• İstanbul 20 °C
  • Ankara 23 °C

Cavit Akova’yla Gelen Milat: Futbol İlelebet Kapanıyor

Fahri TUNA

Barış Manço Yüzünden Aldığımız Ceza

Bilenler bilir; İmam-Hatipler Türkiye’deki en disiplinli okulladır. Hâlâ da öyle midirler, bilemem. Ve –maalesef- bu (o dönemlerde en azından) büyük bir korku, şiddet ve cezalarla sağlanırdı.  Adapazarı İmam-Hatip Lisesi’nde ise ‘şiddet çetesi’nin reisi Mustafa Karabulut’tu. Adapazarı İmam-Hatip Mezunları ikiye ayrılırlar aslında: 1- Mustafa Karabulut’tan dayak yiyen mezunlar, 2- Karabulut’tan dayak yemeyenler. Ki ben şu ana kadar Karabulut’tan dayak yemeden mezun olana rastlayamadım. Belki vardır da biz rastlayamadık. Faşizmin, köteğin destanını yazan adamdır Karabulut. Derste ne kadar şakacıysa, koridora çıktığından itibaren öfke seline dönüşüveren adamdır. Sigara içenlerin, kahvehane müdavimlerinin korkulu rüyasıdır; öte yandan yetimlerin öksüzlerin de ‘babası’dır. Disiplin çetesi reisinin yardımcısı –Adapazarı’nın gelmiş geçmiş en iyi Matematikçilerinden- Ali Gezici’ydi; o pek dövmez, daha çok elinde sopayla dolaşırdı.

İşin daha da kötüsü ‘Meslekçiler’ adıyla kategorize edilen Kur’an, Arapça, Hadis, Fıkıh dersleri öğretmenleri arasında yüzü gülene, öğrenciye iyi davranana pek rastlanmış değildir. Belki çok az istisnası vardı. ‘Ağır ol molla sansın’lar hükmünden mi geliyordu acep asık surat, bol tehdit, okkalı dayak… Türkiye’deki İslami hareketin kırsal kökenli olmasından olmalıydı herhalde bu: Başarı dayakla sağlanır zannediliyordu belki de. Ya da öyle görmüşlerdi. Aynı yaşlardayken şiddete maruz kalan bu adamların aklına ‘yanlışa dur’ demek gelmiyordu.

Televizyon yeni yaygınlaşıyordu 1970’lerde ve bizim lise kantinine, bırakın girmesini, girmesi teklif bile edilemeyen unsurlardandı. Her Cuma ve Cumartesi akşamı yurda son giriş saati 22.00’ydi. Biz de bir Cumartesi akşamı karşıda Selim’in kıraathanesinde televizyonda Barış Manço’nun konserine takılmış, 22.08’de gelmiştik. Aman, ne büyük suç… Karabulut sağanak yağmur altında bizi topladı (hayret nasılsa dövmedi), on beş kadar ‘geç kalandık’ ve doğal olarak da 11. Ve 12. Sınıflardık (mezuniyeti yaklaşanlardık). Karabulut Barış Manço konseri yüzünden sekiz dakikalık geç kalmışlığımızı ‘vatana ihanet’ suçuyla eş değer görmüş olmalı ki, o kış akşamında, gökten boşalırcasına yağan yağmur altında, ayakkabılarımızın içerisine giren su birikintilerinin içinde, ben diyeyim on, siz deyin on beş dakika kadar koşturup sucuk gibi ıslanmamızı sağlamış; faturayı böyle kesmişti. Dayak yemeden kurtulduğumuz için mutluyduk yine de biz; ucuz kurtulduğumuza şükrediyorduk!

Gümrükönü’ndeki Mehter Muharebeleri

Bir gün müjdeli bir haber duyuldu: Zannımca 1976 yılıydı… Adapazarı İmam-Hatip Lisesi’nin de artık bir mehteri olacaktı. Kim organize edebilirdi bunu? Elbette ki ‘branşını tam anlayamadığımız’ her branşın adamı İhsan Uzungüngör! Yardımcısı da zamanında okulumuz öğrencisi, Türkiye şampiyonu güreşçi, o günlerin çömez meslekçisi Rüştü Çilhoroz hoca.

33 kişilik mehterin büyük bölümünü bizimkiler oluşturuyordu; sınıfımızdan 1.90’lık Şefik Bozkaya’nın (otuz yıldır Almanya’da) sancaktar, Mustafa Emircan (Şair, emekli öğretmen), İrfan Soner’in (Terzi, Konya’da öğretmen), Şükrü Hoca (İlahiyatçı, halen Ferizli İmam-Hatip Ortaokulu Müdürü, kelime-i şahadet getireceği günleri bekliyoruz), Arif Hoca (Karaaslan, Samsun Termeliydi, otuz haneli Sütözü Köyünde imamken geçen sene rahmetli oldu, sadece üç kişilik bir cemaate sahipti, bunu nasıl başardığını sorduğumda ‘arkamdan dedikodu edenlere ana avrat bir küfrettim, dedikodu etmeyen üç kişiyle devam ediyorum’ demişti)  tuğ taşıdığını, Hakkı Baba’nın (Yıldırım, Akyazı’da adına türbesi var), Cevat Baba’nın (Kavas, Hendek’te emekli imam, ‘emekli olduk, hâlâ namaz kılmaktan kurtulamadık’ diyen muzip Gürcü) davul çaldıklarını, kafalarından büyük bıyıkları, kendilerinden büyük davullarıyla (ki, her ikisi de 1.55 boyunda 45 kiloydular) komik bir durum sergilediklerini de her imam-hatipli hatırlar.

Bizler için en güzel görüntü, en kışkırtıcı duygu mehter takımının (o zamanlar öyle tabir edilirdi) Çark caddesinden Gümrükönü'ne doğru o muhteşem yürüyüşleriydi; mehter iki sağa bir sola (tam da burada ülkemize en sık düşülen bir yanlışı, bir galat-ı meşhuru zikretmeliyim: Mehter ‘iki ileri bir geri’ gitmez, ‘iki sağa bir sola’ gider) yavaş yavaş yol alırken, caddenin iki tarafında yüzlerce kalabalık da onunla beraber yürürdü. Ama en güzeli Vilayet Binası önündeki 45-50 dakikalık mehter konserleriydi: Bugün Kent Meydanı denilen yerde, Ziraat Bankası’nın güney bölümünde binlerce Adapazarlının zevkten dört köşe dinlediği, birisi çıkıp ‘hadi Sakarya Meydan Muharebesi’ne gidiyoruz, Allah Allah Allah’ dese, binlerce kişinin ardından yürüyeceği duygularla izlerdik konserleri. Bu satırların yazarının emekli olduktan sonra on sekiz ay Güneydoğu’da, altı aydır da Balkanlarda şehir şehir dolaşmasında o konserlerin etkisi olabilir mi dersiniz?

‘İmam Önder Tuş, Yap Gönder!’

Şafiî mezhebinin kurucusu İmam Şafiî hazretlerinin enfes bir sözü vardır: ‘Benzerler arasındaki mücadele zıtlar arasındakinden daha şiddetlidir’ diye. Bu sosyolojik kanunun her daim yürürlükte olduğunu ben ilk kez Kapalı Spor Salonu’ndaki liseler arası güreş müsabakalarında hissedecektim.

O zamanlar sanki her lise bir spor dalında markalaşmış gibiydi Adapazarı’nda; Adapazarı Lisesi ‘futbol’ (daha sonra Süper Lig’de gol kralı olan Aykut Yiğit, Sakaryaspor’da oynayan Tamer İlaçan ve Nejat Ersin o takımdaydı), Ali Dilmen Lisesi ‘basketbol’, Arifiye Öğretmen Lisesi ‘voleybol’, Adapazarı İmam-Hatip Lisesi ‘güreş’ demekti.

Liseler arası güreş müsabakaları çok ama çok çekişmeliydi o yıllarda; kapalı spor salonu o okulların öğrencileri tarafından hıncahınç doldurulur, tribünlerden karşılıklı sloganlar atılırdı sürekli. Güreşte İmam-Hatip’i zorlayan tek lise Arifiye’ydi; o da biraz. Genellikle 8-2, 7-3, 9-1 bizim okul şampiyon oluyordu.

1970’lerin ortalarından itibaren siyaset (daha çok da ideoloji) çok ön plandaydı. Öğretmen okulları (ki tabii ki en başta da Arifiye Öğretmen Okulu) hükümetin değiştiği günün sabahında sağ veya sol hakimiyetince  ‘el değiştiriyordu’. MClerin (Milliyetçi Cephe) yoğun olduğu o günlerde daha çok ‘Ülkücülük’ hakimdi Arifiye’ye. Adapazarı Kapalı Spor Salonunun –girişe göre- sağ tarafını dolduran binlerce Arifiyeli öğrenci kardeşimiz güreşçileri mindere çıktığında ‘Sakarya ovası Bozkurt yuvası’ diye ortalığı inletiyor, bizimkiler çıktığında ise biz ‘İmam önder tuş yap gönder’ diye sloganlar atıyorduk. Halbuki iki taraf da ‘zenciler’dik; ton farkımız vardı sadece. Ana hatlarıyla benzer rüyaları görüyor, benzer hayatları yaşıyorduk. Hatta iki kardeşin yahut amca, dayı çocuklarının karşı tribünde olduğu çoktu. Ama birileri bu ülkenin ‘has’ ve ‘gariban’ çocuklarının bir kısmına ‘Ülkücü’, diğer bir kısmına da ‘Akıncı’ yaftası yakıştırmış, ‘hasım/düşman’ etmişlerdi. Polisler azıcık gözden kaçırsa çiğ çiğ yiyeceklerdi birbirilerini; öyle günlerdi onlar.

Cavit Akova’yla Gelen Bir Milat: Futbol İlelebet Kapanıyor!

Adapazarı İmam-Hatip Lisesi tarihinde futbol ilelebet hep ‘ikinci sınıf’ hatta ‘üvey evlat’ muamelesi görmüştür! Bunun çeşitli sosyal veya kültürel sebepleri olabilir. ‘Futbol topu Hz. Hüseyin’in kafasıdır, oynayan da Yezit’tir’ gibi bir hurafenin, bir safsatanın bunda etkisi var mıdır, bilemem! Kırsal kökenli bir harekette –maalesef- bu durum sürpriz sayılmamalıdır!

1975 yılıydı sanırım; benim de yedeklerinde yer aldığım – ‘ben futbol oynadım; ama hep yedek oynadım’ diyen fotoğraf sanatçısı Nevzat Yıldırım’ın kulakları çınlasın) bir futbol takımımız vardı bizim. Kalesinde Yusuf Bağlar’ın (1999 depreminde rahmetli oldu, dünya tatlısı bir ağbimizdi, ‘Yusuf Bağlar gol yer ağlar’ sloganıyla çok kızdırırlardı onu), Sait ağbi ile Cavit ağbinin (Akova) stoper/libero oynadığı, Fikret ağbinin (Öztürk) orta sahada bir maestro gibi takımı yönettiği iyi bir takımdı o. Düşünün üç-dört sene sonra gayrı federe kulüpler arasındaki maçlarda Adagücü’nün gollerinin yarısını atacak olan Sırık Fahri’nin bile yedek kaldığı bir takımdı o.

Sanat Enstitüsü (I. Endüstri Meslek Lisesi) ile –o zamanlar zemini toprak-kum karışımı olan- Adapazarı Atatürk Stadyumu’nda maça çıktık. Maç ortada gidiyor… derken 28’inci dakikada saha karıştı: Hakem kırmızı kartını çıkarttı ve bizim takımın yıldızı Cavit Akova’yı attı dışarı. Maçı da 6-1 kaybettik. De, asıl fırtına ertesi sabah koptu:

Meğer Cavit ağbi orta hakeme ana avrat sövmüş. Daha da kötüsü, maçın orta hakemi Cavit ağbinin dayısı. Maçtan sonra karakolluk olunuyor. Okul yönetimi o gece karakollardan yalvar yakar öğrenci topluyor; kimi davalı, kimi şahit, kimisi şu bu…

Okulumuzun kibar ve centilmen müdürü Şener Şentürk Cuma günü tatile çıkarken yapılan İstiklâl Marşı töreninde ‘vecize’sini açıklamaktan kendini alıkoyamıyordu: ‘Benim öğrencim karakolluk olamaz, benim öğrencim kimseye küfür edemez. Ben bu okulda müdür olduğum sürece futbol tedavülden kaldırılmıştır! İşte o kadar…’ Müdürümüzün o kararı –ilelebet- hükmü kazanacak, o günden bu güne neredeyse kırk yıl geçecek, futbol Afrika’nın en ücra köşesindeki kabilelere bile girecek ve sevilecek ama Adapazarı İmam-Hatip Lisesi’ne futbolu ‘yeniden getirmek’ kimsenin de aklına gelmeyecektir’

O küfür vakasından sonra köprünün altından çok sular geçer; Cavit Akova, Siyasal Bilgiler mezunu bir tüccar, şehrin önemli aktörlerinden birisi olur; keresteci bir ailenin çocuğudur, bir süre sonra vergi rekortmeni de olur; çok zeki, çok sosyal, üretken ve sevimli bir ağbimizdir. Hâlen de Adapazarı Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi okul aile birliği başkanıdır.

Vurdu Kırdılı Filmler Atlas’ta Saray’da mı Yoksa Bizim Okulda mı?

1970’lerde Adapazarı’nda sinemalar çok ama çok revaçtadır, tüm Türkiye’de olduğu gibi. Ve Adapazarı sinemaları ikiye ayrılır: Türk filmi oynatanlar, tabirimi mazur görün;- gavur filmi oynatanlar diye. Yıldız, Saray ve Atlas yerli film oynatmaktadırlar, Yeni, Melek ve Fitaş ise yabancı.

Benim de içinde bulunduğum ‘zenciler/ülkenin alt kültür grubu’ tabiatıyla ‘yerli filmci’yizdir; o zamanlar her sinema çift film gösterir: 5 (yazıyla beş) liraya girersiniz, ilk film bitince on dakika ara verilir, sinemanın kafe kısmına geçersiniz sade Neşe gazozuyla nefis Adapazarı simidini, büyük bir iştahla ve zevkle taam eylerken bir yandan da fondaki ‘Neden saçların beyazlanmış arkadaş, seni de benim gibi, ağlatan mı var?’ şarkısını belki bininciye; ama zevkle dinlersiniz. Sonra da ikinci film, esas film, ki muhtemelen ya Cüneyd Arkın’ın ‘Baba’sıdır ya da Çirkin Kral’ın (Yılmaz Güney) ‘Arkadaş’ı… Yılmaz Köksal da olabilir, Cihangir Gaffari de. Çok seyrek –ki o daha çok ilk filmdedir- Parçala Behçet lakaplı Behçet Nacar da.

Ferdi Tayfur ‘Çeşme’yle yeni patlamış, üst üste dört hafta ‘kapalı gişe’ oynayacak kadar büyük ilgi görmektedir; bazen Köroğlu, bazen Karaoğlan, bazen de Malkoçoğlu Cüneyt Arkın hem tarihi filmlerde, hem de ‘avantür’de yani vurdulu kırdılı da ‘malı götürmekte’dir. Orhan Gencebay, Ahmet Özhan da şarkılı türkülü filmlerle ilgi görmektedir.

Biz hafta sonlarını mekân tutmuşuz; Cumartesi kahvaltıdan sonra Atlas’tayız, öğleden sonra Saray’da (farkında mısınız dört film oldu), Pazar sabahları ise Yıldız’da. Yerimiz garanti. Pazar öğleden sonra okulun karşısında ‘Tito’nun Kahvesi’nde Cenk Koray’ın sunduğu Pazar Stüdyosu’ndayız. Zira on beş dakika eğlence, on beş dakika canlı maç bağlantısı var.

Ve bir ayrıntı; ama çok önemli bir ayrıntı: Bize sinemaya gitmek yasak! Karabulut çetesinin kılı kırk yararak ve yakaladığını sinema kapısında pata küte döverek uyguladığı bir yasak bu: Adapazarı İmam-Hatip Lisesi yönetimi, sanki ‘vebalıymış gibi’ tüm öğrencilerine ‘sinemaya gitmeyi’ şiddetle yasaklamıştır. Ama –helâl olsun o yiğitlere ki- okulun yarısı ‘dayağı ve disiplin kovuşturması’nı göze alıp sinemaya ısrarla da gitmişizdir!

Absürtlüğün/saçmalığın daniskası olan bu kararı geçen kırk yıllık sürede iki kez daha hatırladım: Biri Mustafa Topkara’nın üç dört sene önce yazdığı ve tümüyle katıldığım ‘The İmam’ yazısı, diğeri de kızım Ayşenur geçen sene ‘Baba, ben film yönetmeni olmak istiyorum, Boğaziçi’nde edebiyat okuyup yönetmen olacağım’ dediğinde… Nereden nereye?  Babalarının ‘sinemaya gittiği için dayak yediği’ bir dönemden, çocuklarının ‘yönetmen’ olmak istediği günlere: Bu değişim, bu ilerleme Türkiye’nin fotoğrafıdır. Ve Türkiye’deki asıl gelişme ‘fert başına düşen milli gelir’in on bin doları aşması değil, ‘sopayla hizaya getirilmeye çalışılan’ bir neslin çocuklarının artık şair, hikâyeci, senarist, yönetmen, ressam, fotoğraf sanatçısı, hattat olmaya başlamasıdır; -(Atatürk’ten mülhem)- söylemenin tam da yeri ve zamandır: Yeni nesil, Türkiye sizin eseriniz olacaktır, ileri!

 

07.03.2013

Bu yazı toplam 1316 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim