• İstanbul 17 °C
  • Ankara 22 °C

Üniversiteli Yazarlar da Geliyor, Az Bekleyin Lütfen!

Üniversiteli Yazarlar da Geliyor, Az Bekleyin Lütfen!
Son on yılda liseli genç yeteneklere daha çok önem verdiğim daha ağırlık verdiğim doğrudur.

Ama bu üniversite kuşağını sevmediğim güvenmediğim yardımcı olmadığım anlamına gelmez, gelmemeli.

Bursalısı Kırıkkalelisi Sakaryalısı Bingöllüsü Çanakkalelisi Edirnelisi İstanbullusu Mersinlisi Mardinlisi… Değişik illerden değişik üniversitelerden öğrencilerim var. Birçoğu yetenekli. Bazıları edebiyat tarihine yazdıracak adını, göreceksiniz.

Aralarından seçtiğim dördünün eserlerini paylaşacağım sizlerle. Bunlar daha ‘Birinci Oturum’dalar, çok da kusurlarına bakmayın.

Lütfen bir göz atın. Ve adlarını yazın bir kenara.

On, on beş sene sonra ‘ben onu 2018’den beri biliyorum” dersiniz.

Emine Kara’dan ‘Babamın Ayakkabıları’nı okuyun. Hayata babanıza ayakkabıya bakışınız çok değişecek.

Gençlere sahip çıkın. Okuyarak, güvenerek, beğendiğinizi söyleyerek.

 

Kuşlar Uçuyor Muhayyilemden

Şeyda Karakoç*

 

Güneşin battığı yere yaklaşıyorum…

Çayda akan suyun çağıltısını, pompalanan kanımda hissediyorum hâlâ. Uzaklaşmak koparamıyor beni dertlerden. Gökte parlayan yıldız ne kadar eminse ışıltısını aldığı kanaldan, öyle yabancıyım ışıltımın kaynağına. Baharın muştusunu tanıyorsam yabancı da değilim aslında. Bir iki üç beş sekiz... kuşlar  uçuyor muhayyilemden. Hep yukarıya doğru hareket hâlinde olan insan, bastığı toprağın kıymetini hissederek yaşayamıyor. Bir kere girsem yeraltına da ersem sapasağlam çınarların kuvvetinde saklı kudretine. Ersem zihnimin ne kadar metre yere batabileceğine. Ve gizlensem bir karaağaç köklerinde. Binlerce kök ucunu ellerimle hissetsem ve ersem göklere süs olan yaprakların kudretine. Yahut hiç çıkmadan kök salsam kurumuş bir çınarın cansız köklerinin yerine. Ruhumu tekrar diriltebilir mi bir tohum isyan? Köklerimle sımsıkı tutabilir miyim küheylan renkli toprağı?

Her an besleneceğim yerin zenginliklerinden. Gövdemi sabitleyeceğim toprağın derinlerine. Başım dik, sırtım pek uzanacağım göklere. Önce yemyeşil süsleyerek mavi beyaz göğü, sevindireceğim güneşin ılık eğnini. Sadece kâinata değil insanlığa bir gizli muştu olacağım. Gölgem en merhametli anne kucaklarını aratmayacak. Göğsü süt dolu ceylandan alacağım şefkatimi. Yaratandan alacağım muhabbetimi. Eksik bazı şeyler kalıyor değil mi? Eksiklerimi güneşin sıcacık ışığı tamamlayacak yaprağımdan köklerime kadar. En büyük görevim gölgemde muhabbetlenen mübarekleri köklerimle güvene ulaştırmak olacak. Önderim, canım kudretim köklerime göklerin yardımını erdirecek. Ruhum bedenime suyun çağıltısını hissettirecek. Kim bilir kaç çağ gelmiş geçecek. Şahitliğim hep sürecek.

Gün yüzümden gelip geçiyor.

Güneşin battığı yere yaklaşıyorum.

Uyku dediğin birkaç harf tek kelime. Gece  olsun diye beklerim ki rehberliğim belirginleşsin. Yapraklarım pusula ibresidir aynı zamanda. Köklerim sapasağlam tutunur toprağa ve yön veririm göklerin kudretiyle yaratılana. Gün açılmış kapanmış ne fark eder bağrımda bir İslam serinliği sunarım köklerimin verdiği kuvvetle. Dibimden akıp giden su konuşsa neler yazar eşsiz tarih. Gecesi gündüzü, kışı yazı sıcağı ayazı koskoca gövdemin şahitliğini akışıyla anlatır dünyaya. Niye bir avuç su beni anlatır, nasıl anlatabilir? Çünkü köklerimin uçlarından yapraklarım nurlanır.

Güneşin doğduğu yere uzanıyorum.

Köklerimde bir inşirah, göklere uzanıyorum. Yıllar yılı bilemediğim, tarife sığmayan bir hâl bu. Kudretime kuvvet katmanın tek reçetesi göklere uzanmakmış. Göklerin kudreti en kuvvetli deva imiş. Sallantım, buhranlarım, devrilmelerim ve yıkık dökük kalkışlarım boynum bükük yaşamakmış. Silkindim, boynum çatladı, gözlerim kamaştı. Güneşe erdim, göğün farkına vardı kalbim. Damarlarımda kurumuş kan harekete geçti, aktı aktı ve köklerime ulaştı.

Güneşe erdiğim yerde özüme vardım. Gönlüme olan yolculukta köklerimin şanına kulak kabarttım. Gündüz gölgelendiren, gece pusula görevinde, yazın göğü neşelendiren, kışın kainata devinim kazandıran bir karaağaç oldum. Ne rüyalara eriştim, ne rüyalarla buluştum, göklerin istişaresiyle rehber, nice istiarelere daldım. Baharda cemrelerin merhametiyle uyandım da farkına vardım; rüyalarımı hangi mahlûkatı eşref görebilir? Beslendiğim suyun hangi zerresi bugüne gelebilmiştir? Bilemem. Anlatamam. Ancak bilebilirsiniz. Ben dimdik uzanırken göğe; siz gölgemde rüyalarımın hikmetine ulaşabilirsiniz.

Köklerimin beslendiği kudret, yapraklarımla göklere ulaşır. Sımsıkı gövdem beni göklere miraç kılar.

Güneşin battığı yere yaklaşıyorum…

Doğduğu yere karşı yeniden uzanmak için.

 

*: Şeyda Karakoç: 1993 yılında İstanbul’da doğdu. Abant İzzet Baysal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 4. Sınıf ve AİBÜ Köroğlu Yazarlık Mektebi Güray Süngü Öykü Atölyesi öğrencisidir.

 

 

Babamın Ayakkabıları

Emine Kara*

 

Kısılmış ve kızarmış gözlerinde bir şeylerin yorgunluğu okunur babamın. Yanaklarının yalnızca görünen yerleri kıpkırmızı kesilir; bazen soğuktan, bazen yorgunluktan…

Yorgunluk, öyle taş mı taşıdın da yoruldun? basitliğinde bir yorgunluk değildir elbette ki. Kaşlarının hemen bitişiğinden yukarıya doğru halkalanan o kıvrım ve kırışıklıkları görünce, zamanın bir adamın üzerinden hangi ağırlıkla geçtiğini anlar insan. Hafif seyrelmiş saçlarının beyazları olduğu gibi, dökülen kısımları da sakalına taşınmıştır sanki. Görünce bu yaşlılık belirtisi diyemez insan. Çünkü etrafının rengini de tutar getirir karşısında durana. Bu ise kocaman bir umut feneridir, bitmek bilmeyen bir şefkat ve muhabbet feneri…

Babam gülümsediğinde sanki ağaçların yarıdan yukarısı görünmez olur. Çünkü o gökyüzü gibi gülümser. Onun her tebessümü, gülümserlik katar bakana. Çok konuşmaz. Aldığı terbiye gereği nasihat eder bir duruşu vardır; yumuşak.  Sesinde söylediklerimi yaparsan huzurun olur tınısı vardır. Annem bu sesi duyduğunda yukarıda bahsettiğim gibi gülümser. Yıllar ve zamanın taşıdığı tüm ağırlıklar onların üzerinden geçtikçe onları birbirine o kadar benzetmiştir ki biri konuşurken öbürünü arar gözlerin, diğeri sustuğunda nedenini karşıdakinde bulmak ihtiyacı hissedersin.

Yoksulluk yıllarında kız kardeşim ve ben okula giderken, babam da işe giderdi. Yağmurlu günlerde biz babamın dönüşünü camda değil evin girişinde beklerdik. Ayakkabıları ıslanmış mı diye bakmak için. Çünkü sadece bir çift ayakkabısı vardı; birkaç helal lokması ve bir de ailesi…

İşte bu ayakkabılar dünyanın tüm kilitlerinden ve şifrelerinden ve hatta tüm güvenlik sistemlerinden daha güvenlidir. Tüm dağlardan daha sağlam bir duruşu vardır bu ayakkabıların kapı önünde. İster tozlu veya çamurlu, ister eski ve yıpranmış olsun, her zaman asil ve kale surları gibi dayanıklıdır. Ağırdır.

Babamın ayakkabıları hangi renge bürünürse ve hangi makam halılarının üzerinde gezinirse gezinsin, onlar her zaman adaleti, hakkaniyeti ve iyi niyeti temsil eden bir adamı taşımışlardır sırtında.

Bu sıcacık yüzün, sapasağlam duruşun, yumuşacık seslenişin ve huzur katan aydınlık gülümserliğin altında ezilen ve eriyen insan; bazen bu hoşluk yitip gidecek olsa ne olurdu diye düşünmeden edemez. Fakat annem, bu soru hiç sorulmamışçasına kurar cümlesini:

“Ayakkabısı kapının önünde dursun da para pul istemez.”

*: Emine Kara: *: 1999 yılında Sakarya Kocaali’de doğdu. Kocaali Beşevler İlkokulu ve Kocaali Atatürk Ortaokulu’nu ve Yenikent Anadolu İmam Hatip Lisesi’ni bitirdi. Abant İzzet Baysal Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü ve AİBÜ Köroğlu Yazarlık Mektebi Fahri Tuna Portre Atölyesi öğrencisidir.

 

Başkaldıran Çocuk

Kevser Nur Boztepe*

 

Babam orta boylu bir adamdı. Kavruk yanakları, bala çalan gözleri, seyrelmiş saçları, daima çatık kaşları, ağzından bir an bile düşürmediği sigarası... Hiç çakmak kullanmaz, peş peşe yakardı sigarayı.

Hayata karşı bir başkaldırıydı babamın sigara içişi. İçmek dediysem; öyle içer gibi değil yaşar gibiydi. Sigarasını gömleğinin sol cebinden hiç eksik etmez, sevmezdi cepsiz gömlekleri.

Ay otuz günse babam kırk gün çalışırdı. Kronikleşmiş hayat mücadelesi içerisinde bütün sıkıntıları omuzlamış, altında eziliyordu. İliklerine kadar yorgundu. Bal sarısı gözlerinin kan kırmızısı oluşundan bilirdim. Ruhu sızıdan nasıl uyuştuysa bedenine değen acıya önem vermediği zamanlar olurdu yine de yenilmez pes etmezdi.

Bir insan ancak bu kadar cesur olabilirdi. Bu kadar gözü kara. Bir o kadar da deli. Ve korkusuz...

Ve bir iğneden korkacak kadar çocuk.

Babamın içinde bir çocuk vardı. Çizgi film seyreder, Teksas Tommiks okurdu. Bu hayat ona göre değildi.

O minik kalbine göre hiç değildi be çocuk.

 

*: Kevser Nur Boztepe:1995 yılında İstanbul’da doğdu. Aslen Kırıkkalelidir. İstanbul Yamanevlar İlköğretim Okulu’nu ve Ümraniye Anadolu Lisesi’ni bitirdi. Abant İzzet Baysal Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü ve AİBÜ Köroğlu Yazarlık Mektebi Fahri Tuna Portre Atölyesi öğrencisidir.

 

 

Birinci Oturum

Emine Zozan Kaya*

 

Ya sen ne zannettin? Kayda geçti her şey, sen ne zannettin? Yapmam sanıyordun ya, yapmadın mı? Ve en çok yapmam sandıklarını yapmadın mı? Seyre dur herkes kapında. Unutmuştun ya o çocuğa vereceğin şefkati, bak o çocuk da kapında. Verecek neyin var şimdi? Kabul eder mi o çocuk cebindeki adaletsizliği? Yapmadın mı, sen ondan bihaber olmadın mı? Bedbahtlık sere serpe kapında. Süpürmeye çıksan kapını sormazlar mı? Sen nerelerden dönüp ne bıraktın bu kapıya. Sağ ayağın da mı sormaz… Binlerce paket iyi niyetin olması lâzım milyonlarca konserve özrün… Ne aklayabilir seni şimdi? Sahi sen değil miydin beyazı kirleten, bak beyaz da kapında.

Birçok şey isterdin biliyorum ve birçok şey istemezdin, dilin ile kalbin arasına barikatlar kuran da sendin. Ummuyordun ama o anne de kapında. Bazı insanları çok seven bazı insanlar vardı. Bazı insanları 'bazılıktan çıkaran’ o güzel insanları düşündün mü? Korkunç zevkler edindin korkun...

Baksana o açlığın fotoğrafı da kapında. Bir sabah uyanınca güller istedin, bir sabah uyanınca şölen. Bir sabah uyanınca eşsiz olmak istedin bir sabah uyanınca sefa. Ya bir sabah 'uyanamayınca?’ Düşünmedin ki… Oysa ölüm tehlikesi vardır hayatın. Ve hesabı da. Ekmek defterinin kabarıklığı sakın şaşırtmasın seni çünkü çöpteki ekmek de kapında. İnsan kendinden daha büyük ne kaybedebilir?

Girip çıktığın parça parça çamur kapında. Kimseyi öldüremez insan kendini öldürmeden. Bin bir yerinden zımbalı kalbin kapında. Oysa kan akması gerekiyordu kalbinden, yüzüne bir tutam kırmızılık. Tanınmaz hâle gelen edep kapında. Sığındığın yalan da terk etti ya seni, merhamet de son gemiye binip gitti ya. Şimdi hiçlik kapında.

O ulu(!) piramide neyi nasıl yerleştireceğini bilemedin. Kıyamadığın bozukluklarla bozuldun. On kalıp gördün onuna uydun. O şerbetçi, o şıracı, o topal sen oldun. Sırtına yapışacak pişmanlık kapında.

Sandık dolusu mühürlü görmezden gelmişliklerin, kokmuş dostlukların da gelmekte kapına. Henüz bu birinci oturum... Ya sen, ne zannettin?

*: Emine Zozan Kaya: 1997 Bursa İnegöl doğumlu. İnegöl Zeki Konukoğlu Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. Hâlen Sakarya Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Endüstri Mühendisliği Bölümü son sınıf ve Fahri Tuna Yazı Adası öğrencisidir.

bolu-dergi.jpg

Bu haber toplam 2545 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim