• İstanbul 14 °C
  • Ankara 13 °C

Türk Solculuğunda Aslan ve Eşek

Ahmet Doğan İLBEY
“Çocuklar, ben aslanı hiç sevmem. Çünkü aslan soyluluk iddia eden, başkalarının hakkını yiyen, egemenlik kurmaya çalışan ve ezen bir hayvan.

Ortaokul sıralarındayken her derste “hümanist olduğunu” söyleyen, sonradan sol görüşlü ve siyaseten Chp’li olduğunu öğrendiğim bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Anlattıklarını kavrayamazdım ama onun farklı bir şeyler söylediğini hissederdim.

 

Solcu şairlerden şiirler okur, kendinden geçerdi. Çantasından çıkardığı kitaplardan seçip okuduğu nesirler daha çok solcu ve hümanist yabancı yazarların denemeleriydi.

“ASLANI HİÇ SEVMEM, EŞEĞİ SEVERİM…”

Dersin birinde şöyle dediğini hiç unutmam: “Çocuklar, ben aslanı hiç sevmem. Çünkü aslan soyluluk iddia eden, başkalarının hakkını yiyen, egemenlik kurmaya çalışan ve ezen bir hayvan. Eşeği severim ben; eşek soyluluk gütmeyen, emekçi, başkalarının hakkını gasp etmeyen ve egemenlik kurmaya çalışmayan zararsız bir hayvandır.  

Yıllar sonra o Türkçe öğretmenin kafasının karışık olduğunu anlamıştım. Çünkü eşek, Müslüman Türk edebiyatında mecazî yönden huy olarak kaba–saba, sözden anlamaz, laftan anlamaz, inatçı, ahmak, kabiliyetsiz bir kafanın; aslan ise asâlet, liderlik, cesaret, güç ve korkusuzluğun sembolüydü.

Hz. Mevlânâ, eşeği “nefs” olarak görür. Nefsi, “yükten kaçan eşeğe” benzetir. “Onu boş bırakma, yularını tut! Çünkü o, yeşilliğe gitmeyi pek sever. Gaflet edip de bir an boş bıraktın mı, çayırlara doğru fersahlarca yol alır. Yeşillik görünce sarhoş olur.”

Batı felsefesinde de eşek ebleh, bön ve kafasız mânasındadır. Aykırı filozof Nietzsche, eşeği trajik bir varlık olarak târif eder. “Bir yükün altındadır: Ne taşıyabilecek, ne üzerinden atabilecek durumdadır. Tıpkı bir filozof gibi...”

Bir başka ecnebi filozofun ifadesiyle “Eşit mesafeye konmuş, aynı nitelikte iki yulaf yığını karşısında bulunan eşek, ikisi arasında bir tercih yapamadığı için hareketsiz kalır ve açlıktan ölür. İki ihtimal arasında ne yükü taşıyabiliyor, ne üzerinden atabiliyor olması trajikliğini ortaya koyar.”

TÜRK SOLCUSU, ASLANIN ASÂLET; EŞEĞİN NEFS MÂNASINA GELDİĞİNİ BİLMİYOR

Tabii ki Türk solcusu dogmatik kafayla, yâni Kemalist/Atatürkçü Cumhuriyet naslarıyla yetişip büyüdüğü için böyle ince, mecazî işlere aklı yetmez. Maddeci ve pozitivist mantıkla bakmayı öğrendiği için ona göre eşek emekçi, uysal bir hizmet erbabıdır. Kimseye zararı yoktur, mütehakkim değildir. Aslan ise, soyluluk iddia eden, saldırgan, mütehakkim ve başkalarının hakkını gasp eden bir zorbadır.

“Aslanı sevmem, eşeği severim…” diyen solcu-hümanist öğretmenin zihniyeti hâlen siyaset de olsun, milletle bütünleşme yolunda olsun bir türlü muvaffak olamadığı malûm. Olması için sebep yok. Chp ve türevleriyle bütün solcuların mefluç hâli meydanda… Solcu kafa, her şeye irfanî ve mecazî tarafıyla da bakabilen İslâm medeniyetinin terbiyesini almış millet önünde tutunabilir mi?

Aslan, Müslümanların edebî ve zihnî semboller dünyasında o kadar yer etmiştir ki Hz. Mevlânâ “Mesnevî”sinde “Ağyârın başına kılıç kesil; kendine gel, tilkilik etme de aslan ol!” sözüyle, asalet, güç ve ce¬saret sembolü olarak aslanı mecaz olarak kullanır. Devletlerin kudret ve hâkimiyet sembolüdür. “Allah’ın aslanı” unvanı İslâm menkıbelerinde çok kullanılan bir mazmundur. Dahası, İslâmlaşmış Türk târihinin şanlı komutanlarının adları aslan kelimesiyle terkip olmuştur. Alparslan gibi…

TÜRK SOLCUSU O KADAR AHMAK Kİ, MÜSLÜMANLARA “LÜTFEN LAİKLİĞİ BENİMSEYİN” DİYOR

Türk solcularında ahmaklık o kadar ileri ki, Chp’nin umum başkanı “Bütün islâm devletlerine sesleniyorum, lütfen laikliği benimseyin… İslâm dünyasında laikliğin ne kadar önemli olduğunu terör bize göstermiştir. Terörün panzehiri laikliktir” diyor. Aslanla eşeğin mecazi varlığını hesaba katmadan tercihini eşekten yana yapan solcu öğretmen gibi, Müslümanlara “laikliği benimseyin…” diyebilen kafa ancak Türk solculuğundan çıkar.      

MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE SALYANGOZ SATAN SOLCU / CHP

Ahmaklık o derece ilerlemiş ki Türk solculuğunda; Chp’li bir belediyenin resmî gazetesi, Hz. Peygamberimiz s.a.v. hakkında karikatürler yayınlayan lâ-dinî Fransa’nın dinsiz Charlie Hebdo dergisinin Türkçe nüshalarını “Yaşasın Karikatür” manşetiyle birinci sayfasına koyarak İslâmların ezelî düşmanlarının yanında yer almıştır ki, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak eblehliğini bir kere daha tescil etmiştir.

Solcu deyince Allah’la Kitap’la işi olmayanlar akla gelmez mi? Âmâ üstadım Cemil Meriç, “Hudutlarımızdan salgın bir hastalık gibi girer sol, arazı meçhul bir hastalık. Solcu, ithamların en korkuncu… büyüden meş’um, bedduadan netameli...”  dediğine göre, demek ki Türkiye’deki solcularda ahmaklık had safhada.

Ontolojik olarak sol, “hayır” demek için yaratılmış hilkat garibesidir. Aklı ve mantığı dinî olana ters olduğu için dinimizce ve milletçe kabul görmüş her şeye karşı çıkıyor. Bu ülkede var olduklarından bu yana Türk solcularının her şeye “hayır” dediği malûm. Ömr-ü siyasetleri “Köprüye hayır”, “barajlara ve duble yollara hayır” demekle geçiyor. “Darbeci anayasayı değiştirelim” diyorsunuz, çıldırmışçasına ona da “hayır” diyor.

SOLCU/CHP, MEŞ’UM ÇAĞRIŞIMLARI OLAN VE EVİN NÂMAHREMİ SAYILAN YABANCI BİRİDİR

Türk solculuğu, dinî değerlere kayıtsız olmak ve muhalefet etmek mânasına gelir. Bu ülkede İslâmî teamüllere karşı olmak ve aksi görüş üretmekle malûl bir mantaliteye sahip bir akım. Bu sebeptendir ki solcu, millet nezdinde meş’um çağrışımları olan, güvenilmez ve evin nâmahremi sayılan yabancı biridir.

İçinde yaşadığı milletin, aslan ve eşek hakkında oluşmuş anlayışının zıddına bir bakışla “Aslanı sevmem, eşeği severim…” diyen öğretmenin tavrı bu kafanın bir türevidir.  
 ---------------------------------------------------------
 “BİR MEDENİYET YÜRÜYÜŞÜ HİCRET”

“İyi yazı” ya meftun olduğumu daha önce belirtmiştim. Semerkand Dergisi’nin Ocak 2015 sayısında her Müslümanın okuması gereken bir yazı okudum. Ali Yurtgezen hocaya ait “Bir Medeniyet Yürüyüşü Hicret” başlıklı yazıdan, bu mevzu hakkında yola yeni çıkanlar için ölçü ve vesile olması temennisiyle birkaç pasajı paylaşmak istiyorum:

“Yesrib’den Taybe’ye”

“…Hicri takvim hesabıyla 1436 yıl önce 12 Rebiülevvel Cuma günü bu beldeye giren Rasul-i Ekrem s.a.v.’in nübüvvet nuru ile Yesrib artık ateş çukuru olmaktan tamamen çıkıyor, Medine-i Münevvere’ye dönüşüyordu. Öyle olduğu içindir ki Efendimiz s.a.v. bu hicret yurduna Yesrib demekten etrafındakileri men ediyor. “Burası artık Teybe’dir!” buyuruyordu. Teybe veya Tâbe “güzel, hoş” demekti ve Yesrib yaratılmışların en güzelinin teşrifiyle güzelleşmiş, Medine olmuştu.”

“Bir Hayatın Adı”

“Sözlüklere bakılırsa Medine ‘şehir’ demek. Şehir ile de idarî bir mekan veya yapılaşmadan ziyade ‘toplu halde yaşanan ve belli kuralları olan yerleşik hayat düzeni’ kastediliyor. Biz yeni bir kavram olan ‘medeniyet’i biraz da Batı dillerindeki karşılığına denk düşürmek için ‘şehirleşme’ mânasına  Medine’den türetmişiz.

Fakat Medine’nin herhangi bir şehir kabul edilmesi medeniyet tasavvurumuzu sakatlıyor. Teknolojiyi kutsamak gibi, ilerleme ideolojisine kapılmak gibi, bu mesele üzerinde yapılan tartışmalarda sıkça dile getirilen bazı yanlışlara düşmemize sebep oluyor. Halbuki ‘borç’ veya ‘sorumluluk’ mânasına ‘din’ kelimesinden türetilen Medine, ‘dinin koyduğu esaslarla belirlenmiş kuşatıcı bir hukukun uygulandığı; insanların Allah’a, topluma, tabii çevreye ve kendilerine karşı sorumluluklarının yine dinin ölçülerine göre düzenlendiği yer’ tarifinden de anlaşılacağı üzere herhangi bir şehir değil.

Gerçi bu tarif de bizim medeniyet tasavvurumuzu berraklaştırmaya yetmeyebilir. Çünkü medeniyet veya uygarlık iddiasındaki bütün yapılanmalar ister dinî, ister beşerî olsun, neticede akide hükmündeki bir temel kabule dayanıyor. Söz konusu kabullerin İslâm akidesi olduğunu varsaysak bile, bu defa da belirlenen hak ve sorumluluklara İslâmî ölçüler dışında zamanın, mekanın ve diğer şartların tesiri bir mesele olarak karşımıza çıkıyor.”

“Bütün bu problemleri aşarak sahih bir medeniyet anlayışına ulaşabilmemiz için Medine’yi, tarihin Asr-ı Saadet’ten sonraki herhangi bir dönemde bizim ölçülerimize göre Medineleşmiş beldeler de dahil, genel mânada bir şehir olarak düşünmemek gerekiyor. Bizim medeniyetimizin kaynağı olan Medine, Asr-ı Saadet’teki Medine-i Münevvere yahut Medinet’ün Nebî’dir ki Rasul-i Ekrem s.a.v.’in rehberliğinde Hicret’le husule gelmiştir. Medine, vahyin hayata uygulanması olan Sünnet’in sistem hâlinde yaşandığı ve hâkim kılındığı yerdir.”

“Kıyamete Kadar Hicret”
 
“Medeniyet baharını yeşerten bir akış olarak hicret ne sadece tarihte vuku bulmuş bir hadiseden ne de bir beldeden diğerine göç etmekten ibarettir. Mâna ve maksadını elbette Efendimiz s.a.v. ve ashabının hicretinden alan bir terk kararlılığıdır.

Mekke’nin fethine kadar biat aldığı Müslümanlara hicreti şart koşan Hz. Peygamber s.a.v., fetihten sonra  hicret sevabı kazanmak ve Muhacirler’in derecesine dahil olmak isteyen yeni Müslümanların hicret şartıyla biat etmek istemeleri üzerine  ‘Fetihten sonra hicret yoktur ancak cihat ve niyet kalmıştır’ buyurarak, cihadın ve gerektiğinde hicreti göze aldıran bir kararlılık mânasına niyetin, Hicret’teki mâna ve maksadı taşıdığına işarette bulunmuştur.”
(…)
“Bugün neden bir Medinemiz ve medeniyetimiz yok?’ sualine cevap arıyorsak kalplerimize bakalım: Kalplerimiz Yesrib mi Medine mi?”

Bu yazı toplam 739 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim