Sabaha kadar gençlere konuşurdum

Sabaha kadar gençlere konuşurdum
Erdem Bayazıt ile Edebiyat Ortamı dergisinde yapılmış değerli bir röportajı alıntılıyoruz.

Vefatının yıldönümünde merhum Erdem Bayazıt ile Edebiyat Ortamı dergisinde yapılmış değerli bir röportajı alıntılıyoruz.

Efendim, öncelikle 50. sanat yılınızı kutlu olsun...

Teşekkür ederim.

İlk gençlik yıllarınızdan bugünlere doğru gelmek istiyorum. Ama bu 50. sanat yılını kısaca değerlendirmeniz mümkün mü? Sanatta elli yılı, yani yarım asrı geride bıraktınız. Bu nasıl bir duygu?

Sanatta elli yıl. Bu, mühim bir şeydir tabi ki. Bunu geçen sene Rasim Özdenörenvesilesiyle de biraz düşünmüştüm. Ama burada yalnız sanat yok, biz koşturduk yıllar boyunca... Ayrıca biz, yalnızca yazan, yalnızca okuyan, yalnızca konuşan, yalnızca dolaşan bir insan da değiliz.

Elbette efendim, fildişi kulesinde değil, sahadasınız...

Muhakkak, sahadayız. Hem de nasıl bir sahadayız? 70’li yıllarda geceler boyu sabaha kadar gençlere konuştuğumu bilirim. Konuştuğumuz şey şu: “Kardeşim biz okumaya, biz meselelerimizi konuşmaya, biz yazı yazmaya mecburuz, mahkûmuz. Bunu yapmadan da bir adım ileri gidemeyiz. Binaenaleyh, ilk görevimiz de budur.” Şimdi diyeceksiniz ki, “Yahu her gün okuldan dağılan çocukların üzerine bomba atılıyor. Her gün, üç kişi, beş kişi, on kişi ölüyor. Siz de okuyun diyorsunuz...” Ama bu ortamda ne yapalım? Bir taraftan partiler kurulmuş ve çok sıkıştırılıyoruz. Çünkü hepsi gençliği istismar etmek istiyor. Biz de onları bloke ediyoruz. Kuzuyu kurda yem etmemek için. Sabahlara kadar konuşuyorum. Tabi ki konuşmalarımızı birkaç hadis üzerine bina ediyoruz. Biri şudur: “Kıyamet koparken bile elinizdeki yeşil fidanı dikeceksiniz.” Bir gün bakıyorsunuz ki pencereden, dışarıda kıyamet kopuyor. Bombalar atılıyor, bilmem ne oluyor, şu oluyor, bu oluyor, kıyamet kopuyor. Kafanızı kaldırıp bakacaksınız, sonra tekrar indireceksiniz ve diyeceksiniz ki, “Dışarıda kıyamet var ama benim yapmam gereken iş, elimdeki fidanı dikmektir”. İşte o konuşmalarda benim yaptığım da buydu. Böyle konuşmalar yapardım. Çünkü içi boş bir milliyetçilik her zaman zarar verir. İşte mesela Hırant Dink’i öldürdüler. Hırant Dink, doğduğu toprağı seven bir adam. Ve en çok koruyacağımız insan. Ayrıca, vatanını yani doğduğu toprağı sevmekten daha mübarek ne olabilir? Ne olabilir? Ama öldürdüler. Çok da güzel bir şiir yazdı Cahit Koytak onun için.

Bu 50 yıllık sanat hayatınızda, XX. yüzyıl Türk edebiyatının özellikle ikinci yarısına yön veren köklü dergilerdeki tanıklığınız dikkat çekici...

Evet, küçük de olsa bir hizmetimiz olduysa ne mutlu. Ama her şeye rağmen, o gün bugündür biliyorsunuz, maalesef bizi ‘yok gibi’ farz edenler de vardır. Nazım’ın oğlu Memet Fuat’ın neşrettiği bir antoloji çıktı. Bu antolojide Sezai Karakoç da var. Bu antoloji ile ilgili bir yazı çıkmıştı Cumhuriyet gazetesinde o dönemlerde. O yazıda şöyle diyordu (yazar adı hatırımda değil) Mehmet Fuat için, “Ben senin solcu olmadığını zaten biliyordum. Senin, baban Nazım Hikmet dışında solculukla hiçbir alakan yok. Sen Sezai Karakoç’a nasıl yer verirsin”. Böyle bir şey olabilir mi? İşte böyle bir ortam vardı. Bizi ‘yok gibi’ farz ediyorlardı.

Yine hiç unutmam, onu da anlatmak isterim: Mavera dergisi yavaş yavaş okunmaya başlamıştı. Bu sefer de “Bunlar Aramko’dan besleniyorlar” demeye başladılar. Ben Aramko’nun ne olduğunu hiç bilmiyorum. Ama sonra öğrendik ki meğer bir Arap şirketiymiş. Yani bize deve irisi, koca koca adamlar, “Siz Arap doları yiyorsunuz” diye iftira atıyorlar. Hâlbuki biz o günlerde, her gün Mavera’da karnımızı nasıl doyuruyoruz, anlatayım:

Mavera’da toplanıyoruz, yemek yemek mecburiyetindeyiz. Rahmetli Cahit gitti, bir çuval mercimek aldı, bir çuval da nohut, soğan aldı. Biz her gün, mercimek çorbası ya da lapası neyse, onun başına otururuz, kim gelirse artık, yani sağdan soldan memur şu bu. Çünkü herkes parasız o dönemde. Biz karnımızı böyle doyuruyoruz, çorba yapıyoruz her gün Mavera’nın mutfağında. Arap dolarları, Aramko’lar nerde? Hatta şimdi Anadolu’ya gittiğimde, bir minare ustası yaklaşır yanıma, Mavera’da o mütevazı sofrada yediği yemeği hatırlatır ve “Ben onu unutamıyorum, o bir cennet taamıydı” der. Benim en büyük mutluğum odur.

Devamı: http://www.fikircografyasi.com/makale/kuran-ve-turku-anadolunun-butun-yureklerini-birlestiren-iki-unsur

Bu haber toplam 502 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim