• İstanbul 19 °C
  • Ankara 13 °C

‘Zamanında Beni Kovduğunuz İçin Çok Teşekkür Ederim Mehmet Bey’

Fahri TUNA

Kısmette Bilgisayar Programcılığı da Varmış

Bin dokuz yüz seksen dördün on dokuz nisanında başlayan kısa dönem askerlik, Denizli’de, Çavuş Talimgâh’da, acı tatlı yüzlerce anı biriktirdikten sonra, yirmi altı kasımda verdikleri teskere ile sona erdi, döndük

Ne iş yapacağım şimdi? Kader kısmet bakalım ne gösterecek.

Bir arkadaşım Atatürk Bulvarı’ndan İstasyon caddesine (biz Adapazarlılar İstasyon caddesi deriz ama askeri idare o caddenin adını Milli Egemenlik caddesi yapmış) dönen köşe, Akkoç İşhanı’dır, altında Gürsoylar (o dönemde Nazmi Gürsoy ve kardeşi Bahattin Gürsoy’un işlettiği beyaz eşya dükkânıdır), o iş hanının kuzeye, Sümerbank-ATSO-Oda Restaurant’a bakan cephede dördüncü katına götürdü beni. Kapıda System Bilgi İşlem yazmakta.

 

System Bilgi İşlem’e Adımımı Atıyorum

 

İçeriye girdik selam verdik; baktım Harun Hoca, Cemalettin Hoca, Adnan Hoca oturuyorlar. Bizim Mühendislik Fakültesi’nden hocalarımız. Beş ortaklı bir firma Sistem. Harun Hoca (şimdilerde SAÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Harun Taşkın) Sistem Analistliği, Cemalettin Hoca (şimdilerde Doç. Dr. Cemalettin Kubat) Yüksek Matematik dersimizin asistanlarıydılar birkaç sene öncesinde. Adnan Hoca (Çomaklı, birkaç sene önce trafik kazasında vefat etti) yine bizim fakültede İnşaat mühendisliği bölümünde asistandı. Yılmaz Güney şair, fizik asistanımızdı. Bir de Almanya’dan kesin dönüş yapmış, altmışlı yaşlarının başında, sarışın, ufak tefek, tertemiz yüzlü Mehmet adlı biri de beşinci ortaktı işyerine. Harun Hocayla Yılmaz Hoca Trabzon, Cemalettin Hoca Sivas, Adnan Hoca da Erzurumluydular. Sanıyorum 5-6 senedir Adapazarı’ndaydılar ve müteşebbis/girişimci ruha sahip gençlerdi (o sıralarda 34-35 yaşlarında ya var ya yoktular). Mehmet ağbi ise Adapazarlıydı, Balkan (muhtemelen Bulgaristan) göçmeniydi.

Bir yandan fakültede derslerine, doktora çalışmalarına devam ederlerken, diğer yandan bilgisayarcılığın hızla geliştiğini görmüşler ve bu sektöre girmişler. Biri hafta sonu, diğeri akşamları programla ders veriyorlar iki gruba. Bir yandan da bilgisayar pazarlıyorlar.

 

Amstad, Basıc, Monroe 2000

 

Onların da bir elemana ihtiyaçları varmış. Geleni gideni karşılayacak, hocalar belli saatlerden sonra gelebiliyorlar, onlarla bazı iş-program görüşmelerini organize edecek, kursları başlatacak bir eleman. Hemen işe başlatıyorlar beni. Ben de bir yandan bilgisayar programlama öğrenmeye başlıyorum.

Amstrad bilgisayarları satıyoruz o günlerde. Düşünün Türkiye’nin hâllerini. Kocaman kaba saba, bugüne göre, Basıc diye bir dil öğretiliyor işyerimizde. İki grup var. Biri yeni başlayanlara  (eskiden on parmak daktilo kursları vardı ya, öylece) basit bir bilgisayar açma kapama hazır programları kullanma düzeyi, diğeri ciddi programlama. Ben de öğrenmeye başlıyorum doğal olarak. Büyük işyerlerine ise Monroe-2000 adlı (ikinci senesine daha on altı sene var ama ABD’nin meşhur IBM firması o günlerde Monroe-2000’i pazarlıyor, en lüks markaların başında geliyor) markayı satmaya çalışıyoruz.

Endüstri mühendisliği diplomamız bilgisayar programcılığına doğru evrilmeye başlıyor böylece.

 

‘Her Şeyi Bilen Bu Bilgisayarlar, Allah’ın Bir Tane Olduğunu da Bulabilir mi?’

Sistem Bilgi İşlem Merkezi’nde birçok hoş hatıralarımız oldu. Biri var ki hiç ama hiç unutamam. Türk milleti oldum olası bazı alet ve edevata olduğundan çok fazla anlam yükler. Teknoloji üretimine uzak olduğumuzdan mıdır nedir…

Bilgisayar Seksenlerin ortalarında yeni yeni yaygınlaşıyor. Mucize, her şeyi bilen, her bilgiyi sayan, her bilgiyi saklayan olarak kabul ediliyor dört bir yanda. İşyerinde masasında bilgisayar olan bir iş adamına yahut tüccara çok ender rastlanıyor ve uzaydan gelmiş gibi büyük ilgi ve takdir gösteriliyor.

Bir gün Sistem Bilgi İşlem Merkezi’nde otururken altmış yaşlarında, orta boylu, ak benizli, temiz yüzlü, hafif kumral bir amca girdi kapıyı çalarak. ‘Bir şey öğrenmek istiyorum’ dedi bana, ‘buyurun’ dedim, oturttum çay söyledim. Masamdaki Amstrad marka takoz, kaba saba bilgisayarı işaret ederek sordu: ‘Bu bilgisayarlar her şeyi biliyor diyorlar. Hatırıma bir soruver, çok merak ediyorum, Allah’ın bir tane olduğunu da biliyor mu gerçekten?’ Şaşırmış, şoke olmuştum. ‘Amcacığım’ dedim, ‘bilgisayarı çok ama çok abartmışsın sen. Ne bilgi yüklersen o cevabı veriyor bu. Allah kaç diye girmişsen hafızasına, onu söylüyor. Sahibine göre cevabı var bunların!’ Amca çok üzülüp çayını yarıda kesip gidiyor.

Me-Sa’da İşe Merhaba

 

Kasım, Aralık, Ocak, üç ayda bayağı ilerletiyorum işi. Derken bir gün öğrencilik yıllarımdan en yakın arkadaşlarımdan birisi Gürsel Kaya çıkageliyor.  Dörtyol Sanayi’de Mesa diye 125 kişinin çalıştığı bir işyerinde muhasebede başlamış. Bir elemana, bir mühendise daha ihtiyaçları varmış, Gürsel’den çok memnunlarmış. ‘Sen de gelebilir misin, beraber çalışırız diyor. 30.000 tl’de maaş verilecekmiş. Sistem’de 15.000’e çalışıyoruz, doğrusu iyi de artış. Şarj dinamosu üreten bir firmaymış. Maliyet muhasebesinden sorumlu olacakmışız. Haydi hayırlısı deyip kabul ediyoruz.

 

İşimiz Şarj Dinamolarının Maliyetini Hesaplamak

 

Bir Şubat tarihinde işe başlıyorum. Fabrika Adapazarı Dörtyol’da büyükçe bir atölye. Sahibi ve genel müdürü Mehmet Sakallıoğlu. Tüccar bir aile olan Sakallıoğlu fertlerinden. Aileden Ayhan Reyhan Bey de iktidardaki ANAP’tan Sakarya milletvekili.

Patronumuz Mehmet Bey 40’lı yaşlarda karizmatik, becerikli, müteşebbis ruhlu biri. Özgüveni yüksek, biraz da aristokrat biri. Muhtemelen üç beş kişilik bir atölyeyi dişiyle tırnağıyla, becerisiyle, çalışkanlığıyla büyütüp bu hâle getirmiş. Lucas adıyla dinamo üretiyor. Her hafta bir İngiliz heyet gelip gidiyor. İngilizlerle ortaklık görüşmeleri olduğu söyleniyor.

Maliyet muhasebesi üç aylık dönemler hâlinde hesaplanıyormuş. Ocak, Şubat, Mart. Ben Bir Şubatta başlamışım. Neredeyse dönem ortası. Servisimiz üç kişilik. Gürsel, Mehmet beyin ağbisinin kızı Sevil ve ben. Muhasebe müdürümüz ise Denizlili Mehmet Bey. Hoş, espritüel, güler yüzlü, sarışın kıvırcık saçlı biri. Hem normal muhasebenin, hem de bizim bölümün müdürü. Gürsel alınan kararı tebliğ ediyor bana: ‘Fahri’cim, hesap için tam da dönem ortası. Sen biraz fabrikayı gez, incele, tanı. 1 Nisandan başlayacak yeni dönemde sen de bir defter alır, devam edersin!’ Eyvallah diyoruz.

 

Yeni Misyonum: Me-Sa’daki Aksayan Yönleri Belirleyip Rapor Etmek

 

İki yıllık genç bir mühendis, iki ay süreyle ne yapabilir bir fabrikada? Bitirme projemi ‘Steyr Traktörlerinin Montaj Hattı Dengelemesi’ üzerine yapmışım. Çark kenarındaki TZDK Fabrikasına (şimdi Kent Park olan yer) dört ay süreyle sık sık gidip çalışmalar, zaman ve iş etütleri yapmışım. İyi bir atölyeden, işin nasıl hızlı yapılabileceği hususunda az çok bir fikrim var. Üretim yönetimi de okumuşum.

Bir ay süreyle kendime bir misyon biçiyorum: Genç ve idealist bir mühendis olarak fabrikada aksayan yönleri tek tek belirleyip, bunlar teknik de olabilir, idari de fark etmez, üst yönetime sunacağım. Onlar da tedbirlerini alacaklar, maliyetler daha da düşecek, fabrikanın kârlılığı artacak; Endüstri mühendisliği de bu değil mi zaten?

 

Fabrikayı Kurtaracak 17 Sayfalık Rapor

 

İşe büyük bir aşkla şevkle gayretle başladım. Üretim analizini yapmak ilk işim oldu. Üretim atölyesinde bir şef mühendis Hasan Bey var, iki de ustabaşı vardı. Hasan Bey her ay bir üretim müdürü göndermesiyle ünlü bir şef; bilmiş, iddialı bir ağbi ama makul, mantıklı, zaman termini üzerine kurulu bir iş akışı/montaj akışı yoktu atölyesinde; her şey darmadağınıktı. Ustabaşılardan birisi Mehmet Beyin ağbisiydi (galiba adı Sıtkı Ustaydı). Hoş sohbet, sevimli, kalender meşrep biriydi; ama herkes ona değil diğer şef Hasan Beyin gözüne bakıyordu. Uzun uzun, günler süren zaman ve iş etüdü çalışması yaptım, neyin nerede nasıl en kısa zamanda çalışacağını bilimsel verilerle tespit ettim. Neredeyse 80-90 kişinin çalıştığı atölyede üretimin basit ve küçük bazı düzenlemelerle nasıl % 40, % 45 arttırılabileceğini verdi çalışmalarım. İdari açıdan da büyük yanlışlıklar tespit ettim. Harçlığı biten veya çocuğu hastalanan soluğu patron ve genel müdür Mehmet Bey’de alıyordu; o da büyük bir cana yakınlık ve insancıllık örneği göstererek arabasına atlıyor, çalışan işçisinin çocuğunu hastaneye götürüp tedavi ettiriyordu. Ciddi, profesyonel hayatta böyle amatörlükler olmamalıydı. 5-6 kişilik atölyelerde görülebilecek alışkanlıklar tespit ettim. Şirketin kısa sürede nasıl üretim ve gelirlerini arttıracağına dair öneriler bütünüydü raporum. Yaklaşık bir ay süren incelemelerimi daktilo sayfasıyla 17 sayfalık bir rapor halinde genel müdür/patron Mehmet Sakallıoğlu’na sundum. Mutluydum, şirkete ciddi ve büyük katkılarım olabilecekti bu raporla.

 

Megalomani Duvarına Tosluyorum:

‘Beni Tenkit Edecek Adam Daha Anasından Doğmamıştır!’

 

Şubatın yirmi sekiziydi; ‘Mehmet Bey toplantı salonunda müdürleri, seni ve Gürsel beyi bekliyor’ diye haber verdi sekreteri. Fabrikanın toplantı masasında birkaç dakika içerisinde toplandık. Hava belli ki parçalı bulutlu; raporum okunmuş, Mehmet Bey’in yüzünden düşen bin parça. Az sonra - Denizcilik tabiriyle- fırtına adeta bana patladı; ‘Sen benim kim olduğumu biliyor musun?’ Saf saf, titrek ve ürkek bir sesle cevap verdim: ‘-Evet, Mehmet Sakallıoğlu’sunuz’. Soru daha şiddetli hâle dönüştü: ‘Sen Me-Sa ne demek biliyor musun?’ O sesini yükselttikçe benimki kesiliyordu sanki, sözler boğazımda düğümleniyordu, kendi cevapladı: ‘Mehmet Sakallıoğlu’nun baş heceleri! Anladın mı? Beni İngilizler tenkit edememiş, sen kim oluyorsun da yerden yere vuruyorsun? Beni eleştirecek adam daha anasından doğmamış arkadaş! Sen kendini ne sanıyorsun?’

Tek kale maç yapıyordu Mehmet Bey. Aklımdan geçmeyen şeyler söylüyordu. Rapor, işyerimizin daha nasıl gelişeceğini anlatıyor, o ise her öneriyi kendisine tenkit olarak algılıyordu. Aman Allah’ım, bu ne ters anlamaydı böyle. Ve adeta kalem kırarak idam fermanımı büyük bir zevkle imzalıyor, diğerlerine de gözdağı veriyordu: ‘Beni tenkit eden adamı, gözünün yaşına bakmam, kapının önüne koyarım!’ Sonra, Muhasebe Müdürü’ne dönerek infazı gerçekleştiriyordu: ‘Mehmet Bey, mühendis arkadaşın hesabını kesip, hemen gönderin gitsin!’

İtiraf ediyorum; 28 Şubatları o günden bu yana hiç sevmedim, sevemedim, sevemiyorum.

 

‘Zamanında Beni Kovduğunuz İçin Çok Ama Çok Teşekkür Ederim Mehmet Bey!’

 

Adeta nakavt olmuş boksör gibiydim. Gözyaşlarımı içime akıtarak, elime tutuşturulan üzerinde 30.000 Tl yazılı çekle eve döndüm. İş bulma sevincini doya doya yaşamaya çalışan ve o hevesle Yorgalar Mezarlığı karşısında 18.000 Tl’ye ev tutan sevgili eşime durumu nasıl anlatacaktım? Yanlış anlaşılmanın, hak edilmemişliğin üzüntüsü bir yana, onu hayal kırıklığına uğratmış olmanın üzüntüsü diğer yana. O gece üzüntüden sabaha kadar uyuyamadım; ama eşime de açılamadım. Sabah işe gitmeyince anladı durumu. Bu üzüntü o kadar yerleşti ki içime, yirmi beş yıla yakın yöneticiliklerimde kesinlikle kimsenin işine son vermedim bir daha.

Bu olayın üzerinden -bu satırları yazarken- o 28 Şubatın üzerinden 28 yıl geçtiğini görüyorum. Fabrikada kalsaydım en fazla muhasebe müdürüydüm. Ne yedi kitap yazarlığı, ne seksen sekiz kitabın editörlüğü, ne bu kültür sanat çevreleri, ne ödüller, ne şu ne bu… hiçbiri olmayacaktı; geçim derdi olmadan ama ‘mutsuz geçmiş’ bir ömür olacaktı benimkisi. Zaman zaman Me-Sa’ya gidip Mehmet Beye bir ‘teşekkür plaketi’ takdim etmeyi düşünmüşümdür  Kaç defa zihnimde yaşamışımdır hatta kare kare. ‘Efendim, yüksek öngörünüzle zamanında beni kovduğunuz için çok ama çok teşekkür ederim. Vitrininizi süsleyen plaketlerinizin arasında en çok hak edilmiş olanı sanırım bu plakettir. Kovarak hem bana, hem aileme, hem de memlekete büyük iyiliğiniz geçti. Hakkınızı helâl edin’ demeyi.

Sonra o günlerde üzüldüğüme çok üzülürüm. Meğer asıl güzel günler, hizmetler, başarılar, mutluluklar o ‘üzücü gün’den sonra başlayacakmış. Tabii bunu ne ben, ne Mehmet Bey, ne de sevgili, biricik,  can dostum Gürsel Kaya bilebilirdi. Kaderdi bu filmin adı. Gürsel kardeşimi de-bilmeden/istemeden- zor durumda bırakmış olduğum, üzdüğüm için bir kez daha özür diliyorum.

 

20.09.2013 

Bu yazı toplam 1715 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim