• İstanbul 12 °C
  • Ankara 12 °C

‘Sizde Yunan Kanı mı Var, Laikliği Nasıl Bilmezsiniz?’

Fahri TUNA


Sülüsü Aldığımız Gibi Doğru Denizli’ye

15 Kasımda başladığım Sakarya Gazetesi serüvenim 1984’ün 15 Nisanında askerliğim sebebiyle sona eriyordu. O gün Sakarya Gazetesinde pastalı bir veda günü düzenledi bana gazete yönetimi. Fotoğrafı arşivimdedir. Müdürler, muhabirler, teknik servis; hoş bir anıdır benim için. Spor servisinden çıkıp, Yedek subay adayı olarak 16 Nisan günü öğlene doğru İzmit’te oturan rahmetli İsmail dayımla (Usta) Tuzla Piyade Okulu’nun yolunu tuttuk. ‘Dayı dedim, gel doğru dürüst son bir yemek yiyelim senle, bir de içeride sıraya sokup kafayı 3 numaraya vururken kaba davranıyor acıtıyorlarmış. Sivil bir berbere gidip bir de tıraş olayım!’

Dünyanın gelmiş geçmiş en bonkör, en cömert adamlarından biri olan İsmail dayım kışlaya teslimden önce son bir İskender ısmarladı, üstüne de 3 numara tıraş. Sarıldık, vedalaştık, helâlleştik. ‘Bismillah’, Tuzla Piyade Okulu’ndayım artık. Saate baktım 14.15. Gidip buldum meydanda bizim gibileri. Büyük bir kalabalık, kura çekiyorlar. ‘Tamam dedim yedek subay kurasına yetiştim.’ A, o da ne, sonradan yüzbaşı olduğunu öğrendiğim bir rütbeli, ’15 dakika önce yedek subay kuraları doldu. Siz yeni gelenler, direkt er oldunuz. Şu heykelin altına toplanın da nereye gideceğinizin kurasını çekin’ dedi. Meğer on beş dakika ‘geç kalarak direkt er’ olmuşuz. Zaten yedek subay kurası çekenlerin de üçte ikisi er olacakmış. Kısmet dedik. Kurayı çektim torbadan, ‘Denizli Piyade Er Eğitim Tümeni, hayırlı uğurlu olsun’ dedi kayıt yapan asker. Sülüsümüzü (sülüs Arapça üç manasındaki selaseden gelmiş olmalı, üç günlük yol mühleti yazan bir belge) alıp Atan Kardeşler otobüsüne bindik, doğru Denizli.

 

Denizli’de Bizi ‘Mehmet Beyler Geldi’ diye Karşıladılar

 

‘Tozu, horozu, kızı meşhur’ denilen Denizli’nin güneye doğru yaslandığı Babadağlar vardır. Şehir Stadyumundan sonrası askeri birliktir. 12.Piyade Alayına teslim oldum. 240 sekiz aylık ermişiz biz; bizi 4.Bölüğe, Çavuş Talimgâh Bölüğü’ne ayırmışlar, hepimizi. Meğer ‘dört aylık’ uygulaması bitmiş, Genelkurmay bizimle ‘sekiz aylık’ uygulaması başlatmış. İlk uygulama da bize denk gelmiş. Hayırlısı artık. 19 Nisan 1984, ‘bismillah’ deyip başladık. Çavuş Talimgâh 4. Bölüğü acemi ocağı. 480 askeriz. 120’şerden dört takım. İlk iki takım yurdun dört bir yanından gelmiş lise mezunu gençler, yirmi, yirmi bir yaşlarından hepsi, 1 Martta başlamış onlar. 64/1 tertipler yani. Biz onlardan elli gün sonra gelmişiz. 64’e bir buçuk diyorlar, dalga geçiyorlar bizle.

O sırada bir genelleme mevcut askeriyede. Yirmi aylıklara ‘mehmetçik’ diyorlar, lise mezunlarına ‘mehmet çavuş’,  sekiz aylıklara yani biz üniversite mezunlarına ‘mehmet bey’, yurt dışından gelip parayı basan ve sadece bir ay askerlik yapanlara da ‘mehmet ağa’ diye isim takmışlar; Türk milletinin mizahi zekası işte.

 

Kaymakam Mustafa, Bitıfıl Osman, Büyük Ekrem, Küçük Ekrem…

 

Eğitimler başladı, bizim manga –her manga gibi- yirmi kişilik. En başta iki metre boyunda İzmirli Hikmet Tırmıkçı var. Ben orta boylu olduğumdan (1.74 boy, 66 kiloyum o zaman) manganın 11. adamıyım, ortalardayım yani. Önümde hemşerim ressam/resim öğretmeni Merih Ercan var, ardımda Siirtli Arap kökenli Raci. Tekmil vermeyi öğretiyorlar bize, sağa dön, sola dön vs. Bir şey dikkatimi çekiyor, tekmil denemelerimizde hemşerim Merih Ercan memleketini ‘Sakarya’ diye söylüyor, ben ise ‘Adapazarı’. Bakıyorum da askerlikten sonraki otuz seneye, benim ‘Adapazarı’ tutkum, takıntım, hastalığım o zamandan beri varmış meğer. Zira insanlar yaşadıkları şehirle ifade ederler kendilerini, vilayetle değil, zannımca.

240 sekiz aylığın en genci yirmi beş yaşında olan ben ve benim gibi sene kaybı olmayanların olduğu ortaya çıkıyor. En yaşlımız da 38 yaşındaki kafasında tek saç kalmamış Adanalı Adem Baba. Ortalama otuzlu yaşların başlarında arkadaşlarımız. Hemen herkes bir meslek sahibi; Hakim, savcı, kaymakam, muhasebeci, bankacı, gazeteci vs.vs… Dini hassasiyeti olanlar, namaz kılanlar ortaya çıkmaya başlıyor kısa sürede. Zaten gittiğimizden on gün kadar sonra, o meşhur Denizli sıcağına, meşhur tozuna bir de mübarek Ramazan oruçlarımız ekleniyor. İki yüz kırk sekiz aylık arasında yirmi kadar kişiyiz sahur yemeğine kalkan. Onlarla daha bir kaynaşıyoruz doğal olarak. Malatya Yeşilyurt Kaymakamlığı’ndan kışlaya gelen, aynı zamanda hikâyeleri Mavera’da yayımlanan Niğde Borlu Mustafa Everdi (askerlik boyunca hep Kaymakam diyeceğiz ona),  Yozgatlı Ziraat Yüksek Mühendisi Osman Güzel (ona ‘Bitıfıl Osman’ lakabını takmıştık), Balıkesir İvrindi ilçesinde muhasebecilik yapan küçücük, sarışın, tertemiz yüzlü, cennetlik bakışlı Ekrem’e ’Küçük Ekrem’, aslen Ordulu, İstanbul’da avukat, entelektüel adam, diğerine göre daha irice ve uzun boylu olduğundan da ona ‘Büyük Ekrem’ dedik, yine aslen Balıkesirliydi sanırım İstanbul’dan Avukat Mehmet Üstündağ var, onun adı sadece Mehmet oldu. Konya Kadınhanı’ndan muhasebeci Fatih Büyükoflaz var bir de. Bu yedili (beni de saymayı unutmadınız değil mi) molalarda çam diplerinde çayı ve muhabbeti demlendiriyoruz semaverde.

 

Yıldız Adayına Soruyorum; ‘Adınız?’ ‘Aykut Kocaman’ Diyor Temiz Yüzlü Genç.

 

Derken kırk günlük acemilik bitti, Ramazan bayramı da geldi, 28 Haziran -1 Temmuz arasında dört günlüğüne bayram iznine gönderdiler bizi. Bir yaşını doldurmak üzere olan oğlum Ahmet Arif’le, eşim Gülseren’le ve ahbab-ı yâranla (sevdiğim dostlarla) güzel bir bayram geçirdik. O zamanlar 1 Temmuz 1.Ligde (bugünkü adıyla Süper Lig’de) transferin ilk günüydü. Sakaryapor’umuz da Süper Ligin tozunu atıyordu. Başkan Tuncer Tepe iddialı, vizyon sahibi ve yıldız transferle sonuca giden bir başkandı. Şimdi Kent Meydanı olan yerin güneyindeki imar adasında o zamanlar Atan Kardeşler yazıhanesi vardı. Üstünde de bir yanı Atatürk Bulvarı’na, diğeri Valiliğe bakan Sakaryaspor kulübü. (Eski MSP binası). 1 Temmuz günü transferin ilk günü, bir gün sonra Denizli’ye yola çıkacağım. Kulüpteyim ve Sakarya Gazetesi Spor Müdürü Hüseyin Komite ağbimize yardım ediyorum. Galatasaray’da gözden düşen milli kaleci Eser (Özaltındere) ile santrafor Sinan (Turhan), Fenerbahçe’den de sağaçık Tavşan Mustafa ile orta saha oyuncusu Özcan (Kızıltan) imza attılar o gün yeşil siyahlı kulübümüze. 6-7 tane de yıldız adayı, bıyıkları henüz terlemiş, yirmili yaşlarına girdi girecek genç yeteneğe de imza attırdılar o gün. Komite ağbi 4 yıldız oyuncuyla röportaj yaparken, benden de rica da bulunuyor: ‘Fahri’ciğim, şu gençlerin hayat hikâyelerini de sen alıver!’ Ustamız bu, çırağa ne düşer; gereğini yapmak. Otuz yaşlarında, sakallı, saçları seyrekleşmiş biri terbiyeli yüzlü birini kolundan tutup bana getiriyor, ‘bak bu delikanlı ileride çok ama çok büyük futbolcu olacak, ne olur buna geniş yer ayırın!’ diyor. Şöyle bakıyorum, çelimsiz, boyu 1.70 ya var ya yok, irice kafalı, temiz yüzlü biri. Kalem kağıt elimde soruyorum: ‘Adın?’  ‘Aykut Kocaman’ diye cevaplıyor delikanlı. Daha sonraları üç kez gol kralı olacak, milli olacak, Fenerbahçe’nin başına başarılı bir teknik direktör olacak Aykut Kocaman’ın Sakaryaspor macerası o gün orada başlıyor.

 

Akabe Kitabevi, Denizli’nin Pidesi, Horozu ve Tarihi Camii

 

İzin dönüşü, acemiliğimiz de bitmiş, bizi ne yapacaklarını, bize ne görev vereceklerini bilemiyorlar. Birkaç gün sonra kim akıl ediyorsa ediyor, 240 kısa dönem er olarak bizleri, 64/2 olarak Temmuzda askere alınan çavuş adaylarının başına ‘hoca’ olarak görevlendiriyorlar. Yine kura, Kaymakam, Fatih Büyükoflaz, ben acemiliğimizin geçtiği aynı bölükte kalıyoruz, Küçük Ekrem’le Büyük Ekrem, ‘Belâ Yusuf’un 1. Bölüğü’ne, Bitıfıl Osman ve Mehmet (Üstündağ) Makineli Tüfek Taburu 1 ve 6. Bölüklere… görevimiz 1 dönem (dört ay) acemi çavuş adaylarını eğitmek.

Bizim ‘yedili çete’ ilk mekânımız 4.bölük çamlığında semaver muhabbetinde her akşam; ne muhabbetler, ne muhabbetler. Memleketi kurtarıyoruz… Her hafta sonu şehre inip sahipliğini dünya tatlısı bir Denizlili olan Kamil Gökalp kardeşimizin yaptığı Akabe Kitabevi’nden kitaplar alıyoruz, Ali Bulaç’ın ‘Kur’an Meali’ ile Cahit Zarifoğlu’nun ‘Yaşamak’ını alıp okumaya başlıyorum kıtada. Denizli Pide Salonu’nda (sahibi tertemiz yüzlü,  Nur sempatizanı Muharrem adında bir ağbiydi) enfes pideler telezzüz eyliyoruz. Alaya dönerken büyük bir horoz heykeli var, belediyenin bitişiğinde. Hemen yanında da eski, güzel, huzur veren, bahçesinde çınarlar olan bir cami. İzin günümüzde namazlarda orayı tercih ediyoruz.

 

ST10B Kitabı Yerine Kur’an Meali Okuyunca…

 

Ben ‘atış hataları istasyonu’ hocasıyım. Türkiye’nin dört bir yanından koşup gelen 480 çavuş adayı genç, beşerli olarak her istasyona uğruyorlar, benden başka on dokuz istasyon daha var; onlara kırkar dakikalık derslerde atışta nerelerde hata yaptıklarını anlatıyorum. Bu arada ben de öğreniyorum. Zira acemilik sonunda yirmi beş metreden yatarak destekli üç atışımda ikisi hedefi tutmamış, biri ise ortadaki çizgilerin dışından bir yerden gitmiş tam bir karavanacıyım. Verdiğim derslerin faydasını ben de göreceğim ve yüz metre yatarak desteksiz atışta beş atışta 60 puan üzerinden 53 puan almayı başaracağım, dönem sonunda.

Komutanlarımızın askerin, askerliğin anayasası olduğunu söyledikleri ST10B diye orta kalınlıkta (250 sayfa filan) bir kitap dolaşıyor ortalıkta. Komutanlar onu mutlaka okumamızı, Türk askerinin onu yutmasını, her yaptığımız hareketin, her öğrendiğimizin, benim atış hataları istasyonunda gençlere anlattıklarımın bile oradan olduğunu söylüyorlarsa da bizim sekiz aylıklardan pek ilgilenen yok. Komutanların derdi hiç kimseyi boş bırakmamak, hep askerlik konuşmak, düşündürtmek, konuşturtmak… ben de bunu fark ettiğim için zihnimi korumanın, o tuzağa düşmemenin yolunu kitap okumakta buluyorum. ‘Bari şu dört ayda bir ‘Kur’an Meali’ bitirmiş olayım’ diyorum. Kitap koynumda benim. Ara/teneffüs verilir verilmez çıkarıp kaldığım yerden devam ediyorum meali. Bu durum komutanların da dikkatini çekmiş olmalı ki bir ara Bölük komutanımız Sadettin Üsteğmen herkesi toplayıp beni örnek olarak gösteriyor ve ekliyor: ‘Hepiniz Fahri Tuna gibi örnek asker olmalı, teneffüste bile ST10B kitabını okumalısınız!’ Ucuz kahramanlığa getiriliyorum sizin anlayacağınız, ‘komutanım benim okuduğum ST10B değil’ dememe fırsat vermeden peşpeşe üç askerlik sorusu soruyor bana, doğru cevap vereceğimden de hiç şüphe etmeden. Benim boş gözlerle baktığımı görünce de ‘sen ne okuyorsun teneffüslerde bakalım?’ diye çıkışıyor, ‘Kur’an Meali komutanım’ cevabımdan sonra da suratını ekşitiyor, görevden ayrılana kadar da bir daha bana yüz vermiyor.

 

4.Ordu Komutanı Orgeneral Akansel Gele Gele Bizim Yemekhaneye Geliyor

 

Derken iki ay on gün sonra bizi bir de dört günlük Kurban Bayramı tatiline gönderiyorlar. Dönüşte bizim bölük komutanımız Sadettin Üsteğmen’in tayininin çıktığını, yerine Mehmet Tayanç adında Ankaralı olduğu söylenen bir üsteğmenin geldiğini öğreniyoruz. Uzunca boylu, karayağız, yirmi yedi yirmi sekiz yaşlarda bir Anadolu delikanlısı Mehmet Üsteğmen. Bir gün ortalığı kasıp kavuran, heyecana veren bir haber duyuluyor: 4.Ordu Komutanı Orgeneral İsmail Hakkı Akansel Tümenimizi teftişe geliyormuş. Biz rahatız, ‘bize ne?’ dediysek de iş ilerleyen günlerde değişiyor: Tümen’de 11.Tugay’a, 11.Tugay’da bizim alaya, bizim alayda bizim tabura geliyormuş. Dedik Çavuş Talimgâh Taburunda dört tane bölük var, bizi bulacak değil ya, maalesef bizi buluyor. ‘Komutan şu ayın şu tarihinde Cuma günü 12.00’de öğle yemeğini sizlerle beraber yiyecek!’ Bir hafta sürecek olağanüstü hâl başlıyor bizim bölükte. İğneden ipliğe her yer, her köşe bucak, her çatal kaşık, her kap kacak adeta kırklanıyor; öylesine titiz, öylesine mükemmel bir temizlik… son iki gün hiçbirimiz yemekhaneye, koğuşlara sokulmuyoruz ki temizlik, düzen bozulmasın, en küçük bir hata, kusur olmasın diye.

 

Orgeneral Akansel ‘Atatürk Verdiği Nimetler Gözünüze Dursun! Diye Bağırıyor

 

Ve beklenen Cuma geliyor. Her masada yirmi çavuş adayı acemi oturuyor. Her masanın başında da bizim sekiz aylıklardan bir hoca. Komutan Akansel ve ekibi yemekhanemize giriyor, ‘merhaba asker’, ‘sağollll’ diye gök gürültüsüne benzeyen müthiş bir ses çıkıyor; ‘nasılsınız?’ yine gök gürültüsü gibi bir ‘sağolll’ alıyor. Komutan memnun, şöyle bakıyor, askerlerle aynı sofrada yemek yiyecek, bir masayı gözüne kestiriyor, bizim Fatih Büyükoflaz’ın masasına oturuyor, bir önceki masa olan benim masama ise kurmay başkanı düşüyor (yaveri mi demek lazım, tam bilemiyorum). Yemekler dağıtılıyor, sohbet de yavaş yavaş başlıyor. O gün ekmekler pek sıcak ve pek de pişmemiş. Kurmay başkanı bana soruyor, ‘bu yemekler hep mi böyle çıkıyor?’; uyuzluğum üzerimde, ben cevap veriyorum: ‘Ben Endüstri mühendisiyim, yemek teknolojisi pek bilemeyeceğim!’ Adamcağız suratını ekşitip bir daha da soru sormuyor. On dakika kadar geçer geçmez, daha çorbalarımızı bitiremeden, 4.Ordu (İzmir merkezli) Komutanı Orgeneral İsmail Hakkı Akansel ayağa kalkıyor, 1.80 boylarında, etli yüzlü, kalınca kaşlı, kiloluca, altmışlı yaşlarında, karayağız biriydi, bugün bile gözümün önündedir, başlıyor hepimizi fırçalamaya: ‘Allah hepinizin belâsını versin! Atatürk’ün verdiği nimetler gözünüze dursun, hepinize yazıklar olsun!’ Ve yemeğini yarıda kesip öfkeyle çekip gidiyor…

 

‘-Sizde Yunan Kanı mı Var, Laikliği Nasıl Bilmezsiniz?’

 

Ortalık toz duman; öfke, isyan, gerginlik had safhada. Kaymakamla ben doğru –komutanla yan yana oturan, olayın en büyük şahidi- bizim Fatih Büyükoflaz’a koşuyoruz; ‘ne oldu Fatih? Nasıl koptu kıyamet?’ Fatih şaşkın olayı anlatıyor: ‘Çorbalarımızı içerken Orgeneral Akansel çavuş adaylarıyla sohbete başladı. Sağdan ikinci sıradaki gence sordu: ‘Laiklik nedir?’, Anadolu’nun küçük bir ilçesinde doğmuş büyümüş zavallı delikanlı da heyecanlandı ‘anaya babaya, vatana millete lâyık evlat olabilmektir komutanım!’ diye cevap verince de komutan köpürdü, kalktı, bağırmaya başladı. Sonrasını zaten sizler de gördünüz!’ Mesele anlaşılmıştı…

Öğleden sonra hepimizi eğitim alanına topladı Mehmet Tayanç Üsteğmen. Eğitim alanının batısındaki çamlığın bitişiğine o masadaki yirmi kişiyi tek sıra dizdi. Çok ama çok öfkeliydi, avının üzerine atlayacak kaplan gibiydi. Hepimizin duyacağı bir sesle bağırmaya başladı: ‘Sizde Yunan kanı mı var? Siz Atatürk İlkelerini nasıl bilmezsiniz? Yaktınız ulan benim hayatımı!’ İlk kez bir kişinin havada uçarak o masadaki gençlerin göğüslerine usta bir karateci gibi tekme attığına şahit oluyordu 460 asker. En az on beş dakika sürdü bu bağırış çağırış, uçan tekmeler. Yüreğimiz parçalanıyordu; belki de doğru dürüst lise eğitimi görmemiş bir Anadolu gencinin, heyecandan yanlış söylediği bir cümle yüzünden, tam manasıyla bir trajediye şahit oluyorduk hepimiz.  Bir iki gün içinde Mehmet Üsteğmenin açığa alındığı haberi geldi. Mehmet Üsteğmen vedalaşmadan sessiz sedasız kayboldu ortalıktan, göremez olmuştuk onu. Ardından da ordudan uzaklaştırıldığı haberi duyuldu.

 

13.09.2013

Bu yazı toplam 1371 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim