• İstanbul 14 °C
  • Ankara 13 °C

Saliha Sultan'dan: İsterem Başıya Gele

Saliha Sultan'dan: İsterem Başıya Gele
Geçtiğimiz hafta Anadolu Yazarlar Birliği’nin düzenlediği ve ülkemizin dört bir yanından Anadolumuzda konuşulan yedi dilde şiir yazan şairlerin bir araya topladığı Uluslararası Balıklıgöl Şiir Akşamı vesilesiyle Urfa’da dört gün geçirdik.

Geçtiğimiz hafta Anadolu Yazarlar Birliği’nin düzenlediği ve ülkemizin dört bir yanından Anadolumuzda konuşulan yedi dilde şiir yazan şairlerin bir araya topladığı Uluslararası Balıklıgöl Şiir Akşamı vesilesiyle Urfa’da dört gün geçirdik. Şehre vardığımızda tanıştığımız Ankara’da yaşayan ve Urfalı olan Mehmet Kurtoğlu bizlere gönüllü mihmandarlık yapmaya başlıyor. Dolaşmaya başladığımız sokaklarda, taş evleri kucaklayacak gibi kollarını açıyor ve “burası eski şehir” diyor. Az evvel havaalanından şehre doğru ilerlerken gördüğüm, çıplak dağlara öbek öbek yığılmaya başlamış apartmanlardan oluşan “yeni şehir”i iç açıcı bulmadığım için; eski şehri ben de kucaklamak istiyorum. Geniş avlulu evlerin dar sokaklarında yürüyoruz. Sohbetimiz kadim mimarinin insan yaşamına sağladığı ferahlık üzerinde seyrederken, biri gülerek “Toki Urfa’da balkonsuz evler yaptı” diyor. Birçoğu ancak bir çöp kovası ve çamaşır kurutucusunun sığdığı balkonlara sahip evlerde oturan insanlar olarak, önce komik olan şeyi pek anlamıyoruz. İstanbul’da sığıştığımız salonlardan daha büyük balkonu olan evleri görene kadar. Meğer “at koşturulacak büyüklükte” balkonlar bir şehir efsanesi değilmiş. 

Gümrükhan’a ilerlerken şu meşhur türküdeki “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” cümlesindeki duman,  ciğer ve kebap dumanı olmalı diyorum kendi kendime. İstanbul’da olsa, rahatsız olanların hemen zabıtaya şikâyet edeceği kebap dükkânlarının dumanı üstünde tüten şehir adım başı sanki “ciğerimi ye” diyor. Levhalarında “Konuk Evi” yazan restoran adları Urfa’nın henüz kapitalizme teslim olmadığını ele veriyor. Müşteri değiliz, konuğuz. Tarih boyunca sahipleri değişse de adı hiç değişmeyen Yıldız Meydanı’nda gezinirken, Cuma namazı vaktinde kapatılmış kepenkleri görünce hayret ve hayranlıkla doluyorum. Gruptan bir ara ayrılıp, şarjım bittiği için bir telefona ihtiyacım olduğunda telefon kulübesi aradığımı söylediğim ilk esnaf “O ne demek bacım, al benden ara” diye kalbini uzatıyor. Aklıma İstanbul’daki şık mağazalarda alışveriş dışında her şeye “yasak” diyen çalışanlar geliyor. Urfalı esnafın ise “ciğeri” yenir. 

Istanbul’un Kapalı Çarşı’sında, Filistin’in El Halil Çarşısı’nda, Urfa’nın baharat kokulu çarşısında gezmek arasında benim için hiçbir fark yok. İslam coğrafyalarında gezinirken “eski” diye tabir edilen her şey, günün biz “yeni”leri için hayli tanıdık. İlla bir fark var diyeceksek; El-Halil’deki çocukların gözlerindeki umutsuzluğu, Urfa’daki çocukların söylediği türkülerden yükselen yanık nağmeleri söyleyebiliriz. Ne yaşadı da bu kadar dertli bu sesler? Sohbetlerimizde, çözüm süreci her konuşulduğunda bir muştu bekler gibi sessizliğe bürünen Urfalı yetişkinlerin bakışlarında arıyorum bu sorunun cevabını. Evlerine misafir olduğum ve şehrin büyük bir aşiretine mensup dostların arasında el üstündeyim. Kalplerine ise oturmuş bir şey var. Kaybettikleri ve umut ettikleri arasındaki konuşmalar arasında, zaman zaman beliren sessizliğimizin kaynağı ise “elimizde olmayanlardan” duyduğumuz ortak bir mahcubiyet.

Devamı için: http://www.gazetevahdet.com/isterem-basiya-gele-1928yy.htm

Bu haber toplam 2107 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim