bulur. İşte bunun için Mevlevilikte ben yerine fakir ve sen yerine nazarın tabirleri kullanılır. İşte Men bende-i Ḳur'ānem eger cān dārem (hayatta olduğum sürece Kur'an’ın kölesiyim) diyen Mevlâna’nın bu aşk hikâyesi bile görüldüğü gibi gerçek sevgiliye, âşık tarafından yapılan bir niyazdan ibarettir. Şimdi sadede ve en heyecanlı noktaya gelecek olursak bu eşsiz hikâyeyi Hüzulî, nazmen şöyle özetlemiştir:

 

Firkatle yanıktı

Tün gün uyanıktı

Vuslat düşü kurdu

Tak tak kapı vurdu

Kimdir dedi Sultan

Ben ben dedi Şaban

Var git dedi canan

Mahvoldu perişan

Hicran anı bir yıl

İnceltti heman kıl

Fikr eyledi ince

Ta aklı gelince

Âşıktı erişti

Tık tık dedi düştü

Kimdir dedi tekrar

Sen sen dedi bîmar

Gel gel dedi Sultan

Şefkat ile ey can

Mademki ben oldun

Tek ruh beden oldun

Vallahi ki şol dâr

Almaz iki ben vâr

Söyler der ü dîvar

Yok gayruhu Deyyar

Yok pencere revzen

Nerden gire rehzen

Bir tek kapı vardır

Amma katı dardır

Lîk hâne ferahtır

Sultâniyegâhtır [Hüzulî, Sultan ile Şaban]

           

Son örneğimizi de Hafız’dan seçip tercümesini yine Hüzulî bendenize yaptıralım; bu beyitte ise ince bir işçilik ve estetikle Peygamber anlatılmıştır:

 

Nigār-i men kĭ bimekteb nereft u ḫaṭ nenuvişt

Be ġamze mes’eleāmūz-i ṣad muderris şud [Hâfız]

Okur yazarlığı yokken alaylı sevgilimin

Alay alay nice üstâda ders verir bakışı [Hüzulî]

 

  1. Oryantalizmin edebiyat araştırmalarına katkısı veya zararları birer kefeye konursa neler söylersiniz?

Baştaki özrümü söyleşinin sonunda da tekrar etmiş olarak itiraf edeyim ki dağarcığımda bu konuyu tartacak müktesebatım yoktur. Ancak –imam gene de bildiğini okur düsturunca– şunu ısrarla belirtmeliyim ki klasik edebiyat –kim ne derse desin– her şeyden önce bizimdir ve inceleme ve araştırma merkezi de doğal olarak Türkiye’dir. Ancak klasik edebiyatı Arap şiiri [ve İslâmî kültür] ve bilhassa da klasik Fars şiiri ile karşılaştırmalı inceleyebilme ve yorumlayabilme donanım ve kabiliyetimiz mutlaka olmalıdır.

Bu vesileyle teşekkürlerimi arz eder; sizi ve Kardaşlık ailesini tek tek saygıyla selâmlıyorum. Allah dayı-yeğenliğimize zeval vermesin!

Bu haber toplam 3029 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim