• İstanbul 23 °C
  • Ankara 27 °C

Koşun, Ağlayan Hoca Gelmiş!

Fahri TUNA

‘Adam Baksana, Ağlayan Hocamız Gelmiş!...’

Bir iki dakikalık bir sükut sarmış dört bir yanı; ihtiyarlar gelenleri didik didik ederek bakıyorlarmış; ha çıkardılar ha çıkaracaklar… bir türlü olmuyormuş. Zihinlerindeki binlerce kayıtlı simayı, on binlerce hatırayı, yüz binlerce cümleyi –yıldırım hızıyla- gözden geçirmişler.

Ve çakır gözlü, nur yüzlü kadın sevinçle, gözleri parlayarak bağırmış: ‘Adam baksana, ağlayan hocamız gelmiş! Hani uzaklara bakıp bakıp ‘annemi özledim’ diye ağlayan hoca!..’

Şaşkınlığı, aksakalının arasından süzülen bir çift sevinç gözyaşına dönüşen yetmiş beşlik ihtiyar; ‘Hay aklınla çok yaşa kadın! Hem de ki bizim ağlayan hoca bu!’ diye cevaplamış.

Sarmaş dolaş olmuşlar; yıllar sonra kavuşan baba-oğul, hala-yeğen gibi sarılmışlar birbirlerine hasretle. Ömer Seyfettin’in ‘Forsa’ hikayesine nazire yaparcasına hasretle, özlemle, coşkuyla konuşmaya, anlatmaya başlamışlar.

‘Buna da Şükür Ya Rabbi!’

‘Ağlayan Hoca’ tanımlamasına önce çok şaşırmışlar misafir. ‘Senin ne anlattığın değil, nasıl anlaşıldığın önemlidir’ vecizesini hatırlamış. Zaten orta yaşlı adam ‘kendisinin hatırlanmasından ziyâde, nasıl hatırlandığını’ merak ediyormuş.

Eşine dönmüş, derin bir iç geçirerek: ‘Buna da şükür hanım! Ya daha kötü bir şeylerle hatırlasalardı?’ diye tebessüm etmiş, eşi de başıyla onaylayarak, katıldığını göstermiş ona.

Kötü Talihine Söylene Söylene

Hikâye meşhur. Tarihin bir diliminde, memlekette kadrolu imambuygulamasına geçilmemişken, köyün birine hoca tutulmuş. ‘Hane başına iki kile buğday (bir kile iki teneke, yani hane başında 72 kilo buğdaya tekabül ediyor) karşılığında bir kışlığına kavilleşilmiş. Cemaat memnun, hoca memnun, günler gelip geçerken. Derken, bizim imam yatsı namazını kıldırırken, her insanın başına gelebilecek şanssızlığı yaşamış, yellenme sesi çıkartmasın mı? Mahcubiyet, rezillik diz boyu. Haktan hukuktan, buğdaydan vazgeçip bırakıp gitmiş, kötü talihine söylene söylene.

Aradan ben diyeyim yirmi beş, siz deyin otuz sene geçmiş. Yellenen hoca ‘benim olaya şahit olanlar ölmüştür, gençler de zaten hatırlamaz, şu köye ben bir kere daha gideyim’ diyerek, yayan yapıldak yola koyulmuş. Köye beş altı yüz metre kala, yeni yetme (yetişme de olabilir) bir delikanlı koyun otlatıyormuş.

‘-Eyvah ki Eyvah! Köye Milat Olmuşuz Meğer!’

Hoca çocuğa gür sesiyle ‘Selamün aleyküm delikanlı’ diyerek okkalı bir selam vermiş. Gün boyu koyunlardan ve yoldaşı Tomar’dan (köpeğine taktığı isimmiş) sonra ilk defa biriyle karşılaşmaktan mutlu delikanlı, sevinçle ‘Ve aleyküm selam amca, hoş gelmişsin’ sözleriyle selamı almış.

Hâl hatırdan sonra Hoca, ‘kaç yaşındasın bakalım sen evladım?’ diye sormuş. Delikanlının cevabı yürek hoplatan türden olmuş: ‘Bilmiyorum ki amca. Anama ne zaman yaşımı sorsam ‘Sen Köy Hocasının yellendiği sene doğmuştun’ diye cevap veriyor…

Bizim hocanın beynine ve kalbine yüzlerce ok saplanmış sanki; dünya başına yıkılmış adeta. Biraz kendisine gelir gelmez karar vermiş: ‘Bırak unutulmayı, bizim yellenme köye milat olmuş arkadaş, en iyisi ortalıktan kaybolmak!’ ‘Allaha ısmarladık evladım.’ diyerek çekip gitmiş, geldiği yöne doğru.

‘Burada İnsanlık Yedi Yıldızlı, Ne işimiz Var Bizim Beş Yıldızlı Otelde?’

Bu hikâyeyi hatırlayan elli yaşlarındaki karı-kocanın yüzünde güller açılmış, tebessümler çoğalmış. Şükür Fatihaları okumuşlar…

Bir zamanların anlı şanlı muhtarı, genç imamın (belki çocuk imamın demek daha doğru da olabilir, zira on sekiz yaşındaymış o zamanlar) hamisi; tek odalı ikinci evini ve sofrasını açan şimdinin ak sakallı nur yüzlü ihtiyarıyla, görev yaptığı sürece çocuk imamın üzerine kendi oğullarından çok titreyen nur yüzlü kadın, sevgilerinin en temiz ve en lezzetlilerini kattıkları bir sofra hazırlamışlar hemen!

Evin gelini gelmiş o sırada tarladan, ‘Aaa bu bizim gömleğinin etekleri dışarıda dolaşan hocamız’ diye konuşmuş, az sonra kömür ocağındaki mesaisinden gelen evin oğlu ‘aman benim yol arkadaşım, yoldaşım, yarenim gelmiş’ sözleriyle atlamış misafirin boynuna!

Sofraya oturmuşlar; ne yemeklere doyabilmişler, ne sohbete… Israrlar edilmiş ‘Ne olur bu akşam misafirimiz olun, anlatalım’ diye. Ünlü bir tatil köyüne giderken buraya uğrayan orta yaşlı adamın hanımı, söylenmeden edememiş eşine: ‘Ne işimiz var beş yıldızlı otelde bizim! Buradaki insanlık yedi yıldızlı!..’

‘Batan Güneş Beni de Al, Durmam Artık Bu Yerlerde!’

Bir zamanların çocuk imamı, yemek sonrası çocukluk arkadaşını da yanına alıp camiyi, çeşmeyi ziyaret etmiş, sokakları dolaşmışlar.... Otuz üç yıldır hiç imamlık yapmadığını hatırlamış çocuk imam; cübbeyi almış, sanki dün çıkartmış gibi sevip okşamış, sırtına geçirmiş ve namazını eda etmiş!

Yine köyün ilçeye, geniş ovaya bakan tepeliğe Öteyüz Tepe’sine gitmişler, ilçenin ışıkları yanmış, yine hüzünlenmişler iki kadim dost! İbrahim Tatlıses’in ‘Ayağında kundura’ ile yeri göğü inlettiği, Ferdi Tayfur’un ‘Batan güneş, beni de al, durmam artık bu yerlerde’sini yad etmişler iki yaren.

O telefonsuz, habersiz, insansız, memleketinden beş yüz kilometre uzaktaki zor günlerini tekrar yaşamış orta yaşlı adam! Gözleri çakmak çakmak olsa da, ağlamamış bu kez. Hem artık gömleğin etekleri de dışarıda değilmiş!

‘Bu İmam Çok Durmaz Dediydim Ben!’

Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi, her iki tarafı da geçmişin gizemli dehlizlerinde dolaştıran bu güzel ziyaretin de sonu gelmiş: Veda etmeden önce nur yüzlü ihtiyar noktayı şu sözlerle koymuş: ‘Ayşe, bu imam geldiğinde dediydim sana, hatırladın mı? Gözlerinden belli, bu hoca akıllı, çok durmaz bu köyde, gider’, nitekim iki ay sonra mühendisliği kazanıp gittiydi!’

Bu sözlere Çukurçayır günlerine kanatlandı yeniden misafir adam; yatılı okuduğu için ‘zorunlu hizmet’le tayinini, vilayetinden beş yüz kilometre mesafede henüz on sekiz yaşındayken yaşadığı hasreti, tattığı sıla duygusunu, sıla özlemine dayanamayıp maaşının üçte birini köydeki sağır ve yaşlı imama (Halil İbrahim Amcaya) vererek sık sık memleketine gidişini, Çukurçayır’da toplam otuz üç günlük imamlığını hatırladı bir bir.

Bir Telgraf: ‘Mühendisliği Kazandın, Bekliyoruz!’

Ve bir şeyi daha; bir Salı günü onu adeta göklere uçuran dayısı İsmi Erdoğan’dan gelen telgrafı hatırladı: ‘Yeğenim, SDMMA İşletme Mühendisliğini kazandın. Hayırlı olsun! Kayıt için bir hafta içinde bekliyoruz.’

Aynı gün ilçenin müftülüğüne giderek memuriyetten istifasını hatırladı. Veda edişini, üç beş parça kırık dökük eşyasını. Adeta kanatlanarak köyler, ilçeler, şehirler geçip, şehrine ve mühendisliğe koşuşunu…

Kendisine evini açıp yatak yorgan veren cennetlik muhtar Kadir Amcayla, onu kendi çocuklarıyla aynı sofrada besleyen cennetlik Ayşe Teyzenin mavi gözlerinin içinde kaybolup gittiler, uzaklara doğru orta yaşlı adamla eşi.

‘Ağlayan Hoca’ da Kim? Benim!

Bütün bunları, bu kadar detayı nereden biliyorum ben.

Sormayacak mısınız? Sorduğunuzu duyar gibiyim.

Söyleyeyim:

O orta yaşlı adam bendim çünkü;

Bendim, Fahri Tuna.

Yanımdaki bayan da eşim Gülseren!

22.03.2013

Bu yazı toplam 1384 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim