Yavuz Bahadıroğlu: Devlet ve feraset

Yavuz Bahadıroğlu: Devlet ve feraset
Ümmi insanların, ancak uzun eğitimler sonucu edinilebilen bu meziyetleri nasıl kazandıkları gerçekten de merak konusu...
Osmanlı Devleti’ni kuran üç lider, yani Ertuğrul Gazi, Osman Gazi ve Orhan Gazi, büyük ihtimalle ümmi (okur-yazar olmayan) idiler…
 
Buna rağmen müthiş bir kavrama kabiliyetleri vardı. İleri görüşlü ve analizci karakterlerdi. Gözü kara bir cehaletle değil, plânlı, kararlı, bilge ve âdil bir kimlikle yürüyorlardı…
 
Sanırım bunun sırrı, İslam’ın da teşvik ettiği “sohbet”tir. Sohbet olgusu Osmanlı sistematiği içinde gelişmiş, yaygınlaşmış, evlerden hanlara-hamamlara kadar tüm toplumsal mekânları kuşatmıştır.
 
Ayrıca da camilere “sohbet odaları” eklenmiştir. Yani camide, zaviyede, tekkede, medresede, kahvehanede, handa, hamamda ve ailede sohbet vardır…
 
Çocuklar belli yaşlara kadar “dinleyici”, belli yaşlardan sonra “konuşmacı”dırlar. Bir gönül adamının yönetiminde oluşturulan irfan meclisleri yürekleri pişirip ham karakterleri olgunlaştırmakta, böylece her ferdi geleceğe hazırlamaktadırlar.
 
Osman Gazi de bunlardan biridir. Ümmi (okuma-yazma bilmeyene denir) olmasına rağmen planlı-programlı olmasını, âdil olmasını, Bizans gibi bir hedefe yönelmesini, müptelâsı olduğu Şeyh Edebali sohbetlerine borçludur.
 
Bir “mürit” teslimiyeti ve sadakatine “Bey” kimliğini katan Osman, kısa süre içinde “mürşidi” tarafından keşfedilmiş, onu ustaca yoğuran “mürşid”, ortaya bir “terkip” ve “sentez” çıkarmıştır: Osman Gazikendisinden sonra gelecek padişahların da terkibi ve sentezidir!
 
Bu sohbetlerde olgunlaşıp piştiğini, Osman Gazi hissediyordu…
 
Bir taraftan adaleti, hamiyeti, şefkati, sadakati, izzeti, bölüşmedeki fazileti öğrenirken, diğer taraftan cıva kadar akıcı, ateş kadar yakıcı, aynı zamanda Hz. Ömer kadar âdil olmayı öğreniyordu: Bunlar bölgeye kök salmanın şartlarıydı.  
 
Şeyh Edebali, ya engin feraseti, ya da dillere destan kerametiyle, Osman Bey’in zatında “Osmanlı gerçeği”ni sezmiş gibiydi. Ama sezgilerin gerçeğe dönüşeceği ana daha çok vardı. “Osmancık”ın (böyle hitap edermiş) iyice pişip olgunlaşması gerekiyordu. İmtihanları bir bir vermeliydi…
 
Tekkedeki sohbetin uzadıkça uzayıp vaktin gece yarısını geçtiği demde, Osman Bey kendisine tahsis edilen taş hücreye çekildi. Hücrede yer yatağı dışında bir rahle, rahlenin üstünde de açık bir Kur’an-ı Kerim vardı. Yatağa girdi. Uyumaya çalıştı. Fakat rahledeki Kur’an gözlerinin önünden gitmiyor, bir türlü uyku tutmuyordu.
 
Kalktı. Abdest tazeledi…
 
Onu sabah namazına uyandırmaya gelenler, yatağını bozulmamış, kendisini ayakta dimdik buldular. Gözleri rahledeki Kur’an’da, elleri önünde idi. Sabaha kadar ayakta dikilmişti.
 
Durumu Şeyh Edebali’ye bildirdiklerinde, sordu: “Neden uyumadın?”
 
Osman Bey boynunu büktü, içten gelen bir teslimiyet içinde fısıldadı: “Kelam-ı Kadim karşısında ayaklarımı uzatıp yatmayı içime sindiremedim.”
 
“Ben dervişim, kızımı da benim gibi bir dervişe vereceğim” diyerek Osman Bey’e o güne kadar kızını vermeyen Şeyh Edebali, bu tavır karşısında çözüldü ve “Bu tavrınla bizden daha derviş olduğunu ispatladın” diyerek kızı Mal Hatun’u (Balâ veya Malhun Hatun diyen tarihçiler de var) Osman Bey’e nikâhlamayı ilk kez ciddi ciddi düşünmeye başladı. Bu süreç Osman Bey’in meşhur rüyasına kadar devam etti…
Bu haber toplam 409 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim