• İstanbul 14 °C
  • Ankara 22 °C

‘Alın da Başınıza Çalın Adapazarı’nızı!’

Fahri TUNA

Kardeş Kelimesi En Çok Ona Yakışıyordu

Bin dokuz yüz doksan bir’in haziranındaki ‘Olmadı Necati’ vakasından ben artık daha çok insan ve şehir portreleri yazmaya ağırlık veriyorum. Aslında gizli gizli de Selahaddin Şimşek’in portresini yazıyorum; not alıyorum… Ama onun bundan hiç haberi yok.

Bir gün Selahaddin Ağbi canı çok sıkkın çıka geldi. ‘Hayrola Ağbi?’ soruma karşılık, ‘Sorma Fahri kardeş’ diye sözlerine başladı. Her zaman olduğu gibi. Kendinden küçüklere mutlaka adına kardeş ekleyerek hitap ederdi; örneğin Cihat kardeş, Sinan kardeş, Osman kardeş, Sezgin kardeş, Engin kardeş, Fevzi kardeş diye başlardı söze. ‘Kardeş’ kelimesinin onu telaffuzuna çok ama çok yakıştığını düşünmüşümdür hep. ‘Bu gece hırsızla uğraştım!’, ‘Büyük geçmiş olsun Ağbi, Allah tekrarından korusun!’

 

Bir Hırsız Yüzünden Selahaddin Şimşek’ten Olmak!

 

Devam etti anlatmaya: ‘Vakit gecenin üçü dördü, yatağımdan uzanmış kitap okuyorum (Selahaddin Ağbi’nin oturduğu ev, Dokuz yüz elli yedi depreminden sonra rahmetli babası Cevdet Hoca’nın bahçelerine inşa ettiği yer eviydi. Mütemadiyen sigara içtiğimden pencere de açık. Kitaba dalmışım, açık pencereden içeri doğru bir el uzandığını fark ettim, camın dibinde asılı kırk elli kadar kravatım vardı, onlara uzandı, baktım kravatlar  yola çıktılar gidiyorlar. Fırladım sokağa pijamalarla ben de. Nasıl yağmur yağıyor dışarıda. Savaş Caddesi’nden Eski Garajlar’a doğru… Hırsız önde ben arkada, ben yalınayak tabii. Yakalayamadım namussuzu; gitti güzelim kravatlar. Her birinin hususi hatıraları da gitti; üzüntüm ona!’

Ağbi dedim hafiften sesimi yükselterek; ‘Ne yapıyorsun sen Allah aşkına. Hırsız bu, bıçağı vardır, tabancası vardır. Dönüp saplayıverse sana, bir hırsız yüzünden koca Selahaddin Şimşek’ten mi olacağız?’

Birden öfkesi geçiverdi; derin bir nefes daha çekti Uzun Samsun’undan, yumuşak, yavaş, mülayim bir ses tonuyla ‘Yok be Fahri kardeş; bu dünyadan Gazali’ler, Ebu Hanife’ler, Fuzûlî’ler, Şhakespeare’ler geçmiş. Sen de beni bir şey zannediyorsun…’ dedi.

 

Evimize ve Evrenimize Hoş Geldin Ayşenur Gülsüm

Günler gelip geçerken çok hoş çok güzel bir sürprizle karşıladı Yüce Mevlâ’m bizi. Dokuz yüz doksan iki yılı Nisanının yirmi dokuzunu otuzuna bağlayan Perşembe gecesi, Adapazarı Doğumevinin sarışın ve çaçaron hemşiresi müjdeyi verdi: ‘Bir kızınız oldu beyefendi! Müjdemi isterim ama!’

Dünyalar bizim oldu; Ahmet Arif dokuz yaşındaydı, Sabihahanım İlkokulu ikinci sınıftaydı. Tekeler Lojmanındaki brüt yetmiş iki metre kare evceğizimiz, yedi yüz yetmiş iki kilometre kareydi artık. Adını ne koyacaktık peki bu sevinç yumağımızın? İlkinde ben koyduğum için seçme hakkı bu kez –tartışmasız- eşimindi. Gülseren, ‘ben Ayşenur olsun isterim ama yine de sen bilirsin’ deyince, nereden bilecek benim de Ayşenur’a karar verdiğimi, sobelendiğimi hiç çaktırmadım, ‘uygundur’ dedim sadece, ama ‘Gülsüm’ü de eklesek diyorum ben. ‘Olur olur, Ayşenur Gülsüm daha iyi olur’ deyince, soluğu Yenicami Asma Altı Akademisi’nde aldım, Selahaddin Şimşek’den de ‘âlâ, münasiptir. Nurlu Ayşe koyuyorsun demek. Efendimizin nurlu Ayşe’si gibi olsun inşallah’ dileklerini alınca, babamın rızasına kaldı iş. Arif Tuna’dan da ‘sen nasıl dersen uygundur oğlum’ icazeti gelince, yedinci sabahı ezanla kulağına ‘güzel bebek, senin adın Ayşenur Gülsüm olsun bundan böyle’ diye fısıldadım.

 

İlk Denemem: ‘Rüya Bitti’

 

Belediyede mühendistim, bilgisayar programcılığıyla geçimimi sağlıyordum, bir yandan da ciddi ciddi denemeler yazıyordum Yeni Sakarya’da. Beş Mart dokuz yüz doksan iki Perşembe günü ‘Rüya Bitti’ demişim ‘Eğri Oturup Doğru Konuşalım adlı’ köşemde.  ‘İki asırdır gök kubbeyi yabancı ve sevimsiz sesler dolduruyor’ diye başlıyor yazım. Ve devam ediyordu: ‘Mukaddesi tahrif eden Batılı hokkabazlar, insanlığa ‘çağdaş kültür’ adıyla yeni bir ‘din’ sundular. Ve yeni bir ‘amentü’ getirdiler: ‘İman ettim kayıtsız şartsız Batılı olacağıma… ve çağdaş, ve demokrat, ve hürriyetçi, ve laik.’ Bu nev-zuhûr din sanayi devrimiyle birlikte yeni peygamberler türetti; sahte dinin yalancı peygamberleriydi bunlar: Adam Smith, Karl Marks, Keynes, Engels, Fredman. Teklifleri ömr ü hayatı üç mevsimlik ideolojilerdi. İdeolojiler yani safsatalar. Son bir asırdır dünyanın yarısı ‘Wall Street’i kâbe edindi, diğer yarısı ‘Kremlin’i.

Komünizmin, Sovyetler Birliği’nin dağılışı üzerine kaleme almıştım bu denemeyi. Uzunca bir denemem, şu satırlarla sona eriyordu: ‘Şimdi ‘yeni’ ve ‘asil bir ses’e ne kadar da ihtiyacı var dünyanın!..’ bu denemeyi sayısı onu bulan, her birisi ayrı bir derinliği ve iddiayı içeren başka yazılar takip etti.

 

‘Alın da Başınıza Çalın Adapazarı’nızı!’

 

Öteden beri rahatsızdım; Adapazarı’nda bir şehir kültürü, bir Adapazarlılık bilinci yok denecek kadar azdı. Tamam; ova şehriydi, hep depremde yıkılıyordu, tamam göçlerle oluşmuş bir şehirdi homojen bir kültürü yoktu, tamam her gelen hâlâ kendini ‘geldiği yerle’ ‘Ofliyim, Rizeliyim, Giresunluyum, Artvinliyim, Karslıyım’ şeklinde tanımlıyordu.  Bu konuda muhacirlerle (Balkanlar’dan gelen Türk kökenli göçmenler) ile iç Anadolu’dan gelenlerde pek görünmüyordu geldiği şehri günde beş kez ifade geleneği. Yerleştikleri şehrin güçlü, baskın bir kültürü yoksa, göçle gelenler ‘geldikleri kültürü, gurbet duygusunun da etkisiyle’ daha güçlü dile getiriyorlardı. Bu şehri, Adapazarı’nı sevdirmenin yollarını arıyordum.

Ben de –Necati Ağbi- gibi Adapazarı’nı çok sevdiğimi sık sık dile getiriyordum söz açıldıkça. Hatta bir ikindi sonrası Gelişim Kitabevi’nde çaylarımızı nefis bir sohbet eşliğinde yudumlarken, Selahaddin Ağbi’nin romatizmal sızıları tutmuş; dizlerini ovalayarak Necati Ağbi’ye ve bana dönüp sitem bile etmişti: ‘Alın da başınıza çalın yere göğe koyamadığınız Adapazarı’nızı!’

Osmanlı Divan Şairi Güvahî İle Sahaf Resul’de Tanışmamız

Bir mesai bitiminde beş katlı belediye binamızdan inmiş, sağa PTT sokağa dönmüş, iç karartan Türk Telekom binasından her zamanki gibi Gelişim Kitabevi’ne  (o zaman daha İsmail Aydın’ın Değişim Kitabevi ve şeyh vekilim Tarık Pekerken’in Mazlum Şekerlemesi/Şekerci’si yok) doğru yola koyulmuştum ki, yere naylon muşamba üstüne eski püskü kitaplar serili bir sahaf dikkatimi çekti. Yere karışık kuruşuk serili seksen yüz kadar kitaba gayrı ihtiyarı bir bakış fırlattığımda aradan bir kitabın bana doğru baktığını, samimi ve içten gülümsediğini fark ettim: ‘Güvahî’.

El sıkıştık, ayakta belki on beş belki yirmi dakika sohbet ettik; Geyveli olduğunu, asıl adının Mehmet Süreyya olduğunu, Tımarlı olduğunu, İkinci Bayezid ve Yavuz döneminin şairi olduğunu, Kanûnî’nin ilk yıllarında 1524’te vefat ettiğini, atasözlerini şiirleştirdiği ‘Pendnâme’siyle tanındığını, ama Divan’ıyla birlikte üç kitabı daha olduğunu anlattı bana. O anlatırken, ben de şiirlerine göz attım; babaannemin ‘yürük atı kendi yemini kendi attırır, yürük olmayan at kendi yemini kendi bitirir’ sözünü Güvahî’de şiir olarak görünce daha bir ısındım, daha bir sevdim. Kitabını satın aldım, dostça kucaklaşarak ayrıldık Güvahî’yle. O anda karar verdim bu şehrin değerlerini bu şehre tanıtmak, anlatmak görevimiz olsun! Böylece 2000 Aralığında yayımlanacak olan ‘Sakarya Şairleri’ antoloji kitabıma o gün o dakika karar verdim: Müsebbibi Güvahî’dir.

Sakarya Sanat Adamları Söyleşi Dizisi

 

Bu amaç doğrultusunda neler yapabilirdim? Endüstri mühendisliği eğitimim imdadıma yetişti hemen. Yani analitik düşünme. Önce Sakarya’nın sanat adamlarından işe başlayabilirdim. Aralarında yaşayan Faik Baysal’ı, Cüneyd Suavi’yi, Necati Mert’i, Hüsnü Gürsel’i tanıtmalıydım onlara. Öz be öz bu şehirli Mehmet Süreyya Güvahî’yi, Sait Faik’i, Kerim Korcan’ı, Tarkan’ın çizeri Sezgin Burak’ı anlatmalıydım dilimin döndüğünce.

On yedi Haziran bin dokuz yüz doksan iki Cuma günü, şair, romancı, hikâyeci, senarist Faik Baysal’la başladım ‘Sakarya’nın Sanat Adamları’ söyleşi dizisine. İlk söyleşimin/ yazımın manşeti de Faik Baysal’ın kendindendi elbet:’ ‘Sarduvan’ Güdümsüz İlk Kırsal Bölge Romanıdır!..’ Baysal’la iki gün süren söyleşinin başlığı daha da sıcaktı: ‘Adapazarı Kocaman Bir Aile Gibidir!’

 

Faik Baysal, Hüsnü Gürsel, Cihat Zafer, Ömer Emecan, Salim Atar, Hatice Bilen Buğra

 

İkinci hafta söyleşim Türkiye’nin belli başlı beş fotoğraf sanatçısından birisi Hüsnü Gürsel’le, üçüncü hafta yirmi bir yaşında ‘yarım asırda biriktirilebilecek müktesebatı haiz ‘Güneş Bizi Geçemez’in yazarı Cihat Zafer’le, dördüncü hafta –o günlerde iki şiir kitabı sahibi – şair Ömer Emecan’la, beşinci hafta tiyatro sanatçısı/yönetmeni Salim Atar’la, altıncısı ‘Umursanmayan Kadınlar’ ve ‘Ayın Uysal Işığı’ hikâyeleri Ötüken’den yayımlanan, Tarık Buğra’nın Adapazarlı eşi Hatice Bilen Buğra’yla…

O günlerde Çark Caddesi’nin sağ başında (muhtemelen Kundakçıoğlu İşhanı) bir  pasajının caddeye bakan bir katında oturan hikâyeci Necati Mert’le de –üç kasete ancak sığan- bir söyleşi yapmıştım, kocaman krem renkli teybimle. Çözümlemesi daktilo sayfasıyla A4 ebadında 31 (yazıyla otuz bir) sayfa tutmuştu. Necati Ağbi’ye götürmüştüm, tek tek okumuş, birkaç yanlışı düzeltmiş, her sayfayı paraflamıştı. Şimdi sebebini hatırlayamadığım bir nedenle yayımlayamamıştık o söyleşiyi. Arşivimde durur. Bakarsınız yapılışın otuz birinci yılında otuz bir sayfa olarak yayımlanır; ya nasip, ya kısmet.

31.10.2013

Bu yazı toplam 1297 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim