• İstanbul 23 °C
  • Ankara 27 °C

Prof. Dr. İsmail Çetişli vefat etti!

Prof. Dr. İsmail Çetişli vefat etti!
19-21 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz "Mehmet Âkif 100 Yıl Sonra Berlin'de" sempozyumuna da katılmış bulunan Çetişli için üniversitesinde bir anma programı düzenlendi.

Pamukkale Üniversitesi öğretim üyesi 60 yaşındaki Prof.Dr. İsmail Çetişli 30 Ocak 2015 tarihinde vefat etti.

Türkiye Yazarlar Birliği olarak Berlin'de düzenlediğimiz "Mehmet Âkif 100 Yıl Sonra Berlin'de" sempozyumunda da bulunan Çetişli için 31 Ocak 2015'te üniversitesinde tören de düzenlendi. 

Kendisine Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyoruz. 

 

Prof. Dr. İsmail Çetişli'nin "Mehmet Âkif 100 Yıl Sonra Berlin'de" sempozyumunda sunduğu bildiri:

 

Mehmet Âkif’in  “Berlin Hâtıraları”ndaki Eleştiri ve Endişeleri

Prof. Dr. İsmail Çetişli

Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Böl. Öğr. Üyesi

 

Mehmet Âkif Ersoy bir dörtlüğünde; “Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?” (s.418)[1]  dese de, altmış üç yıllık ömründe (1873-1936) hem bireysel hem de toplumsal düzeyde aktif ve dağdağalı bir hayat yaşamıştır. Mahalle mektebi ile başlayıp Halkalı Baytar Mektebi ile tamamlanan öğrencilik yılları, veteriner olarak Osmanlı coğrafyasındaki seyahatleri, çeşitli mekteplerdeki hocalıkları, cami kürsülerindeki vaazları, Birinci Dünya Harbi esnasındaki seyahatleri, Millî Mücadele yıllarında şehir şehir dolaşmaları, Burdur mebusluğu, şair ve mütefekkir olarak çeşitli kalem faaliyetleri, söz konusu hayatın bireysel cephesini oluşturan ana başlıklarıdır.

Mehmet Âkif, toplumcu ve idealist bir şair olarak mensubu bulunduğu toplum ve ümmetin hayatına iştirak ettiği altmış üç yıllık ömrüyle de talihsiz bir neslin insanıdır. Zira XIX. asrın son çeyreği ile XX. asrın ilk çeyreği arası, Türk-İslâm dünyasında büyük hâdiselerin yaşandığı tam bir buhran dönemidir. Satır başlarıyla hatırlatmak gerekirse; I. ve II. Meşrutiyet’in ilânı, Sultan Abdülaziz’in hallinden sonra Sultan II. Abdülhamid’in otuz üç yıllık saltanatı, Doksanüç, Trablusgarb, Balkan, Birinci Dünya ve İstiklâl harpleri, Osmanlı Devletinin çöküşü, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, pek çok ihtilâl ve inkılâplar... Batı’nın ezici üstünlüğü ve emperyalist zihniyetinin felce uğrattığı millî bünye... Bütün bu hâdiselerin sosyal ve millî bünyemizde açtığı derin yaralar, acılar, sıkıntılar, sarsıntılar...

Unutmayalım ki Safahat, böyle bir bireysel ve toplumsal hayatın kendisine kazandırdığı duygu, bilgi, irfan, intiba, gözlem ve tecrübe birikimi zenginliğinden doğar. Bildirimizde bu hayatın, bütünüyle iç içe geçmiş bireysel ve toplumsal cephesinden bir sayfası üzerinde duracağız.

Mehmet Âkif, Birinci Dünya Harbi başlarında Teşkilat-ı Mahsusa’nın oluşturduğu bir heyete katılıp Almanya seyahatinde bulunur ve Aralık 1914-Mart 1915 tarihleri arasında yaklaşık dört ay Berlin’de kalır.[2] Heyetin amacı, İngiliz Fransız ve Rus orduları adına çeşitli cephelerde savaşırken Almanlara esir düşen Müslüman askerlerin -içinde bulundukları gerçeklerin anlatılarak- bilinçlendirilmeleridir. Bununla birlikte heyetin çağrılmasında Alman hükümetinin kendi kamuoyu kadar dış dünyaya yönelik propaganda amaçları da vardır.[3]

Belirtilen seyahat Mehmet Âkif’e, Safahat’ının beşinci kitabındaki manzumelerden biri olan Berlin Hâtıraları’nı kazandırır. Manzumenin sonuna düşülen “Berlin: 5 Mart 1331/18 Mart 1915” notu bize, manzumenin bitiriliş tarihini verir.[4]

Adı geçen manzume, şairin Berlin’den dönmesinden hemen sonra 1915 yılı Nisan ayından itibaren bölümler hâlinde Sebilürreşad dergisinde yayımlanmaya başlamış (S.334, 8 Nis.1915), yedinci bölümden sonra (S.354, 13 Tem.1916) derginin yirmi ay yayınına ara vermesi sebebiyle kesintiye uğramış; yarım kalan kısımlar daha sonra (1 Ağ.-5 Ey.1918) tamamlanmıştır. Manzumenin tam metni, henüz son bölümler dergide yer almadan 1917 yılında kitap olarak neşredilmiştir.

Berlin Hâtıraları, kitap hâlindeki neşirlerinde 702 mısradır;[5] ancak Tevfik Fikret’in eleştirildiği[6] yerde “yüz satır”lık bir kısmın çıkarıldığı belirtilir.[7] Çıkarılan bu kısım, metnin sadece Sebilürreşad’daki yayınında yer almıştır. Kitap hâlindeki baskılara alınmayan bu kısmı da dikkate aldığımızda Berlin Hâtıraları’nın toplam 800 mısralık uzun bir manzume olduğu görülür.

Bundan tam yüz yıl önce kaleme alınan Berlin Hâtıraları, içerik itibarıyla üç ana konu etrafında şekillenmiştir. Bunlar; Doğu-Batı mukayesesi, Doğu ve Batı’nın eleştirisi ve mevcut şartlardan duyulan endişelerdir.

 

Doğu-Batı Mukayesesi

Berlin Hâtıraları, arkadaşının Âkif’e; “Biraz da kahveye çıksak…” teklifi ile başlar. Bir süre dolaşıp yorulduklarında şair, arkadaşına teklifini hatırlatır. Dört yol ağzındaki kahveye ulaştıklarında ise Âkif hâlâ “- Nerde?” diye sormaya devam eder. Arkadaşı gösterince de; “- Bu, kahve… Öyle mi? Yâhu! Nedir bu? Vay canına!” (s.269) mısraında ifadesini bulan şaşkınlık ve hayretler içinde kalır. Çünkü “kahve” kelimesi, doğal olarak Âkif’in zihninde, bugüne kadar görüp tanıdığı bir mekânı çağrıştırır. Onun -“en açık” bile olsa- sözü algılama tarzı, kelimenin ifadesini üstlendiği varlık ile zihnindeki varlığı karşılaştırmaktır.

Fakîriniz en açık bir söz olsa, mecbûrum,

Kafamda bulduğum eşyâyı aktarır dururum.

Onun bir örneği geçmişse âkıbet elime.

Derim ki: “Ha! Bu demekmiş o duyduğum kelime.” (s.264)

 

Mehmet Âkif’in zihnindeki kahvenin somut örneği, Mahalle Kahvesi isimli manzumesinde (s.94-101) çok açık biçimde tasvir ettiği mekândır. Burada söz konusu manzumenin hatırlanması, şairin içine düştüğü şaşkınlık ve hayretin daha kolay anlaşılmasına hizmet edecektir. Bizdeki kahve; çamurlu kapısı, pis eşiği, bir karış kirle kaplanmış zemini, tütün ve nargile dumanıyla kararmış tavanı, leylek bacaklı kapkara mangalı, tavana asılı zembili, üstünde kirli yatak ve yağlı mendiller bulunan peykesi, yağ bağlamış bodur masası, içindeki sülük kavanozları, kerpetenler, usturalar, kan alma boynuzları, ipe dizilmiş dişleri ile bitpazarını andıran duvara gömülü camlı dolabı, duvarlarındaki Köroğlu, Şah İsmail, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin’i sembolize eden resimleri ve beyitleriyle sanki bir “ahır”dır. [8]  Hâlbuki Berlin’de gördüğü kahve; “fezâ içinde fezâ”, “asümân-ı keriminde bin güneş manzûr” olan “harîm-i nûrânûr”; yani son derece geniş ve olağanüstü seviyede aydınlıktır.

Haklı olarak Mehmet Âkif bu noktadan itibaren, Doğu-Batı mukayesesine geçer. Karşılaştırmada Doğu’yu İstanbul ve Müslümanlarla, Batı’yı ise Berlin ve Almanlarla sınırlar; büyük ölçüde de kahve, otel, sokak ve tren gibi somut mekânlar üzerinde yoğunlaşır. Bununla birlikte, zaman zaman bu mekânlarda cereyan eden hayat tezahürlerine de yer verir. Zaten mekânlar, içinde/üzerinde yaşayan insan/toplumun eseri; dolayısıyla o insan/toplumu yansıtan ayna durumundadır. Bir başka ifadeyle mekân ve bu mekândaki hayatın arkasında çok açık bir kültür ve medeniyet vardır.

Meselâ kütükte mahlası “han” olan ve ahir ömründe “irtidâd” etmiş yetmiş yaşında bir “bunak”a benzetilen cumbası güneşi “bîzâr” eden İstanbul’daki otelin yorganı nemli, yatak takımları “şâyân-ı merhamet”, patiskadan yastığı kadife hâlini almış, çarşafı bit ve pire pisliğinden “benekli basmaya” dönmüş, sürahisi “kırık”, içindeki su ise “yosunlu bir mâyi”dir. Şairin “ne Müslüman, ne Frenk” nitelemesi, bizdeki otelin kimliksizliğini vurgular.

Düzenleniş tarzı “zamane şiiri”ne benzeyen dilde besmele, elde “sûre-i Nûr” olmadan girilemeyen sokağa gelince; genişliği altı karış, helezonlu yapısı sebebiyle uzunluğunun tahmini mümkün olmayan, başlangıç ve nihayeti “zâlâm” içinde, tekin olmayan, zemini çukurlarla dolu, sağı “Ağrısı tutmuş, çıkık karınlı duvar”, solu “lâstiğe sahip çıkan sakızlı çamur” ve bataklıktır. Adım başı derin bir gölün dalgalandığı bu sokakta yüzme bilmeden gezmek mümkün değildir.[9]

Hâlbuki Berlin’deki otel; saray kadar mamur, “gıcır gıcır” temiz, beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak, sokakta kar yağarken -varlığı hissedilmeyen kaloriferiyle- içerisi sanki bahar mevsimi, dışarısı karanlık geceyken içerisi gün ortası gibi aydınlık, hem sıcak hem soğuk gürül gürül akan çeşmeler temiz ve ortalık bit ve pireden âzâdedir. Öte yandan Berlin sokakları da; yaya olarak geçilmesi mümkün olmayacak kadar geniş ve uzun, zemini yaz ve kış çamurdan uzak, parlak ve cilalıdır.

Meğer oteller olurmuş saray kadar ma’mûr.

Adam girer de yaşarmış içinde, mest-i huzur.

Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak…

Nasîp olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!

Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahâr,

Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf-ı nehâr!   (s.267)

 

Doğu ve Batı’ya ait kahve, otel, sokak ve tren karşılaştırmasından çıkan sonuç, tam bir tezat veya tam bir uçurumdur.

Berlin Hâtıraları’nın ilk bölümünü oluşturan Doğu-Batı karşılaştırması, aslında manzumenin bütününe hâkim olan temel yaklaşım tarzıdır. Zira metnin ilerleyen bölümlerinde Alman kadınının oğlunu kaybetmiş olmasının hüznü ve Almanlar anlatılırken de Doğu-Batı mukayesesine devam edilir. Yukarıda vurgulanan mekândaki tezat, iki toplum veya medeniyetin sosyal, ekonomik, kültürel, ahlâkî ve dinî hayatlarında da geçerliliğini korur.

Safahat şairinin tespitiyle Şark toplumların sosyal hayatlarında tembellik, ümitsizlik, kavmiyetçilik, hainlik ve tefrika hâkimdir. Bir başka önemli problem ise, asırlar içinde kendini hiç yenileyemeyen kabuk bağlamış “an’ane” taassubudur. Daha beşikte iken beyinlere şırınga edilen bu taassup, zaten bütünüyle tüketime dönük eğitim ve öğretimden beklenen olumlu neticenin elde edilmesine izin vermez. Dolayısıyla müspet ilimlerden ciddi bir istifade söz konusu değildir.

Âkif’in Doğu eleştirisinde en çok üzerinde durduğu konu, dünü ve bugünüyle edebiyatımızın toplumsal bir gaye ve faydadan uzak; daha da kötüsü toplumsal ahlâkı bozucu ve milletin değerlerini tahrip edici oluşudur. Meselâ; Divan edebiyatı şairlerinin “en temiz gazeli” bile şarap kokar. Beş-altı asır müddetince “meyhane” ve “sâkî” ekseninden bir türlü kurtulamayan bu edebiyat, Osmanlılarda gevşemedik sinir bırakmamış, milletin ruhunu efsunlayıp uyuşturmuştur. Tanzimat sonrasında bu edebiyat biterken bu defa yenilerden “üç beş hayâ züğürdü edib”,[10] kendisine yöneltilen tükürüğü aldırmadan milletin ahlâk, namus ve dinine saldırır.

Böyle bir ortamda okur-yazar belâsından ümidini kesen ümmet, geçmişi azap geceleri, istikbâli dalga dalga serap olan kanlı bir kâbusla yüz yüze kalmıştır. Sonunda rüyadan uyanır, ama elde ne yâr ne de diyâr kalmıştır. Rumeli elden gitmiş, Balkanlar domuz çobanlarına kalmış, iman ayaklar altında paramparça olmuş, namuslar çiğnenmiş; saçaklarına büsbütün alevler sarmış olan vatan temelinden çatırdamaktadır. Bütün bu olumsuzluklar karşısında cemiyeti uyandırıp ayağa kaldıracak herhangi bir beyin de mevcut değildir.

 

“Okur yazar” denilen eski baş belâsından,

Olunca ümmet-i merhûme büsbütün me’yûs;

Muhît-i fikrine çullandı kanlı bir kâbûs.

Çekilse: Arkada mâzi denen leyâl-i azâp;

Atılsa: Önde bir âtî ki dalga dalga serâp!

Ne gökte yıldıza benzer ufak bir aydınlık;

Ne yerde göz kadar olsun ışıldayan bir ışık.

Adem bulutları döktükçe gölge tûfânı,

Kefenli gezmede mevtin hayâl-i üryânı! (s.280)

 

Hâlbuki cihana karşı verdikleri savaşta galip gelmenin gururu ile yükselen alınları, yarınlara olan itimatları, azimleri, “mücahedeyle tevekkül”ün sentezinden oluşan karakterleri ile Almanlar, savaştan uzak oldukları son elli yıl içinde el ele vererek birlik olmuş, gece gündüz çalışmış, aydınlar yazarken halk okumuştur. Bunun doğal sonucu olarak da nüfusları iki kat artarken ilimleri on kat artmış, fen ve sanat ilerlemiştir. Ayrıca Almanlar “Bekâ-yı din ile kâim olur hayat-ı cemiyyât” düşüncesiyle dine değer vermiş, mektep ile mabedi birleştirmiş, din-sanat, sanayi-bediiyât birlikteliğini gerçekleştirmiş ve beyin-kalp diyalogunu kurmuşlardır. Onların bugün -Berlin örneğinde olduğu gibi- ülkelerinde gerçekleştirdikleri madde ve manada plânındaki “şahika” ve “ihtişam”ın sırrı budur.

Nasılsa mektebiniz tıpkı öyle ma’bediniz.

Ne çan sedâsı boğar san’atin terânesini,

Ne susturur medeniyet bu âhiret sesini.

Muhîtiniz ne acâib muhit-i velveledâr:

Ki her gürültüsü bir başka intibâha medâr!

Sanâyi’in ne var âfâkı tutsa demdemesi?

Bedâyi’in de münevvim değil ki zemzemesi.

Ne mûsıkînize girmiş uyuşturur nağâmât

Ne şi’rinizden olur târumâr fikr-i hayât. (s.278)

 

Mehmet Âkif’in Doğu-Batı karşılaştırmasından çıkan sonucu şöyle bir tablo ile özetlemek mümkündür. Açıktır ki bu tabloda somut biçimde ortaya serilen doğrudan doğruya Doğu kültür ve medeniyetinin çözülme ve çürümesidir. 

 

DOĞU (Müslümanlar-İstanbul)

BATI (Almanlar-Berlin)

Tembellik

Çalışkanlık

Pislik

Temizlik

Ümitsizlik

Ümitlilik

Cahillik

İlim ve Fen

Tefrika, Kavmiyet Fikri

Millî Birlik, Gaye Birliği

Hainlik

Milletseverlik

Ananeperestlik

Yenilik

Güvensizlik

Kendine Güven

Dinin Özünü Kaybetme

Dindarlık

Ahlâksız Edebiyat

Faydalı Edebiyat

Aydın-Halk Kopukluğu

Aydın-Halk Birlikteliği

Bürokrasinin Halka Zulmü

Bürokrasinin Halka Hizmeti

Beyin-Kalp kopukluğu

Beyin-Kalp Diyaloğu

Gerilik

Medenilik, Tekâmül, Terakki

Ekonomik Esaret

Kalkınmışlık

Fakirlik ve Yoksulluk                                                                                                                                                                                                             

Zenginlik ve Refah

Esaret

Hürriyet

Karanlık

Aydınlık

 

Bu noktada Mehmet Âkif’in Berlin örneğinde ilk defa yakından gördüğü Batı karşısındaki zihin ve ruh hâli üzerinde durmak faydalı olacaktır. Çünkü Doğu-Batı karşılaştırması, böyle bir zihin ve ruhun eseridir. Yukarıdaki mısra kadar, aşağıdaki bazı mısralar da gösterir ki, Âkif’in Berlin’de gördüğü teknik, teknolojik ve ekonomik gelişme; bu gelişmelerin tabiî sonucu durumundaki sosyal refah ve bütün bunları kucaklayan Batı medeniyeti karşısındaki durumu, tam anlamıyla “hayret” ve “şaşkınlık”tır. Söz konusu ruh hâlinin son merhalesi ise “hayranlık” olur.

 

“Biraz da kahveye çıksak…” demişti arkadaşım.

O doğru söylemiş amma ben eğri anlamışım:

Mahalle kahvesi nereden de geçti zihnimden?

Bakılsa geçmemeliymiş... Bilir miyim onu ben?

Mahalle kahvesi... Berlin... Münâsebet mi dedin!

Fakat ricâ ederim, dinleyin, inâyet edin; (s.264)

 

- Bu, kahve… Öyle mi? Yâhu! Nedir bu? Vay canına! (s.269)

 

Bu, kahve... Öyle mi? Lâkin hakîkaten hayret!

Fezâ içinde fezâ. Bir harîm-i nûrânûr,

Ki âsümân-ı kerîminde bin güneş manzûr!

Ne selsebîl-i ziyâ karşımızda cûşa gelen,

Ziyâ değil, seherin rûhudur taşıp dökülen.

Leyâle karşı o tûfân-ı fecri görmelisin:

Hudâ bilir şaşırırsın, donar kalır hissin!

Neder böbürleneyim, ben de öyle oldumdu;

Ziyânın ölçüsü aklımda, çünkü, bir mumdu.

...................................

Gözüm kamaştı bidâyette, döndü durdu başım;

Rezîl olurdum eğer olmasaydı arkadaşım.

Ne bastığım yeri gördüm, ne gittiğim tarafı;

Nasıl yıkılmayabildim, işte en tuhafı!

Tuhaf değil, düşüyorken yetişti iskemle;

Genişçe bir nefes aldım çekip ilişmemle; (s.270)

 

Otel meğer o değilmiş, şimendüfer de kezâ...

Sokak mı benzeyen az çok? Aman canım hâşâ! (s.266-267)

Alıntılarda da somut olarak görüleceği gibi, kahveye girdiğinde Mehmet Âkif’in “gözü kamaş”mış, “başı dönmüş”, “hissi donmuş”; ne “bastığı yeri” ne de “gittiği tarafı” görebilmiş; “hayret”ler içinde kalmıştır. Onu bu derecede hayrete düşüren zihnindeki kahve ile gördüğü kahve arasında hiçbir “münasebet”in olmaması; tam tersine ikisi arasında nispet kabul etmez bir uçurumun bulunmasıdır.

Kısacası Âkif’in Berlin’deki ruh hâli, kendisinden yaklaşık kırk yıl önce; “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâmı bütün virâneler gördüm” diyen Ziya Paşa’yla paraleldir. Evliya Çelebi’den itibaren Batı medeniyeti ile yüz yüze kalan hemen hemen her aydınımızda görülen bu ruh hâli, iki yüz yıldır süregelen Müslüman toplumların “çağdaşlaşma” serüvenindeki en trajik sonuçtur.

 

Dışa (Batı) Yönelik Eleştiriler

Berlin Hâtıraları’nın özünü oluşturan Doğu-Batı mukayesesi, Safahat’ın tamamında olduğu gibi, büyük ölçüde müşahede edilen veya bilinen olumsuzluklara yönelik eleştirileri beraberinde getirir. Söz konusu eleştiriler; dışa (Batı) ve içe (İslâm dünyası) yönelik olmak üzere iki cephelidir. Bu bağlamda Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında kaleme alınan Berlin Hâtıraları, Batı’ya yönelik önemli eleştiriler içerir. Bu hususta Âkif Batı’yı, zaman zaman genel çerçevede eleştirilirken daha çok Fransız, İngiliz ve Ruslar üzerinde yoğunlaşır.

 

Meselâ Fransızlar; başta Tunus, Cezayir olmak üzere Afrika’daki sömürgelerinden yüz binlerce insanı zorla ve ailelerini rehin olarak cephenin ön saflarına sürerler. Kendilerinden düşmanının canı için ölmesi istenen bu askerlerden beklenen, Fransız askerlerine siperlik görevi yapmalarıdır. Sonuçta 150.000 kadın dul, bir o kadar çocuk yetim kalmıştır.

 

Hindistan’ı işgal eden İngilizler ise; milletin hukukunu alçak bir istibdadla hâkim olmuş, ülkenin hazinelerini üç-beş haydut lordun ihtiraslarının teskinine harcamış, halkı yokluk ve kıtlığa mahkûm etmiş, halk kan tükürürken o sürekli semirmiş, hiçbir şeyi kalmayınca da damarlarındaki kana göz dikmiş ve “efendisinin düşmanıyla çarpışmak” üzere cepheye sürmüştür. Bu caniler için Hindli ölse de, öldürse de İngiliz’e hizmet etmiş olur.

 

Köy basmak ve şehir yakmakla meşhur olan “hânümân yıkıcı” Ruslarsa, katil orduları ve yataklık yapan hükümetleriyle alçaklık ve zalimlikte Neron’u bile geride bırakmışlardır. Sulha hasret olan bölge halkını sürgünlere tabi tutmuş; en sonunda harbe sürmüş, milyonlarca dul ve yetimin hanesini yıkmıştır.

 

Bu somut örneklerin dışında ve genel manada Avrupa veya Avrupalının karakteri; “zor görünce yılışmak, zebûnu ezmek”tir. Bir başka açıdan bakıldığında ise Avrupalının “ruhu sağır, kalbi his için kapalı”, duyguya “müebbeden” düşmandır. Batı, yüzyıllardır Doğu’ya ve özellikle İslâm dünyasına “Asyalıdır, ırkı başkadır” yaklaşımıyla hep ötekileştirmiş; “Hüdâyı bir tanımak töhmetiyle” suçlamış, zulümlere hissiz kalmış, Müslümanların katline ses çıkarmamış; tam tersine İslâm birliğini tarumar eden eli büyük ve mukaddes tanımış; canileri ve alçakları alkışlamıştır.[11]

 

Hudâyı bir tanımak töhmetiyle suçlu olan,

Şu hânümânı yıkık üç yüz elli milyon can,

Nedense, mevte olurken biner biner mahkûm,

Çıkıp da etmedi bir ses bu hükme karşı hücûm!

Nedense duymadı Garb’ın o hisli vicdânı,

Hurûşu sîne-i a’sârı inleten bu kanı!

Nedense, arza kadar yükselen enîn-i beşer

Sizin semâlarda akseyledikçe oldu heder!

Nedense, vahdet-i İslâm’ı târumâr edeli,

Büyük tanındı, mukaddes bilindi zulmün eli!

Zemîn-i Şark’ı mezâlim kasıp kavururdukça;

O kıpmızıl yüzü hâkin fezâya vurdukça;

Gurûb seyreden âvâre bir temâşâ-ger

Kadar da olmadı dünyâ nasîbedâr-ı keder!

Keder de söz mü ya? Alkışlıyordu cellâdı,

Utanmadan koca yirminci asrın evlâdı,

Evet, şenâ’ate el çırpıyordular hepsi... (s.274-275)

 

Mehmet Âkif, savaşta müttefikimiz olan Almanları, bu eleştirilerinin dışında tutar. Hatta şair mısralarında, iki dünya arasındaki yanlış ve önyargılı yaklaşımların ortadan kaldırılıp -hiç olmazsa Almanlarla- Doğu-Batı diyalogu kurulması arzusunu dile getirir. Oğlunu genç yaşta kaybetmiş bir Alman kadınıyla aynı kaderi ve kederi yaşamış milyonlarca Doğulu kadının müşterek “annelik” duyguları ve gözyaşları üzerinden kurulmak istenen bu diyalog, bir anlamda tarihî Doğu-Batı çatışmasını sona erdirebilecektir.

 

Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın?

O halde fikr ile vicdâna sâhip insansın.

O halde “Asyalıdır, ırkı başkadır...” diyerek,

Benât-ı cinsin olan ümmehâtı incitecek

Yabancı tavır yakışmaz senin fazîletine...

Gel iştirâk ediver şunların felâketine... (s.274)

 

Evet, şenâetle el çırpıyordu hepsi...

Senin elinde yok ancak bu alkışın levsi.

O nâsiyen -ki pürüz bilmeyen bir âyîne

Berâ’atiyle, bütün kavminin berâ’atine,

Şehâdet etmededir- Şark’a doğru dönmeli ki;

Sizin de Garb’ınızın hâtırât-ı nâ-pâki,

Biraz silinsin onun hiç değilse yâdından.

Hanım, muhîtinizin alçak i’tiyâdından,

Benât-ı cinsini bilsen neler neler çekti! (s.275)

Lekesiz alnı, Batı’nın Doğu’da işlediği zulümleri alkışlamayan elleriyle fazilet ve vicdan sahibi Alman kadınının, yalan yanlış bilgilerle tanıdığı, ırkı ve dini farklı olduğu için hep ötekileştirdiği hemcinsi Doğulu kadının felâketine ortak olması, onların “fecri” olacak; hiç de temiz olmayan hâtıralar az da olsa zihinlerden silinecektir. Bu sebeple Âkif, Alman kadınına hemcinslerine karşı yabancı durmaması, samimi dostluk elini (dest-i musâfât) “Şark’a doğru” uzatmasını ister.

 

O halde anlaşarak paylaşın melâlinizi.

İşitmek istiyorum, çünkü, hasbihalinizi. (s.272)

 

Bunun ötesinde manzumede Mehmet Âkif’in, Almanlara karşı belli bir sempati duyduğunu söylemek de mümkündür. Alman ailesinden baba için kullanılan “pek vakûr”,  savaşta ölen oğulları için “vatan fedâisi”, beş-altı yaşlarındaki kız çocukları için “sevimli”, alnı “pürüz bilmeyen bir âyine”ye benzetilen elleri “levs”ten uzak anne için “fikir ve vicdan sahibi”, “faziletli” ve Alman milleti için “ittihad-ı muazzam”, “şanlı celâdet”, zemini tutan “satvet” ve “şahikalar” gibi övücü ve yüceltici ibâreler, bu hususu ortaya koyar. [12]

 

 

İçe Yönelik Eleştiriler

 

Berlin Hâtıraları’ndaki eleştiriler sadece Batı’ya yönelik değildir elbette. Metnin temelini oluşturan Doğu-Batı mukayesesinde Âkif, aradaki uçurum karşısında Doğu’yu veya Müslümanları da kıyasıya eleştirir. Yukarıda verilen tabloda açıkça görülen bu eleştiriler; tembellik, miskinlik, gerilik, vurdumduymazlık, ümitsizlik, ahlâksızlık, hainlik, kavmiyetçilik, an’ane perestlik, hesapsızlık, bilinçsizlik, pislik, tefrika, cehalet, medenî davranışlardan uzak olma noktalarında yoğunlaşır. Sadece tramvaydaki “itiş kakış” ve “dövüş sövüş” bile, Müslüman toplumların içinde bulundukları içler acısı durumu görmek için yeterlidir.

 

-Biletçi, mösyö, tren kaçta kalkacak acaba_

- Ayağmı ezdin adam... Patlıyor musun ne zorun?

-Vurursam ağzına!..

                           -Yâhu! Gürültünüz de ne? Durun!

-Yavaş be!

                          -Çüş be! Gözün kör mü?

                                                 -Pardon!

                                                          -İllâllah!

Nasıl ki çıktı şu “pardon” eşeklik oldu mubah!

-Ne lâftır ettiği Allahça söyleyin yakışır)

-Uzatma!

                      -Tut ki uzattım?...

                                            -Herif de amma hışır!

-Suç öldürende değildir ki derseler...

                                                   -Hele bak!

-Nedir ki bir de ki baktım?

                                 -Susun belâ çıkacak! (s.265)

 

 

Bütün bu yozlaşma, çözülme ve çürümeler, bir zamanlar “mâbed-i irfan” ve “mehd-i İbrahim” olan Doğu’yu, uzun zamandır her günü felâket ve matem; kalbi “sürûra bîgâne” bir dünya kılmıştır.

 

 

Endişeler

Batı’nın hemen her alandaki üstünlüğüne karşı Doğu’nun perişan hâli Mehmet Âkif’i, Osmanlı İmparatorluğu veya İslâm dünyasının geleceğine dâir endişelere düşürür. Söz konusu endişeler, hayatı ve sanatını mensubu bulunduğu millet ve ümmetin meselelerine adayan toplumcu ve idealist bir şair için şaşırtıcı değildir elbette. Batı’nın yüzyıllardır değişmeyen emperyalist ihtirasları, bu ihtirasların somut sonucu olan Birinci Dünya Savaşı ve Doğu-Batı mukayesesinde ortaya çıkan aleyhimize uçurum, haklı olarak Âkif’i endişelendirir. Zira şair bilir ki, Fransızıyla Fas, Cezayir ve Tunus’u; Rusuyla Kafkasları, İngiliziyle Hindistan ve Mısır’ı işgal edip sömürgeleştiren Batı’nın bu defaki hedefi Dâr’ül-Halife olan İstanbul; yani Osmanlı İmparatorluğu ve Müslümanların beynidir. Nitekim Berlin’e gelirken Fransız ve İngiliz donanması Çanakkale’ye saldırmıştır. Cepheden çok uzakta ve doğru dürüst bilgi alamayan Âkif, derin endişe içinde perişandır.[13] Belki şu anda Marmara’nın ufuklarında Hilâl’in izi silinmiş, İngiliz bezi dalgalanmaktadır.

 

İşit de ağla! Fakat biz ne mazhariyetsiz,

Ne bahtı kapkara milletmişiz ki dünyâda;

Şu beyni kurtaralım der, koşarken imdâda;

Beş altı pençe bir olmuş boğazlamakta bizi!

Silindi gitti Hilâl’in şu anda belki izi,

Zavallı Marmara’nın şerha şerha bağrından!

Bir İngiliz bezidir, belki, şimdi dalgalanan

Bizim Çanakkale âfâk-ı târumârında,

O Dâr-ı Saltanat’ın bâb-ı şerm-sârında! (s.282)

 

Böyle bir ihtimalden ürperen şair, adeta tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân ederek Çanakkale’yi görmek, cephedeki son durumu anlamak ister. Bir ara muhayyilesinde oluşan cephe tablosunda görür ki, Mehmetçiğin üzerine ateş ve yıldırımlar yağmaktadır. Bu kadar uzak mesafeden bakışları bile kavuran bu ateş karşısında taş bile olsa eriyecektir. Ancak şair, bu ateş seli karşısında duran bazı karaltılar görür gibi olur. Önce bunların asker olabileceğine inanmak istemez. Sonra o karaltıların muazzam ordumuzun, alınları İslâm’ın son istihkâmı olan muazzam evlâtları olduğunu fark edip sevinir. Onlara yalvararak şöyle seslenir.

 

Hudâ rızası için ey mücahidîn-i kirâm!

Sebâtı kesmeyiniz, çünkü, sâde sizde ümîd;

Dönerseniz ebediyyen söner gider Tevhîd,

Harîm-i hak yıkılır savletiyle evhâmın.

O elde tuttuğunuz yer hayât-ı İslâm’ın

Yegâne ukdesidir. Yâd ayak basarsa eğer,

Olur meâlimi dînin bir anda zîr ü zeber!

Ümîdi sizde kalan üç yüz elli milyon can

-Ki hasta göğsünü yıkmakta şimdiden helecan-

Kopup damarları şîrâzesiz kitaba döner;

Kalır sahâifi yerlerde rast gelen çiğner! (s.283)

 

Görüldüğü gibi Âkif’in endişelidir. Onun endişesi; “hayat-ı İslâm’ın/yegâne ukdesi” olan Çanakkale’nin düşmesi, İstanbul’un işgali ve İmparatorluğun sonu demektir. Böyle bir sonuç; Hz. Ömer ve Yavuz Sultan Selimlerin yadigârı vatanın namus, din ve vicdanın mezarı olması, on üç-on üç buçuk asırlık mazinin unutulup gitmesi, bütün mefahirimizin serap olması, “harîm-i Hak”kın yıkılması, dinin sembollerinin yerle bir olması, minarelerin ufuklardan sökülüp Allah’ın lisanının susması, Mevlâ’nın beytinin tarihin mezarlığına gömülmesi, Kur’ân’ın ayaklar altında çürüyüp gitmesi, zaten hasta olan 350 milyon Müslümanın şirazesiz kitaba dönüp ayaklar altında çiğnenmesi ve Tevhid’in ebediyen sönmesi demektir. Hâlbuki zikredilen değerler (hürriyet, vatan, din, namus) Âkif’in “kıble-gâh-ı âmâli”dir ve haklı olarak emeller kıblesinin yıkılmasından derin endişe duyar.

 

Söz konusu korku ve endişeye rağmen Mehmet Âkif, ümit ve imanını korumaya çalışır. Nitekim Mehmetçik ona Çanakkale’den “-Korkma!” diyerek şöyle seslenir:

                                             

              -Korkma!

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?

Meğer ki harbe giden son nefer şehîd olsun.

Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;

Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;

Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,

Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;

Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;

Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;

Değil mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!

Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cephe sarsılmaz!     (s.284)

Mehmet Âkif, Mehmetçiğin bu iman, azim ve kararlığının yüreğine serptiği ümitle kahveden çıkar. İnanır ki Allah’ı boğmak için saldıran insanoğlunun deli saçması düşünceleri nasıl sonuçsuz kalıyorsa; hakikat nuruyla çarpışan vehimler sonunda nasıp sönüp gidiyorsa, Mehmetçiğin karşısındaki bu mahşer de öyle neticesiz kalacak ve bu cephe “yakında” kurtulacaktır.

 

Özet

Mehmet Âkif Ersoy, altmış üç yıllık ömründe (1873-1936)  hem bireysel hem de toplumsal düzeyde aktif ve dağdağalı bir hayat yaşamıştır. Safahat, böyle bir hayatın kendisine kazandırdığı duygu, bilgi, irfan, intiba, gözlem ve tecrübe birikimi zenginliğinden doğar. Bu çerçevede şair, Birinci Dünya Harbi’nin başlarında Teşkilat-ı Mahsusa’nın oluşturduğu heyetle birlikte yaklaşık dört ay süren (Aralık 1914-Mart 1915) bir Berlin seyahatinde bulunur. Seyahatin amacı, İngiliz, Fransız ve Rus orduları adına çeşitli cephelerde savaşırken Almanlara esir düşen Müslüman askerlerin bilinçlendirilmeleridir. Toplumcu ve idealist bir kimliğe sahip olan şair, Berlin’de bulunduğu günlerde Berlin Hâtıraları isimli manzumesini kaleme alır. Manzume içerik bakımdan Doğu-Batı karşılaştırması, emperyalist Batı’nın eleştirisi ve savaşla birlikte Osmanlı İmparatorluğu ve Müslümanlar için duyulan endişeleri içerir.

Anahtar Kelimeler: Mehmet Âkif,  Berlin Hâtıraları, Birinci Dünya Harbi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Bildirideki şiir alıntıları Safahât’ın şu baskısından yapılmıştır: Mehmet Âkif Ersoy, Safahât, (Hzl. E. Düzdağ), KTB Yay., İstanbul, 1987.

[2] Heyetin Almanya’ya gidiş hikâyesi şöyledir: Birinci Dünya Savaşı esnasında Almanlar, çeşitli cephelerde İngiliz, Fransız ve Rus ordularında savaşan çok sayıda Müslüman askeri esir alırlar. Bunlar için Berlin’e elli kilometre uzaklıktaki Wünsdorf’ta Hilâl Esir Kampı’nı oluştururlar. Müttefiki Osmanlılar ve İslâm dünyasının esirlere nasıl muamele ettikleri göstermek; böylece hem İslâm dünyasının gönlünü kazanmak hem de İngiliz, Fransız ve Rusları zor durumda bırakmak için İstanbul’dan bir heyet isterler. Alman konsolosluğunun belirlediği heyette; Mehmet Âkif Ersoy, Abdülaziz Çaviş, Abdürreşit İbrahim, Şeyh Salih Et-Tunusî, Halim Sabit, Alimcan İdris vardır. Mehmet Âkif, önce  Şeyh Salih Et-Tunusî ile birlikte Kaiser II. Wilhelm’in misafiri olarak Berlin’de meşhur Brandenburg kapısının yanındaki Adlon  otelinde kalır. Ancak çok lüks bulduğu için bu daha sonra otelden ayrılır.

Âkif, Berlin’de bulunduğu müddetçe zaman zaman trenle esir kampına gider; Almanların inşa ettiği camide Müslüman askerlere hitap ederek bilinçlenmelerine çalışır. Nitekim bir süre sonra gerçeği gören askerlerden Asya Taburu oluşturulur ve Suriye cephesine gönderilir. (Daha geniş bilgi için bkz.; Nazım Elmas, “Berlin’de Bir Millî Şair Mehmet Âkif”)

[3] Mehmet Âkif, Berlin’de müttefikimiz olan Alman hükümetinin bir yetkilisinin ağzından şu sözleri işittiğini nakleder: “- Bizim Meclis-i Mebusânımızdaki bilhassa Katolik mebuslar kıyamet koparıyorlar. Almanlar gibi mütemeddin, mütefennin bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşîlerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için zül değil midir?... diyorlar. Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz onları Almancaya tercüme edelim. Ta ki, Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bunların nazarında taayyün etsin.” (Nasrullah Kürsüsünden Türk Milletine Hitap” Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi I, (Hzl. Mustafa Kara), Risale Yay., İstanbul, 1986, s.388.)

[4] Mehmet Âkif Berlin’de bulunduğu günlerde bunun dışında iki manzume daha kaleme almıştır. Bunlar; Hâtıralar’daki “Ey bunca zamandır…” mısraı ile başlayan isimsiz ilk manzume ile Uyan isimli manzumedir.

[5] Bu rakam, bazı kırık mısraların, manzumede esas alınan mesnevi tarzı kafiye dikkate alınarak yapılan sayımla elde edilmiştir.

[6] Mehmet Âkif’in Tevfik Fikret’i eleştirisinin sebebi, 1905’te kaçak olarak basılıp gizlice dağıtılan meşhur Tarih-i Kadîm manzumesinde Müslümanların mukaddesatına dil uzatmasıdır. Çıkarılan bölümler Sebilürreşad’da yayımlanınca bu defa Fikret Âkif’e Tarih-i Kadîm’e Zeyl’le cevap vermiştir.

[7] Çıkarılan 98 mısralık bölümde Âkif, Osmanlı-Türk toplumunu çağdaş Batı medeniyeti seviyesine yükseltmek  (!) isteyenlerin düşünce ve emellerini; bunun için yapmak istedikleri/yaptıkları icraatlarını anlatıp eleştirir. “Irzını dellâla vermiş alçaklar” olarak nitelenen bu grup, toplumun içinde bulunduğu bütün problemleri, Avrupa tarzı “sosyete” hayatından uzak oluşuna bağlar. Toplumun bu konuda gösterdiği taassubun arkasında ise din, mukaddesat ve ahlâk anlayışı vardır. Bu konuda hükümetten bir icraat beklemek de beyhudedir. Yapılacak olan Tevfik Fikret’e müracaat edip “hürriyet” namına konuyu gündeme getirip manzumeler yazdırmaktır. Nitekim bu arzularında başarılı olmuşlar; “zangoç, mecnun, eksantirik” şaire, mukaddesata ve Allah’a küfreden manzumeyi yazdırmışlar, “sanata mukayyed olmayacak” gerekçesiyle bastırıp dağıtılmışlar, sonunda da genç neslin elinden düşmeyen bir “ilmihâl” hâline getirilmişlerdir.

 .......................................... O mecnun da

Mukaddesâtına halkın, ibâda, Ma’bûd’a

Savurdu pencereden havruz uğratırcasına,

Gelip gelip tıkanan levsi pis karîhasına!

Boşandı yerlere küfrün bir öyle murdârı:

Ki bağlayıp ebediyyet ipiyle a’sârı

Süpürge yapsalar imkânı yok temizleyemez!

Bütün cihanı dolaş: Garb’ı, Şark’ı, her yeri gez...

Görür müsün bakalım böyle bir kuduz ilhâd,

Ki ferşi çiğneyerek Arş’a hırslansın? Heyhât!

Cinâyetin bu şenâ’at kadar mülevvesini

İşitmek istemez insan, değil ki görmesini. (s.445)

[8] Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı?

Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı!

Hayır, bu perde, bu Şark’ın bakılmayan yarası;

Bu, çehresindeki levsiyle yurda yüz karası;

Hayatımızda gediktir “gedikli” nâmıyle,

Açık durur koca bir kavmin ihtimâmiyle!

Sakın firengiye benzetmeyin fecâ’atini:

Bu karha milletin emmekte rûh-ı gayretini.

Mahalle kahvesi Şark’ın harîm-i kâtilidir;

Tamam, o eski batakhâler mukâbilidir. (s.94)

[9] Mehmet Âkif, Küfe, Seyfi Baba, Süleymaniye Kürsüsünde gibi şiirlerinde de İstanbul sokaklarına dair realist tablolar sunar.

[10] Mehmet Âkif bu noktada öncelikle Tevfik Fikret’i eleştirir. İsmi veya eseri ile açık biçimde gündeme gelen bir başka yazar, Mehmet Rauf ve Zambak hikâyesidir.

[11] Daha geniş bilgi için bkz; İsmail Çetişli, “Batı ve Batılılaşma Karşısında Mehmet Âkif”, Fırat Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, C.III, S.2, l989, s.8l-96.

[12] Osmanlı İmparatorluğunda 1880’lerden itibaren kendini hissettirmeye başlayan Alman nüfuzu, İttihat ve Terakki’nin II. Meşrutiyet sonrasında yönetimi ele geçirmesi ve Balkan Harbi felâketinden sonra giderek hız kazanır. Bu gelişmede İngiliz, Fransız ve Rus emperyalizminin İmparatorluk topraklarına olan çok açık sömürgeci iştahına karşı kaçınılmaz olan müttefik arayışı, çeşitli alanlardaki ıslahatlarda ihtiyaç duyulan mütehassıs kişilerin temini, bozulan iktisadî yapı karşısında kaçınılmaz hâle gelen dış borçlanma zaruretinin önemli rolü vardır. Öte yanda Almanya, geç kaldığı sömürge edinme ihtiyacını, Osmanlı Devleti üzerinden gerçekleştirme peşindedir. Böyle bir ortamda gelişen Alman nüfuzu, dönemin pek çok aydınında kendini hissettirir. Mehmet Âkif’in Berlin Hâtıraları’ndaki Almanlara karşı olan tutumunu bu çerçevede değerlendirmek gerekir. (Daha geniş bilgi için bkz. Kadir Kon, Birinci Dünya Savaşında Almanya’nın İslâm Stratejisi, Küre Yay., İstanbul, 2013.)

Bazı kişiler Âkif’in Berlin seyahati ve Almanlara karşı tutumu hakkında farklı görüşlere sahiptir. Meselâ İlber Ortaylı, Âkif’in de dâhil olduğu dönemin aydın ve yöneticilerinin Almanlara karşı bu tavrını çocukça bulur. “Batı dünyasına çocuksu duygular içinde yaklaşan her gruptan Osmanlı aydınları Almanya’yı olduğundan başka değerlendiriyor ve onu davet etmekte birleşiyorlardı. Ülkenin içine düştüğü bunalımı bir Haçlı-İslâm çatışması olarak değerlendiren Mehmet Âkif de İslâm ülkelerini sömürgeleştiren İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya’yı yazılarında yerden yere çarparken, Almanya’ya başka gözle bakıyordu. Âkif, Trablusgarb savaşı sırasında Sırat-ı Müstakîm’de yayımlanan “Osmanlı ve İslâm Muhibbi Almanlara Açık Mektup” başlıklı yazısında, “biz mahvolursak Doğunun anahtara Almanların değil, rakiplerinin eline geçecektir. Doğuyu korumak ve uygarlaştırmak, Doğu’ya doğru Osmanlılarla birlikte gitmek, Doğuyu Alman ticaret ve sanayii için kazanmak… İşte kendisini bilen Osmanlı ve Alman hükümetleri için büyük bir program…” diyerek Almanların İtalyanları değil, Osmanlıları tutmasını istiyordu. 1915’te Berlin gezisinde Âkif’in bu çocuksu heyecanı Almanya için kaleme alınan şu beyitte ifadesini bulur:

Bilir misin ki senin şarka meyleden nazarın,/Birinci defa doğan fecridir zavallıların…”  (İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Alkım Yay., İstanbul, 2006, s.71-72)

Mithat Cemal’in anlatımları, şairin bazı konularda Almanlar beğenmediğini düşündürür.  Mithat Cemal’e göre Mehmet Âkif’in Berlin’den yedi şeyle dönmüştür. Bunlar; “bir nükte, bir manzume, bir hayret, bir ıztırap ve üç mütalâa.” Nükte, Almaya elçimiz Kur’ân tefsiri yazarken Fatih’teki hocaların siyaset konuşmaları; manzume, Berlin Hâtıraları; hayret, Alman bir falcı kadının şairin padişahtan alacağı mektubu bilmesi; ızdırap, Yahudilerin Almanya’da da önemli işlerin başında olması; üç mütalâa ise Almanların yemekleri, siyasetleri ve müşteşriklerinin berbat olmasıdır. (Mithat Cemal, Mehmet Âkif, TİB Yay., Ankara, 1986, s.173-174)

Mehmet Âkif’in bütün bir Batı dünyası kadar Almanlara olan tutumu, 1920’de Nasrullah Camiinde halka yaptığı konuşmada daha da berraklaşır. Buna göre müttefikimiz olan Almanlar, diğer Batılı milletler gibi, emperyalist ve Müslümanlara karşı tam bir taassup içindedirler. (Nasrullah Kürsüsünden Türk Milletine Hitap”, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi I, (Hzl. Mustafa Kara), Risale Yay., İstanbul, 1986, s.386-406.)

 

[13] Mehmet Âkif, Berlin’de bulunduğu müddetçe zaman zaman daha önceden tanıdığı Binbaşı Ömer Lütfi Bey’le birlikte olur ve ona sık sık Çanakkale Harbi’nin neticesini sorar. (Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, TİB Yay. Ankara, 1986, s.241-242)

 

dsc_0904.jpg

 

Bu haber toplam 2755 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim