• İstanbul 17 °C
  • Ankara 22 °C

Tarık Akan’dan Yarım Saatte Öğrendiğim Arapça!’

Fahri TUNA

Türkiye’nin Zencileri Ne Yer Ne İçerler

1970’lerin Türkiye’sinde liseler beş gruba ayrılıyordu: İlk sırada Beyaz Türklerin çocukları vardı; Beyaz liselerdi onlar. Valinin, tümen komutanının, albayların binbaşıların, genel müdürlerin, il müdürlerinin, fabrikatörlerin zenginlerin çocukları giderdi onlara. Cumhuriyetin getirdiği, rejimi ayakta tutan ‘elitler’in çocuklarıydı onlar. Arada sırada –parasız yatılı kısımlarına- yüzde on kadar halk çocukları da girebilirdi o kadar. Adları o yıllarda şehir adıydı: Adapazarı Lisesi, Denizli Lisesi, Edirne Lisesi gibi. Orgeneral Kenan Evren’in ‘Atatürkçülük uğruna’ yaptığını söylediği 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra hepsinin başındaki şehirlerin adları mülga (iptal;) oldu, -istisnasız- hepsinin de adı Atatürk Lisesi yapıldı. Onların ardındaki ikinci sıra/grup da Beyaz Türklerinde ve boştu.

Şehirlerde üçüncü sırayı Ticaret ve - o günlerdeki adıyla – Sanat Enstitüleri alırdı. Daha çok orta sınıfın çocuklarını, ‘dükkânı ayakta tutabilsin’ düşüncesiyle gönderdiği Turuncu Liselerdi. Bir kısım köy çocuklarının veya köyden şehre gelip tutunmaya çalışan ‘kenar mahallelinin’ ‘muhasebeci olsun da hayatını kurtarsın’ yahut ‘zenaat öğrensin de bir fabrikaya atsın kendini’ kabilinden çocuklarını gönderdiği ‘orta sınıf okullar’dı.

‘İğrabdan Mahallimiz Bile Yok!’

Biz ise- tartışmasız ve şeksiz şüphesiz- Türkiye’nin zencileriydik; kendi içimizde ikiye ayrılıyorduk: Öğretmen Liseliler ve İmam-Hatipliler diye. İki okuldaki öğrenciler arasından çok az sayıdaki cami imamı ve birkaç mütedeyyin esnaf çocuklarını çıkardığınızda hemen hepimiz köy çocuklarıydık (o yıllarda ülkede köy/şehir oranı % 67 köylerin lehindeydi). % 25 kadarımız da – bugün Fen ve Anadolu Liseleri sınavı benzeri- parasız yatılı sınavlarıyla gelmiştik. Geniş halk kitlelerini, aslında bu iki okul öğrencileri temsil ediyordu. (Kırk sene sonrasına göz attığınızda TBMM’den bürokrasiye, basından ticarete, merkezin ve şehirlerin yönetimleri bu iki okul mezunlarının kontrolüne geçmiş durumdadır.)

Açık tenli zencilerdi Öğretmen Liseliler; zira onlar 1940’larda ‘rejimin teminatı’ olarak kurulan köy enstitülerinin devamıydılar; rejim tarafından az da olsa kollanan, göz kırpılan, göz yumulan bir yönleri vardı; bundan olmalı her iktidar/hükümet değişiminde hemencecik havaları değişiyordu. Biz koyu tenli zenciler için sonuç hiç değişmiyordu zaten: Bizdeki her yol Ankara’ya kapalıydı daima! Öğretmen Liseleri ülkenin ‘üvey evladı’ydı, biz ise o kdar bile değildik; ‘iğrabdan mahallimiz yoktu ki bizim!’ Ama bir şeyi de biliyorduk; daha doğrusu hissediyorduk: Biz aslında bu ülkenin aslî unsuruyuz! ‘Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner’di bir gün!

Sınıf Gecesinde Sunuculukla Başlıyor Çok Şey

Bizim 4/D’nin sınıf hocası ‘branşını tam olarak hiçbir zaman anlayamadığımız’, bugünse kendisini iyi anlayıp takdir ve taklit ettiğimiz İhsan Uzungüngör’dü. Yıl sonunda nefis bir sınıf gecesi hazırlattı bizlere; sınıfımızdaki her öğrenciye küçük-büyük mutlaka bir görev vererek. Şimdi Katar’da misafir profesör olarak görev yapmakta olan İlahiyat (Tefsir) profesörü, 999 Mehmet (adını mahkeme kararıyla Muhammed olarak değiştirdi) Aydın’a ‘yarı Arapça yarı Türkçe bir maç metni’ okutmuştu, maç spikerinin ağzından. Çok hoş bir mizahi metindi. Skeçler vardı içinde. Fahri Tuna’nın görevi ise gecenin sunulmasıydı; ilkokul dörtteki ‘Simitçi Mehmet’ piyesindeki rolümden sonra ikinci sahne alışımızdı bu; artık kör topal yerine getirmeye çalıştık da, o gün bugün bütün spikerlere/sunuculara daha bir dikkat eder olduğumu da itiraf etmeliyim!

Unutmadan: O günlerinizden fotoğraflarınız yok mu diye sormayın; var elbette, çok da var. ama her zaman bir kişi eksik: Kim mi? elindeki Lüpitel fotoğraf makinesiyle dört yıl boyunca bizleri çekip de bugünlere bir çok hatıra bırakmamızı sağlayan– sevgili sınıf arkadaşımız- Şükrü Sevinç; zira bütün fotoğrafları çeken oydu!

Seyyar Kitapçı ‘Çatlak’

İmam-Hatip Lisesi yıllarımız, bizlerin kitaplarla haşır neşir olduğumuz yıllardı aynı zamanda. Ben ortaokul yıllarımda Kemalettin Tuğcu serisini alt üst etmişim, -yaşıma hiç de uygun olmadığı hâlde- Şevket Süreyya Aydemir’in Atatürk’ün hayatını anlattığı ‘Tek Adam’ını (hâlâ elime nasıl geçtiğine hayret ederim) ve İsmet Paşa’nın hayatını anlattığı ‘İkinci Adam’ını bitirmiştim. Ortaokuldan sınıf arkadaşım Nurten Ordu’nun verdiği ‘Kıbrıslı’ gibi kahramanlık romanları da okumuştum.

Okulumuzun müdür yardımcılarından ‘Çatlak’ lakaplı bir Kur’an-ı Kerim Hocamız vardı: Sadettin Kolbasar; 1.60 boyuna rağmen 2.10’luk dev bir sese sahipti sanki: Sınıfta bir Kur’an okusun – hilafsız- bütün sınıflardan duyuluyordu, resmen duvarlar titriyordu; gözlerimle şahidim! Sadettin hocamız hafızdı; kalın camlı gözlüklerinin arkasından bizlere cin gibi bakan zeki bir çift göze sahipti; yıllar sonra öğrendik ki, bu ‘çatlak’ lakabı kendisine, bizden önceki nesiller tarafından, sık sık tekrarladığı ‘küllü hafizun çatlakun vel-patlakun’  (bütün hafızlar çatlak ve patlaktır) sözünden mülhem verilmişti.

Kolbasar hocamızın bir güzel huyu da ‘seyyar kitapçı’ olmasıydı. Yatılıyız ya, her akşam bir öğretmenimiz nöbetçi kalıyor başımızda, galiba on beş günde bir de nöbet sırası ona geliyordu. O akşam kitap panayırına dönüşüyordu ‘mütalaa sınıfı’mız. Yüzde yirmi beş otuz indirimli ve taksitli alış veriş yapıyorduk: Onun adına bir ağbi takip ediyordu elbette alış verişi. Elbette dini ağırlıklıydı yayınlar ama arada romanlar, hikâye kitapları da bulabiliyorduk! Şiir pek hatırlamıyorum doğrusu. Lise dönemimizdeki kitaplığımızın önemli bir kısmını ‘seyyar kitapçı’ Sadettin Kolbasar sayesinde edinmiştik!

Numan Yazıcı İle Gelen Büyük Doğu ve Diriliş

O zamanlar müdürümüz Matematik kökenli Şener Şentürk’tü. Şimdilerde her ağzını açışında Necmettin Erbakan’ı ve Milli Görüş’ü methedişinin aksine 1970’lerde müfrit bir MSP muhalifiydi ve okulunda siyasi ve/veya fikri oluşumlar istemiyordu. Danyal Topatan lakaplı başmuavinimiz Sapancalı Mohti Laz Yüksel Yılmazer (Allah selamet versin) daha çok disiplinden sorumluydu ve bu işi tatlı-sert çok güzel götürüyordu.

İşte tam da bu sırada, bizlerle beraber 1974’de okulumuzda öğretmen olarak başlayan, ilginç bir fiziğe sahip bir hocamız dikkatimizi çekmişti; uzun, ipincecik boylu, sakalsız bıyıksız, ciddi suratlı, disiplin ve vakar abidesi bir hoca. Hoca dediğime bakmayın kimimiz de onu son sınıf ağbisi zannederek yardım istiyorduk. Daha sonra ‘Tavil Numan’ (Türkçesi Uzun Numan) adını alacak olan bu hocamız, bize Arapça gibi - İmam-Hatipli jargonuna göre- ‘en kazık’ derse geliyordu; ders dışındaysa –neredeyse-her akşam yurttaydı ve biz bir grup edebiyat ve düşünceye yatkın öğrenciyi toplayarak Büyük Doğu’dan, Diriliş ekolünden söz ediyordu. Üstad Necip Fazıl’ı, Milli Türk Talebe Birliği’ni (1972-73 yılı genel merkez yönetiminde Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın da bulunduğu büyük öğrenci oluşumunu), şair, düşünce adamı Sezai Karakoç’u ve dergisi/öğretisi Diriliş’i hep bu idealist öğretmenimiz Numan Yazıcı’dan öğrendik biz. Rahmetle anıyoruz kendisini.

Tarık Akan’dan Yarım saatte Öğrendiğim Arapça

Benim için daha da ilginci, öğrencilik hayatımın en çok sevdiğim hocası Numan Yazıcı’dan, hayat bağlamında ne çok şey öğrendiysem, Arapça bağlamında da o kadar az şey öğrenmişliğimdir. Artık 6. Sınıftaydık (bugünkü ölçütlerle 11.sınıf) ve her yıl Arapçayı zor belâ geçebiliyordum: Hayatım boyunca hiçbir dersten ikmale kalmamıştım, Arapçadan da elbette. Ama bir türlü sevemiyor ve istediğim ölçüde öğrenemiyordum. Bir gün Allah’ın yardımıyla bir çözüm bulundu.

Tarık Akan lakaplı (ki o tarihlerde Tarık Akan Yeşilçam melodramlarının en popüler ve yakışıklı jönüydü), aslen Sivaslı, orta kısımdan itibaren İmam-Hatipli, zeki mi zeki, gönlü ne kadar zenginse kendisi o kadar çirkin mi çirkin bir arkadaşımız vardı. Adı Erdoğan Sevim’miş; ama hiç birimiz adının Erdoğan olduğunu bilmiyorduk; hep ‘Tarık aşağıya, Tarık yukarıya…’

Bir akşam gezintisinde (bütün yatılılar bilirler, ders bitimiyle akşam yemeği arasında yaklaşık bir saatlik serbest sürenin tadına doyum olmazdı, tek özgürlük süremizdi o bizim) bana dedi ki ‘Bu Arapça ne kadar kolay bir lisan!’, ‘Ne diyorsun sen Tarık, ağzından çıkanı kulakların duyuyor mu?’, ‘Vallahi billahi’, ‘Hadi be’, ‘Öğreteyim mi sana yarım saatte’, ‘Yok artık’, ‘Vallahi bak, saat tut hadi.’ Kolumdaki kadranı açık kahverengiye çalmış baba yadigarı Nacar’a baktım, 17.30’u gösteriyor. Stadyumun yanından Şeker Fabrikasına doğru yürümeye başladık.

‘Ketebe Ahmedün Bilkalemi; Arapça Bundan İbarettir İşte’

Başladı Tarık anlatmaya: ‘Arapçada cümleler ikiye ayrılır: İsim cümlesi, fiil cümlesi. Fiil cümlesinde fiil başa gelir. Ketebe, yazdı, fiil. Kim yazdı, Ahmet. Ketebe Ahmedün, ötüre gelir. Fail her zaman ötüredir. Neyle yazdı kalemle. Ketebe Ahmedün bilkalemi. Harfi cer denir bunlara. Be, min, an vs… önüne geldiği her kelimeyi esre okutur. Arapça dediğin bu kadardır işte!’ Yarım saat bile tutmamıştı bizim Tarık Akan’ın dersi. İki buçuk yılda Numan Yazıcı’dan – benim beceriksizliğimle- öğrenemediğim kadarını Tarık Akan’dan yirmi saatte öğrenmiştim.

İlk Arapça yazılısının sonucunu merak ediyor musunuz: Söyleyeyim, on üzerinden sekiz – ki tarih yazmamıştır- ve tahtaya kaldırılış, Numan hocadan zehir zemberek bir soru: ‘Fahri sen kopya mı çektin?’, ‘Hayır hocam’, ‘Görürüz bakalım şimdi sözlüde’, bir sordu iki sordu üç sordu, ben tak tak cevapladım. ‘Pek inanasım gelmiyor ama hadi hayırlısı bakalım’ sözleriyle beni yerime gönderişi...

Bir şey daha öğrenmiştim: Hoca ile öğrenci arasındaki bilgi uçurum sebebiyle öğretilemeyenleri, seviyesi yakın bir başka iyi öğrenci, daha iyi öğretebiliyor. Tarık Akan, pardon Erdoğan Sevim sonra ne mi oldu? Hukuk Fakültesini bitirdi, avukat oldu ama avukatlık yapmadı; uzun yıllardır Türkiye Gazetesi Ansiklopedi Grubunun başındaki isimdir.

 

28.02.2013

Bu yazı toplam 1377 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim