• İstanbul 13 °C
  • Ankara 13 °C

‘Bu Kadar Kitabı Boşuna mı Okuduk Biz’

Fahri TUNA

Selahaddin Şimşek Akademisi’ne Dair

Selahaddin Şimşek Asmaaltı Akademisi’nden söz ederiz zaman zaman; bu tespit Cihat Zafer kardeşime aittir ve ayniyle de vakidir. ‘Hepimizin Selahaddin Şimşek’in paltosunun cebinden çıktığımız’ tespiti de.

Şimdilerde İstanbul’da vakıf üniversiteleri/özel üniversiteler çok çoğaldı çok şükür. Onların mekânlarına dikkat ederseniz, iki üç farklı semtte olduklarını, zaman zaman da yer değiştirdiklerini görürsünüz. Bizim Selahaddin Şimşek Akademisi de öyleydi.

Selahaddin Ağbiyi bin dokuz yüz yetmiş dokuzda tanıdığımda Demircioğlu İşhanının ikinci katındaki bir kıraathaneye çıkıyordu. Hemen her akşam da sağında vezinli yüzü ve sakalları, baba duruşu, güven feraset ve vakar telkin eden bakışlarıyla –adeta rektör yardımcısı gibi hep mevcut- arada bir, o da çok seyrek, bir bakıma daima susarak konuşan Alaaddin Taşçeken. Solunda hep kararlı hep dengeli hep düzgün konuşan, iyi giyimli Çerkez Beyi, -nam-ı diğer Parmaksız Salih- Salih Şimşek. Karşısında ise masada Selahaddin Ağbinin zaman zaman karşılıklı Pişekar-Kavuklu ortaoyununu başarıyla icra ettiği, masanın –pardon akademinin- gösterişsiz sponsoru, halasının torunu Mehmet Sami Çakmak.

Demircioğlu Yerleşkesinde Yeşil Çuhalı Bir Masa

Koca kıraathanede yirmi masa varsa, geceleri yirmisi de doludur, on dokuzunda –adını bir türlü öğrenemediğim- çeşitli oyunlar heyecanla icra edilmektedir. Çölde vaha misali, bir tek Selahaddin Ağbinin masasında sadece kitaplar, onun inci gibi el yazısıyla adeta mücevher işlercesine titizlikle tuttuğu harita metot defteri, Uzun Samsun paket, kaliteli bir çakmak. Kırmızı mavi tükenmez kalemler. Unuttum; bir de metal, iki taraftan da sigara koyulacağı bulunan kül tablası. Birkaç kez de mikadan (bir nevi sert plastik) yuvarlak, üzerinde açık kahverengi lekeler de bulunan su/berrak renkli kül tabağı. Yeşil çuha masasının üzerindeki süsler, zenginlik bunlardan ibarettir. Selahaddin Ağbi konuşuyordur daima; bin bir konuda on bin bir bilgi anekdot tahlil analiz tespit ile. Salih Ağbi üç beş kez eklemede bulunacak, Alaaddin Ağbi hemen daima susarak konuşacak, sorulursa bir iki cümle söyleyecek, Mehmet Ağbi hep ihtiyatlı hep uzak hep mesafeli ve hep candan dinleyecek. Kalkarken de masanın parasını çoğu kez olduğu gibi o ödeyecektir (Masada tek çalışan da odur zira). Bunlar çay parasıdır; Selahaddin hilafsız yirmi çay içmiştir, sırf demdir üstelik! 

Onun Her Bir Sohbeti Müstakil Birer Konferanstı

Bunlar yirmili yaşlarının sonlarında okuyan düşünen yazan gençlerdi. Alaaddin Ağbinin bir tefsir üzerine çalıştığı yayılırdı kulaktan kulağa. Selahaddin Ağbi sosyoloji, edebiyat, sinema üzerinde okuyor; özdeyişler yazıyor, sık sık bizlere –sanki bir şeyden anlıyormuşuz gibi- ‘virgülü şuraya mı koysak daha olur, buraya mı?’ gibi sorular soruyor; biz gençlere hedefler, idealler, düzeler kazandırmaya çalışıyordu. Nam-ı diğer Parmaksız Salih Ağbimizin (ki gerçekten bir parmağı yoktu) ise yayına hazırladığı bir kitaptan söz ediliyordu.

Müdavim dört kişinin dışında Ali (Uyanık), ben, Veysel (Karafilik), Bekir (Sakin) gidiyorduk haftada bir. Ama onun masasından pek misafir eksik olmazdı. Hâl hatırdan sonra Selahaddin Ağbinin ilk sorusu herkesin mâlumuydu: ‘Ne okuyorsun?’ Örneğin şu kitabı dediniz değil mi? Size o kitabın ve o yazarın hakkında on beş dakikalık özlü, dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız, onun edebiyat ve düşünce serüveni hakkında bilgiler aktırırdı. İtiraf etmeliyim; iki şeye doyamadım hayatta: Bir Selahaddin Ağbinin, her biri birer kitap okumuş gibi olduğumuz akşam sohbetlerine, iki ondan  alıp, o her tarafını çizip notlar aldığı adeta yazarıyla dertleştiği yer yer dövüştüğü kitaplarını okumaya…  Onun her bir sohbeti ayrı birer konferanstı. 

Oradan Gazete Müvezzileri Kampüsüne Geçildi

Sanırım Seksenlerin ortalarına doğru bizim akademi, halkın Fitaş sokağı diye isimlendirdiği aslında Küçükosman sokağındaki Gazete Müvezzileri Kıraathanesine taşındı bizim akademi. Bir cephesi Atatürk Bulvarı’na bakan diğeri Fitaş Sinemasına bakan binanın bitişiğinden girince elli metre kadar sonra soldaydı. Yerden biri iki basamaklı girilen bir kıraathaneydi. Oraya devam etmeye başladık Selahaddin Simşek ve Muhipleri Cemiyeti üyeleri olarak bizler. Mehmet Ağbinin (Çakmak) hemen bitişiğindeki evde oturmasının oraya taşınmamızda payı var mıydı bilemem; olması muhtemeldir.

Burası da bir tür oyunhane (belki de kumarhane)ydi. Tek oyun oynanmayan, tek ‘hayat oyunu’ oynanan, tek ‘hayatın analiz ve icra edildiği masa ‘akademi’ masasıydı. Ama Selahaddin Ağbinin masası, özellikle de Akademi Başkanımız Selahaddin Şimşek’in büyük saygı gördüğüne şahit oluyorduk sık sık. Başta kahvehane

sahibi olmak üzere, o masalardan kalkan ‘ağır ağbiler’, sağ elini yüreğinin üzerine koyarak ‘hayırlı akşamlar efendim’ demeden pek geçmiyorlardı. Durumdan, duruştan çıkarılan doğal bir ritüel, bir temenna, bir icra gibiydi gördüklerimiz.

‘Fener Maçı Kaç Kaç Ağbi?’, ‘Fener’in Maçı mı Var?’

‘Hava kapalı olduğu zaman Allah’a inanan çok olur!’; bir nevi psikolojik/sosyolojik analizi kapsayan atasözünü de Selahaddin Ağbiden duymuştuk ilk. Başarılı olan şehir takımlarının arkasına düşen de çok oluyor. O yıllar yani seksenli yıllar Sakaryaspor’un –şimdiki adıyla Süper – Lig’in tozunu attığı yıllar. Ve her pazar Cenk Koray’ın on beş dakika maç verip on beş dakika espriler katarak sunduğu tek kanallı Telemaç programı icra ediliyor.

Selahaddin Ağbiden nakledeyim; ‘Bir Pazar oturmuş kıraathanede kitap okuyorum. Yirmili yaşlarda bir genç girdi, bana doğru yaklaştı, ‘kaç kaç?’ diye sordu, ‘ne kaç kaç?’ dedim başımı kitaptan kaldırarak, ‘Fener maçı kaç kaç ağbi?’, canım sıkılmıştı, herkes heyecanla ekrandaki maçı seyrediyordu, ama genç yanlış adrese soruyordu, onu daha şaşırtacak bir cevap verdim: ‘Fener’in maçı mı var?’

Delikanlının nasıl bir buzdağına çarptığını tahmin edebiliyorsunuz sanıyorum. Selahaddin Ağbinin bir tek kez maçla ilgilendiğini gördüm; o da ideolojik-sosyolojikti. 1982 Dünya Kupası’nda Cezayir, ünlü Alman ekibini 2-1 yenmeyi başarmıştı; çocuklar gibi mutluydu Selahaddin Ağbi, sanki iki golü de o atmış gibiydi; ‘burunları kırılsın biraz!’ diyordu. 

Şaheser Bir Portre: ‘Malcolm X; Siyah Aydınlık!’

Türk Sanat Musikisine adeta müptelaydı; ‘Medeniyetimizin en dev şairlerinden birisi Yahya Kemâl’dir, Münir Nureddin Bey de onun ‘dönülmez akşamın ufkundayız’ şiirini besteleyerek medeniyetimizin muhteşem bir eserine imâ atmış oldular’ diyordu. ‘Türk müziğinde bunun üzerine eser tanımam’ diyordu musikiden söz açıldığında. Bir de Itri’yi çok seviyordu, ‘Tekbir onun tüm insanlığa ilelebet devam edecek bir hediyesidir’ diyordu.

Selahaddin Ağbiye göre; İmamı Azam (Ebu Hanife) hukukta, Gazali düşüncede, Fuzuli şiirde, Yenişehirli Avni gazelde, Mimar Sinan estetikte, Itri musikide medeniyetimizin birer zirveleriydiler. ‘büyüklerimizin hayatlarını yazmak istiyorum Fahri, Batılı olanları zaten herkes tanıyor; Ebu Hanife’yi, Gazali’yi, Malcolm X’i yazmak istiyorum’ demişti. Arzu ettiklerinden kaçını yazabildi bilemiyorum ama bir tanesini gördük, Zafer’de yayımlanmıştı; portre yazarlığımızın da şaheseridir: ‘Malcolm X; Siyah Aydınlık’.

Kitabı Yazılması Gereken Asıl Akademi: Asmaaltı

Şen Pasaj’da İlyas Ağbinin mekânında, her ikindi sonrası biri gidip biri gelen enfes çayları eşliğindeki –ikili- sohbetlerimizi saymazsak, benim şahit olduğum üçüncü ve son ‘akademi yerleşkesi’ Yenicamii’deki ‘Asmaaltı’dır. Ve asıl akademidir, son akademidir, özü bereketi ihtişamı da oradadır. Yanda can kardeşim Rahmi Sak’ın babası merhum Saadettin amcamızın bir sanat icra edercesine yoğurup bizlere takdim ettiği yüz yirmi beş yıllık Ali Koka Bozası da mekânın/yerleşkenin ilave bir süsü, zenginliğiydi.

Bizim ‘akademi’nin süsü, yıldızı, büyük kabiliyeti Cihad Zafer’di; kuvvetli muhtemel ki ‘yeteneklerimiz ölçüsünde’ seviyordu ve ‘ilgileniyordu’ rahmetli bile. O nedenle de en çok cihat kardeşimizle ilgili ve beraberdi. Selim Gündüzalp ile ‘Cihad Zafer üzerinde’ bir ‘hakimiyet çekişmesi’ni de tatlı bir anı ve Selim Gündüzalp’in itirafı olarak hatırlıyorum yıllar sonra. TRT’de yayımlanmakta olan ‘İstanbul’un Şehirleri’nin çok başarılı ve ödüllü yönetmeni Aybars Bora Kahyaoğlu da Asmaaltı Akademisi’nin yıldızlarındandır.  Sezgin Çevik (şimdi 36 dergi yayımlayan dev bir yayın grubunun başında), Eczacı Engin Gündoğar, Sinema dünyasına gönül vermiş Fevzi Günal, elektrik mühendisi/sahaf Osman Öztopaloğlu, elektrik mühendisi Sinan Meriç’i, günümüz düşünce dünyasının deruni adamı elektrik mühendisi Ahmet Şahin de Asmaaltı’nın en iyi öğrencilerindendiler. Cihad’ın kardeşi Serhat Demirel de (ki şu anda SAÜ’de Edebiyat bölümünde dört dörtlük bir edebiyat araştırmacısıdır) Asmaaltı trenine ucundan (son vagona) erişebilmiş şanslı delikanlılardandır. 

İran’a rahmetliyle birlikte yirmi bir gün enfes bir seyahatte bulunduğunu, her şairin başında rahmetlinin geniş bilgiler verip ezberinden o şairin şiirlerini okuduğunu her daim söyleyen Rahmi Sak’ı, Selahaddin Ağbinin organizasyon/çile arkadaşı Alaaddin Kalay’ı, Fehmi Ağbiyi, Serdivan’dan gelip giden sessizlik ve edep abidesi Niihat ve Sedat Çetin kardeşleri de bu akademinin içinden saymamız gerekir.  Bu satırların sahibi, fakir-i kalem ve fakir-i kelam da Asmaaltı Akademi’nde zaman zaman bulunabilmiş olmayı şerefyab olmak olarak addetmektedir, bir ömür!

Her An, Her Olayda Özdeyiş Yazabilen Adam!

Özdeyiş yazarı Selahaddin Şimşek, lugattaki her ibare hakkında konferans verebilen; hayatındaki her ana, her olaya, her duruma bir vecize, bir özdeyiş üretebilen bir kalem/kelam erbabıydı. Buna onu tanıyan her arkadaşı şahitlik eder.

Beyninde ur vardı, sinsi, hain, namerd hastalık beyninden vurmuştu onu; çok tehlikeli bir ameliyat geçirmişti. Bir gözü tümden görmüyor, kapalıydı; diğeri ise yüzde yirmi görüyor deniyordu. Vefatından yedi sekiz ay kadar önce, sonbaharın serin yüzünü gösterdiği bir Adapazarı akşamında, Asmaaltı önünde dört beş dost çay eşliğinde muhabbet ediyorduk. Aziziye’den Yenicamii’ye doğru kırk beş yaşlarında bir hanımefendi, yanında on sekiz yirmi yaşlarında hafif dekolte giyinmiş iki kızı önümüzde geçiyorlardı. O az gören gözü -; çok gören gönlü- ile döndü âh ederek Selahaddin Ağbi, ‘bu insanoğlu ne kadar tuhaf arkadaş, dedi, Biz kendi gözümüzden el-alemin kızlarını kıskanırız da onlar bizim gözümüzden kendi kızlarını kıskanmazlar!’ bunun gibi yüzlerce örnek, hatıra anlatabilir Asmaaltı Akademi öğrencileri. Ve onlardan oluşan da  bir kitap olsa, ne kadar güzel olur!

‘Bu Kadar Kitabı Boşuna mı Okuduk Biz?’

Üstadımız, efendimiz, ağabeyimiz; yürüyüşüne, müktesebatına/birikimine, hassasiyetlerine, duruşuna hayran olduğumuz, meftûn olduğumuz; yazdıklarını, söylediklerini, yaşadıklarını tevarüs ettiğimiz -; hâce-i ekber’im Hilmi Yavuz üstadımın sevdiği tabirle- temellük etiğimiz Selahaddin Şimşek; gün be gün eriyip gidiyordu gözümüzün önünden. Hepimiz çok üzüntülüydük elbet; ona ne kadar fark ettirmemeğe çaba göstersek de mümkün müydü gizlemek.

O ise bize söyleniyordu sık sık: ‘Veren O, alan O! Size ne oluyor, bana ne oluyor! Emanetini ne zaman isterse o zaman alır. Bu kadar kitabı boşuna mı okuduk biz?’ İlginçti; o bizi teselli ediyordu daima, kendisiyle ilgili olarak!

Vefatından belki bir ay kadar önce İbrahim Küçük kardeşimle birlikte –son kez- ziyaretine gittim; -zihnime son fotoğraf karesi bir ömür yapışmasın diye, ağırlaşan hastalara gitmemeye çalışıyorum, elimde değil- fotoğraflarımızı da çekti İbrahim. Vefa, saygı, zarafet abidesi yeğeni Necmeddin Şimşek başındaydı her zamanki gibi. Kullanmamak kaydıyla izin vermişti o fotoğrafları çektirmemize. ‘Büyük yerden gelecek emrin’ yaklaştığının farkındaydı elbet. ‘Neye üzülüyorum biliyor musun Fahri kardeş, dedi. Bir ömür oku biriktir, tam yazacak yaşa gel, bir şey ortaya koyamadan git! Emeklerime, bilgilerime yazık; yoksa kendim için zerrece üzüntüm yok!’  Ardımda fotoğraf çektirmemize üzüldüğünü, söylendiğini de biliyorum. Ama onunla ilk ve son fotoğrafım da böylece çekilmiş oldu; zira biz belgeyi en az önemseyen bir topluluğuz; hastalığımız ‘şifahilik’ değil mi bizim?

Bir de ‘Göğe Yağan Yağmurlar’ adını verdiği, tüm özdeyişlerinden oluşan bir kitap hayali vardı; onu gerçekleştirememişti. Kader… İnşallah, biz tilmizlerine/öğrencilerine düşüyor artık bu görev.

Hayatımda Gördüğüm En Nezih ve Zarif Cenaze

Aziz Duran’ın belediyeyi teslim aldığı 1 Nisan 1994 Cuma gününün ertesiydi. O zamanlar cep/gsm telefonları daha icat bile edilmemiş. Bir Cumartesi sabahı (2 Nisan 1994), ev telefonumuz acı acı çaldı arayan sevgili ağabeyim, Belediyemizin Başkan Yardımcısı Mustafa Çınar’dı; ‘Selahaddin Şimşek ağabeyin vefat etmiş, bugün öğlende Orhan Camii’nden kaldırılacak!’

Ne cevap verdiğimi, ne dediğimi hatırlamıyorum bile. Hüznü, hüznümüzü tarif etmeye kelimeler kifayet eder mi…

Adapazarı’nın ilk ve tek selâtin camisi, Osmanlının ikinci sultanı Orhan Gazi’nin bizlere armağanı Orhan Camii’nde kılınan öğle namazını müteakip Yorgalar Mezarlığına, babası müderris, âlim Cevdet Efendi'nin ayakları ucuna defnettik ağabeyimizi.

Aman ne seçkin bir cenazeydi öyle; yarım asırlık ömrümde görebildiğim en seçkin, en nezih, en zarif, en mütevekkil cenazeydi. Kimler yoktu ki? Çok sevdiği Gümrükönü’nden Kavaklar caddesine döndü, orada Turan Caddesinden Hasırcılar Camiine selâm vererek Yorgalar’a eller üzerinde onurla hüzünle şerefle taşıdı seçkin kalabalık onu.

Yirmi yıla bulan ‘geçici ayrılığımız’ın ardından onu Mevlevîlerin enfes sözüyle, rahmet ve minnetle anıyorum:

‘Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler!’  

07.12.2013

Bu yazı toplam 1286 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim