• İstanbul 19 °C
  • Ankara 24 °C

‘Sen Mizah Değil, Portre Yazarı Olacaksın’

Fahri TUNA

Mizaha Karasevdalıyım Ama

1991 baharı; mütevazı da olsa ‘Yanlış Hata’ adlı mizah kitabım yayımlanmış.

Hayatı(mı)n içinden mizahî anılar da olsa bir kitabım daha olmuş; sanki başım göğe değmiş.

Selahaddin Ağbi ise çok farklı düşünceler içerisinde.

Ben mizahı seviyorum; ‘seviyorum’ demek yetersiz, adeta aşığım;  kara sevdalıyım.

Kendime de büyük bir hedef koymuşum; ‘ileride büyük bir mizah yazarı olacağım’, hatta Aziz Nesin halt edecek yanımda.  

Dünyanın Derdiyle Dertlenmiş Adam  

Sene miladi bin dokuz yüz doksan birin yazıdır. Belediyede bilgisayar programcısı/mühendisim. Selahaddin Ağbiyle mesaimiz birlikte başlıyor; daha doğrusu benimki biterken (17.00’de) onun ki başlıyor. Ben mesai bitiminde beş katlı belediye binasından aşağıya indiğimde, o da Savaş caddesindeki malikhanesinden (1967 depreminden sonra inşa edilen, duvarları dört bir yanı kitaplarla dolu yer evinden) çıkmış, gün onun için yeni başlamış, çarşıya doğru yürüyordur. Ya Gümrükönü’de, ya Kırtasiyeci Şaban Amca’da (Üstüner) ya da İlyas Ağbi’dedir (Şen Pasajın çay ocağındadır) muhtemelen.

 Buluşulacak; o sırf demden mütevellit çayını yudumlayacak (ve ben tabii ki açık çay içmeye, doktor zoruyla yeni başlamış olacağım)  bir yandan uzun Samsun’u ağızlığına titizlikle yerleştirecek, diğer yandan memleketin hal ü pürmelali üzerine yorumlar yapacaktır. Her zamanki gibi yine şıktır, her zamanki gibi yine ümmeti/memleketi için öfkelidir, her zamanki gibi –sanki çok da ihtiyacı varmış gibi- okuyacağı kitaplar masada, herkesin, hepimizin sorumluluğu- derdi onun omuzlarıymışçasına bir yüz ifadeyle konuşmaya başlayacak…  

Asmalı Kahve’de Selahaddin Şimşek Akademisi  

Tadına doyulmaz bu enfes muhabbetlerin sonunda hemen bitişik Havuzlu Çarşı’nın  – iki üç basamakla inilen- zemin katında Necati Ağbinin (Mert) ‘Gelişim Kitabevi’ne uğranacak, biri gidip biri gelen tavşan kanı çaylar eşliğinde tadına doyulmaz sohbetlere devam edilecektir.

Gümrükönü’nde iki üç tur atılacak, o İstasyon caddesinin sol taraflarında oturan ve Kuriş’lerde evli olan ablasına –tek öğün yemeğini- akşam yemeğine gidecek, oradan da Yenicami’ye geçecektir; Asmalı Kahve’ye mutlaka geçilmelidir; zira orada başta ‘süper kabiliyet Cihat Zafer’ olmak Sezgin Çevik’li, Engin Gündoğar’lı, Fevzi’li, Sinan’lı, Osman’lı ‘genç pırlantalar’ onu beklemektedirler. Selahaddin Şimşek Akademisi günlük ders programını aksatmamalıdır zira. Akademi’ye hafta içi mesai saatleri bitiminde ‘İlyas Ağbi’nin Çay Ocağı’nda devam eden bu satırların yazarı, hafta sonları Asmalı Kahve’nin müdavimlerinden olacaktır.  

‘Ekmekten Sudan Daha Çok Yönetmene Yazara İhtiyacımız Var Bizim’  

Ona göre ‘yanlış hata’ yaptığım, yapıyor olduğum su götürmez gerçektir. Ve konuşacak:’Üzülüyorum, çok üzülüyorum Fahri’ diye söze başlayacak ve devam edecek, ‘nasıl bir memlekette, nasıl bir dünyada yaşıyoruz biz; herkes çocuğum doktor mühendis olsun diye çırpınıyor. Bir doktorun bir mühendisin katkısının bin katını bir şair bir romancı bir ressam bir yönetmen katar medeniyetimize. Rasim ağbiden (Özdenören), Kutlu’dan (Mustafa) başka hikâyeci yetiştiremedik. Bizim iyi yönetmene, iyi senariste, bizim iyi romancıya hikâyeciye, bizim biyografi yazarına iyi gezi yazarına ekmekten sudan daha çok ihtiyacımız var. Bir de varsa yoksa siyaset...’  

‘Sen Mizah Değil Portre Yazarı Olacaksın!’  

Sırayı bana getirecek, biliyorum; ‘meselâ sen. Sende biyografi, portre yeteneği var. Senin mizah değil portre yazarı olman lâzım Fahri. Mithat Cemal Kuntay’ın Mehmet Akif’le başlattığı çizgiyi senin devam ettirmen lâzım. Bu yeteneği sende görüyorum. Tasvirlerin, tahlillerin, kaleminin kıvraklığı; her şeyin müsait…’

Öldürücü darbeyi de sona saklayacak, biliyorum: ‘Mizahtan yazar olunmaz, hele büyük yazar hiç olunmaz!’

Ptt sokakta, sağ cenahta, Bağkur Pasajı girişinden hemen önceki kitapçımın vitrininde zaman zaman bana gösterdiği, krem renkli zemin üzerine lacivert renkle ‘Mehmet Akif’ Mithat Cemal Kuntay yazılı kapaklı İş Bankası Yayınlarını kitabını da bana hediye edecektir.

Fahri Tuna’nın ‘biyografi’yle/portreyle ilk sıcak temasını o gün başlatmış olacaktır.  

Cemal Süreya’nın ’99 Yüz’ü

Başını Doğu Perinçek’in çektiği ‘Aydınlıkçılar’ yahu ‘Maocular’ diye bilinen grubun bir süredir ‘2000’e Doğru’ adında haftalık bir haber dergisi vardır. Yankı ve Nokta kadar satmasa da arada MİT’ten oradan buradan çok sansasyonel haberler dosyalar yayımlayan. İyi şair/sıkı şair Cemal Süreya orada ‘İzdüşümler’ adıyla her hafta popüler bir kişiyi tek sayfada anlatmaktadır. Ben de o günlerde gazete bayiinde çalışan ‘sempatik çocuk’ Oktay Sarı’dan izin alarak o sayfayı fotokopi çektirmekte, hemen her yazıyı dikkatlice, zevkle, içselleştire içselleştire okumaktayım zaten, kaç senedir.

Cemal Süreya birkaç yıl sonra vefat edecek ve 2000’e Doğru’daki sözünü ettiğim yazılar ’99 Yüz’ adıyla enfes bir portre kitabı olarak yayımlanacak, portreseverlere ‘Kâbe’den kadife hediye getirmiş kadar’ makbule geçecek bir armağan olacaktır.  

‘Ülke’de İlk Portre Denemem; Cemil Meriç!  

Kuntay’ın  ‘Mehmet Âkif’iyle hemhâl olunca, itiraf edeyim ki, eski bir Büyük Doğucu olarak ‘Üstadımız’ın yönlendirmeleriyle ‘davulcu şair’ bildiğimiz, pek de değer vermediğimiz ‘Âkif’ karşısında irkilecek, ürperecek; onun şairliği kadar samimiyeti, tevazuu, birikimi karşısında, değerbilmezliğimden utanacaktım.

O sırada bizim Mustafa Everdi’nin de yazdığı, Dergâh’ın da sahibi Ezel Erverdi’nin çıkarttığı ‘Ülke’de, Mustafa’nın isteğiyle ilk portrem yayımlanacaktı: ‘Cemil Meriç; Türk Düşüncesinin Everest’i’.

‘Akşamın Aydınlığında Portreler’ kitabıma giden yolun ilk adımının, ilk durağının Ülke ve bu yazı olacağını nereden bilecektim?

Gerçi birkaç yıl önce İzlenim’de evler, apartmanlar, çarşılar, pasajlar üzerine üç yazım yayımlanmıştı, ‘Bankalar; Hayatımızın Deli Dumrulları’ ses de getirmişti. Ama onlar deneme tadındaydı.

Ulusal bazda portreciğe ilk adımım, tartışma götürmez biçimde Ülke’dedir ve Cemil Meriç’ledir.  

Şimşek; ‘Girme Bu Yarışmaya Sen!  

1992 ilk baharında, çalıştığım Adapazarı Belediyesi ‘şehir portresi’ alanında, ödülleri 21 Haziran Adapazarı Kurtuluş Şenlikleri’nde verilmek üzere ödüllü bir yarışma açtığını duyurdu. Peki ben de katılacak mıydım? Neden olmasın dedim. Konuyu üstadım, ağabeyim Selahaddin Şimşek’e açtım, ‘hayır, katılma’ dedi ve ekledi: ‘Bu yarışmada birinci olursan Türkiye’nin en iyi yazarı sen değilsin, olamazsan da en kötü yazarı değilsin!’ Allah Allah; bir terslik vardı. İçimden bir ses ısrarla katılmamı söylüyordu halbuki. Hangi sesi dinlemeliydim? Bir iki hafta git-gellerim sürdü içimde, renk vermesem de kimseye. Yörüklüğüm/Manavlığım, yani ‘kavga etmeden bildiğini yapma’ özelliğim galip geldi, oturdum bir gecede –artık daktilom da vardı kırmızı lacivert şeritli-yazdım.  

‘Adapazarı; Gönlümüzün Başkenti’  

Bir çok olaya, kırılmalara, travmalara, ayrışmalara, dargınlıklara, kelime-i şahadet getirmelere sebep olan söz konusu yazımdan bir bölüm aktarmak istiyorum burada.

“Hayat dört şeyle kaimdir” derdi büyükbabam: “Su, ateş, toprak ve rüzgar.” Buna Adapazarı”

sonradan ben ekledim. Ve, insanları ikiye ayırdım: “Adapazarılılar” ve “diğerleri.”

Adapazarı, Türkiye’nin minyatürüdür; hatta Osmanlı’nın... Osmanlının son bir asrında yaşadığı

her felaketin ardından, bir sığınak, bir barınak, bir dergah, bir huzurevi olmuştur: Adapazarı, 19’uncu yüzyılın Dersaadeti (1) yani huzur şehridir; Sanırsınız ki Mevlana, “Gel, kim olursan ol yine gel” çağrısını Adapazarı için yapmıştır da, şehrimiz ayrı bir cazibe kazanmıştır.  

Adapazarı Türkiye’nin Görünmez Başkentidir.

Adapazarı, Türkiye’nin görünmez başkentidir. Üstelik Balkanların ve Kafkasların da türevidir; ülkemizde

var olduğu söylenen 18 etnik kökenin temsil edildiği, hem “kendisi” olduğu, hem de “anonimleştiği” bir sentez kenttir.

Adapazarı gani gönüllü, tevekküllü insanların diyarıdır: Mevlana ile gönüldaş, Yunus Emre ile yoldaş, Şeyh Şamil ile akrabadır; Tozlu Camii’nin çifte minaresi, Gökyüzüne değil, gönül derinliklerine uzanır. Adapazarlılık, “kökü mazide olan ati”(2) olmak demektir, yahut “ahiretle dünya arasında gidip gelmektir.”(3)

Adapazarı, Necati Mert’e göre, “5.45 İstanbul Otobüsü”dür, nabzı “Camialtı”nda atar.

Adapazarı, Tozlu Camii, Orta Camii, Ağa Camii ve Orhan Camii etrafında kümelenmiş çarşıları; çarşıların etrafına kümelenmiş mahalleleriyle, geç dönem bir Osmanlı şehridir. Adapazarı; Aynalıkavak Çarşısı’dır; Unkapanı, Kömürpazarı, Abacılar Çarşısı, Bakıcılar İçi, Tenekeciler Çarşısı, Türk Ticaret Bankası’dır.Adapazarı, Köfteci Mustafa’dır, Köfteci İsmail’dir; Alikoko Bozası, Mazlum Şekerleme, Gülseven Helva, Eniştenin Ayranı’dır. Babıali’miz de var: Bakırcılar İçi. Ortasında da yarım asırlık bir firma:Yeni Sakarya! Sonra, birinci ve ikinci kuşaktan akrabalar; Adapazarı ve Yenigün. Ve, karanlıklara nur dağıtan, ilim ve araştırma dergisi; Zafer…  

Adapazarı Köfteci Mustafa’dır, Gülseven Helva’dır, Mazlum Şekerleme’dir, Enişte’nin Ayranı’dır  

Nostalji mi dediniz? Bazıları için Hacıbaba Lokantası, Tuna Gazinosu, Karabacağın Kahvesi, sandal

keyifleri; bazıları için Cevdet Hoca, Arap Hafız, Hendekli Remzi Efendi(4), Boşnak Hafız, ramazan geceleri.

Adapazarı, Köfteci Mustafa’dır; Alikoko Bozası, Mazlum Şekerleme, Gülseven Helva, Eniştenin Ayranı’dır.

Adapazarı, “her milletin kendi nakışıyla katıldığı bir seccadedir”(5) Çerkez tavuğu, Abaza pastası, Boşnak böreği, Arnavut ciğeri, Muhacir böreği, Manavların cevizli lokumu, Lazların hamsi buğulaması, Gürcülerin karalahana çorbası, Doğuluların çiğ köftesi, sadece kendilerinin değil, nefis kandil simitleri kadar “anonim”dir; bu yemekler, mübalağasız, hemen her evde sofraların süsüdür. 

Adapazarı, -enteresandır- üç kıtanın gölge başkenti olduğu kadar, üç ayrı imparatorluğun da mirasçısıdır: Nehre “kraliçe-tanrıçaları Sangaryus”un adını veren Bitinyalılar’ın (6), Beşköprü’yü inşa ettiren ünlü II. Jüstinyanus’un Bizansı’nın ve şehrin merkezindeki Orhan Camii ile sembolleşen Osmanlı’nın. Ayrıca itiraf etmeliyiz ki, başta Karaağaçdibi’ndekiler olmak üzere, Uzunçarşı ve şehrin muhtelif yerlerindeki tarihi binalar, bize Osmanlı Rumları’nın mirasıdır; hepsi de buram buram Rum mimarisi kokar.

 

11.10.2013

Bu yazı toplam 1001 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim