• İstanbul 25 °C
  • Ankara 26 °C

Edebiyat Doçenti Muharrem Dayanç’la 40 Soruda Ada

Fahri TUNA

muharremdayanc1-Karaçam? Karaçamdır köyümüz / Zemzem akar suyumuz / Sevip sevip ayrılmak / Yoktur öyle huyumuz 

Bir köy, içinden asfalt ve demiryolu geçen bir köy. Kenarından Sakarya nehrinin süzüle süzüle aktığı bir köy. Bağrından çıkan iki derenin Sakarya’yı beslediği bir köy (Gerçi bugün ikisi de kurumanın eşiğinde). Söze coğrafî tasvirle başladım, çünkü coğrafya kaderdir. Karaçam’ın hem konumu hem coğrafyası, bu söyleşinin sınırlarını belli bir yere kadar şekillendirdi diyebilirim. Karaçam, doğduğum yer olmasının ötesinde emrihak vaki olduktan sonra bağrında sonsuzluğu soluklanmayı istediğim yer aynı zamanda.

 

2-Karaçam İlkokulu? Eğitim hayatım, -o günkü adıyla- Karaçam Köyü İlkokulu’nda başladı. Yanı başındaki bakkalımıza küçük kapıdan girip çıktığımız evimiz, okula en yakın evdi. Bakkalımız ise, köydeki tek bakkal olmasının yanı sıra okulun kantini görevini de üstlenmiş olup benim için hem köy halkını hem de genel anlamda insanları tanımanın laboratuarı gibiydi. Daha açıkçası hayalhanemdi. Birinci ve ikinci sınıfta Geyve’den gelip giden bir Hatice öğretmenimiz vardı. Sonra Pamukova Turgutlu’dan Orhan (Orhan Özkan Varol) öğretmen girdi hayatımıza… İlkokul son sınıfta da Memiş Kaya. Üçünün de üzerimde çok emeği var.  

 

3-Demiryolu Sakarya Köprüsü? Karaçam’ın kenarından Sakarya geçer. Geçer ifadesini bilerek kullanıyorum burada. Çünkü bu akış bizim için sadece bir aksesuardan ibaretti. Bizim köydeki köprüyü Almanlar yapmış ve yaparken de adeta bir nazar boncuğu hükmünde bir söz bırakmışlar geriye: ‘Sakarya akar, Türk bakar…’ Demiryolu köprüsünün benim ve ailem için çok trajik bir yönü, hatta anlamı var. 1950’li yıllarda memurluk sınavını kazanan babam komşu köyümüz olan Doğançay’dan trene binecek İstanbul’a gidecek, göreve başlayacaktır. Annem İstanbul hanımefendisi olma heyecanı, sevdiklerinden ayrılacak oluşunun da hafif burukluğu içinde. Babam daha önce çalıştığı demiryolu inşaatındaki arkadaşlarının da ısrarlarıyla, eskiden demiryollarının hem bakımını hem de güvenliğini sağlayan araçlardan olan ve daha çok bilek gücüyle yol alan terazi ile Doğançay’a gitmeye karar verir. Uğurlandıktan 10 dakika sonra bir feryat ulaşır Karaçam’a. Terazi tam köprünün ortasındayken karşı yönden bir tren çıkar gelir ansızın. Teraziyi biçer geçer. Sakarya nehrine düşerek ölümden kurtulan birkaç insandan biridir babam. Fakat bu kurtuluşun bedeli çok ağır olacaktır ve babam iki sene hiç kımıldamadan yatağa mahkûm kalacaktır. Bırakın çocuk sahibi olmayı yaşaması bile mucizelere bağlıdır artık. Fakat siz kadere bakın ki bu insan daha sonra dokuz çocuk babası olur ve ben bu ailenin yedinci ama ilk erkek çocuğu olarak dünyaya gelirim. Bundan dolayı çocukluğum makinistlere düşmanlıkla geçti ancak sonra onları affettim. Her tren geçişinde içimden bir şeyler aktı durdu İstanbul’a doğru. Bir gün geldi İstanbul fikrisabitim oldu. Ne gariptir ki daha sonra üniversite eğitimimi bu şehirde tamamladım. 

Hâsılı babam kul hakkı konusunda çok titiz, aynı zamanda dindar ama bir o kadar da karamsar bir insandı. Annem daha yeni yuva kurmuşken hayalleri hayatın gerçekleri tarafından tersyüz edilmiş mütedeyyin ve mütevekkil Anadolu kadını. Unutmadan söyleyeyim. Yıllar önce, Hece Öykü Dergisi’nin ilk sayılarından birinde bu tren maceramı uzun uzun anlatmıştım. Bütün bu nedenlerle demiryolu köprüsü benim şahsî maceramın hep merkezinde kalmıştır.

 

4-Sakarya? Karaçam’dan nasıl görünürdü Sakarya? Çocukluğumda Sakarya her şeyden önce gazete ve kitap demekti benim için. Sonra diş hekimlerinin çokça bulunduğu yer. Caddeler, yan yana dizilmiş mağazalar, sinemalar, okullar ve kalabalıklar... Babaannemle birlikte Adapazarı’nın Yenicami semtinde yaşayan halamlara her gittiğimizde, halamın ana caddenin kenarında bulunan evinin ikinci katının penceresinden yoldan geçen insanları kuşbakışı seyretmek bana farklı gelirdi.

 

5-Geyve? Temiz, mütevazı ve onurlu insanlara; verimli topraklara sahip tipik bir Anadolu kasabası. Güller diyarı. İnsanı toprağı gibi; toprağı insanı gibi velut bir yer. Karaçam’ın coğrafî konumu her yönüyle ilginç. Bizim köy Geyve’ye bağlı, komşu köylerden Akçay Sapanca’ya, Adliye ve Ahmediye ise Adapazarı’na bağlı. Fakat benim Geyve ile bağım bunların dışında/ötesinde ve daha derin. Ortaokul birinci sınıfı Geyve’de okudum. Dolayısıyla sadece şehir merkezinde yaşayan insanlar bağlamında değil, hemen hemen bütün köylerinden gelmiş insanlarıyla birlikte tanıdım Geyve’yi. Geyve’nin merkezinden akan çayın kenarındaki ulu çınarların altında öğle yemeği niyetine yediğimiz zeytin ve ekmekleri hiç unutmadım mesela.

 

6-Akyel Oteli? Hâlâ duruyor mu bu otel bilmem. Aynı zamanda toptancılık yapan bir aileden almış adını. Her ne kadar bugün bağlar kopsa da, bizim uzun yıllar alışveriş yaptığımız baba dostu diyebileceğimiz insanlar. Bir gün İstanbul’da kendisini ziyarete gittiğimizde anlatmıştı, Mülkiye’de okurken bir yaz günü Geyve’ye gelmiş ve burada bir otelde konaklamış Sezai Karakoç. Şairin konakladığı yer tahminime göre Akyellerin Oteli olmalı.

 

7-Geyve’nin gülleri?

Mona Rosa, siyah güller, ak güller

Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak

Kanadı kırık kuş merhamet ister

Âh senin yüzünden kana batacak

Mona Rosa, siyah güller, ak güller

Bazen bir mısra bir şehri tek başına estetize eder. Geyve güller diyarıdır doğru. Birkaç gün önce ova ve dağ köylerini aşarak bir kere daha geçtim güller diyarından. Bir kere daha gözlerimle müşahede ettim gül dolu bahçeleri. Bütün bunların yanında ve dışında bir “Geyve gülü” daha var. O da şairin (Sezai Karakoç’un) gönlünde açmış. Türkçe yaşadıkça yaşamaya/kokmaya devam edecek. (Mona Rosa şiirinin arka plânını araştırırken kendisine başvurduğum Geyve Kaymakamı Sayın İdris Akbıyık’ın yardımlarını burada zikretmeliyim.)

 

8-Geyve Boğazı? Rüzgârın doğduğu yer. Yolların buluştuğu ve kavuştuğu kavşak. Millî Mücadele yıllarında Çanakkale Boğazı’ndan sonra en stratejik ikinci boğaz/bölge. Ihlamur ağaçlarının çiçeklenmeye başladığı günlerde, yani bir bahar günü, Boğaz’ın bir kenarına ilişin ve bu ağaçların birazdan size ulaştıracağı rayihayı beklemeye başlayın. Pişman olmayacaksınız.

 

9-Ada? Benim en çok ilgimi çeken bahislerden biridir “ada”. Sadece denizler ortasında etrafı suyla çevrili yerler değil, etrafını nehirlerin, ırmakların, derelerin, çayların çevirdiği yerler de “ada”dır. İkincisinin en güzel örneklerinden biri ‘Adapazarı’. Bir tarafını Sakarya nehri diğer tarafını Çark deresi kuşatmıştır onun. “Ada”, suya doymuş kara demektir. Suya doymuş kara, yeşile de doymuştur, bu nedenle bereket demektir, hayat demektir.

 

10-Adapazarı? Velhâsıl pazardır bu dünya. Hüneri ve meziyeti olanlar bu pazarda itibar görürler. Gerçi Yunus;

Aşkın pazarında canlar satılır

Satarım canımı alan bulunmaz,

der ama o başka gözle, başka pencereden bakar “ada”ya. Adapazarı daha yerel ve belki bu yüzden daha içten ve samimi bir isim. Suya doymuş gönlü tok satıcıların alışveriş yaptıkları gönül kazandıkları pazar. Ne ararsanız bulunur bu pazarda, en kalitelisinden insan da, yine en olgunundan insanla toprakdaş olan meyve de, sebze de. Pazar’ın modern hayattaki karşılığı maddi ve manevi anlamda medeniyet demek, rekabet demek.

 

11-Adapazarı ve okullar? Ortaokulun birinci sınıfını Geyve’de okuduğumu daha önce söylemiştim. Diğer sınıfları ve liseyi Adapazarı’nda okudum. Cemil Meriç ‘bilmek mukayese etmektir’ der. İçimde hep Geyve ile Adapazarı’nı tarttım durdum yıllarca. Geyve’deki günlerim daha huzurlu ve daha mutluydu. Fakat hemen eklemem gerekir ki Adapazarı da bana çok şey kattı, ona da haksızlık etmek olmaz. Özellikle ortaokulda çok silik ve sıradan bir öğrenciydim. Benim hayatımı babaannemden sonra değiştiren ikinci insanla yine bu yıllarda karşılaştım. Ortaokul ikinci sınıfta yazdığım bir kompozisyondan sonra Türkçe öğretmenim yanıma geldi ve başımı okşayarak; ‘senden olacak evlat’ dedi. Aynı yıl okulda düzenlenen şiir okuma yarışmasına kendi şiirimle katıldım. Sonuç fiyaskoydu, ama benim içimdeki edebiyat barajı su tutmaya başlamıştı. Aynı sınıfta Türkçe öğretmenim Ahmet Çengel’in tavsiye ettiği Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağlayanlar’ını âdeta ezberlediğimi bugünkü gibi hatırlıyorum. Lisede bütün şiir ve kompozisyon yarışmalarında adım sürekli ilk üçteydi. Hiç unutmam bir Ağaç Bayramı’nda Sakarya ikincisi olmuş ve ödülümü Tümen Komutanı Nezihi Çakar’ın elinden almıştım. Aldığım ödülü rahmetli babama gösterdiğimde hiç sevinmemiş hatta biraz da tedirgin olmuştu, çünkü babam felsefecilerin ve edebiyatçıların pek tekin insanlar olmadığını düşüyordu. Lisedeki edebiyat öğretmenlerimden dünya tatlısı insan Meral Göl’ü hiç unutmadım. Bu mülakatı görse ne kadar çok sevinir, görür gibiyim. Liseden birçok arkadaşımla hâlâ görüşmeye devam ediyoruz. Sefer Altınsoy, Ertan Gökmen, Talat Serin, Naci Çakıroğlu, Tuncer Üstündağ, Hakan Torun, Mustafa Kuru, Haluk Konuralp şu anda bir çırpıda aklıma gelenlerden.

 

12-Yenicami mi Orhan Camii mi? Hiç düşünmeden Yenicami diyeceğim. Fakat hemen şunu eklemeliyim ki İstanbul’daki Yenicami ile Adapazarı’ndaki Yenicami zihnimde hep birbirine karışmıştır. Orhan Camii’ni de çok sevmekle birlikte binalar ve yollar arasına sıkışmış bulmuşumdur hep. Camilerin de itikadımca manevi havayı teneffüs için açık havaya, ufka hâkim tepeye ve uhrevî bir yeşile ihtiyaçları vardır.

13-Tozlu Camii? Camileri karşılaştırmak haddim değil, doğru da değil, fakat çocuk muhayyilemde en fazla yer tutmuş camii Tozlu Camii’dir. Diğerlerine oranla daha yüksekte olması, bünyesinde bir kütüphanenin bulunması beni cezbeden diğer yönleriydi bu caminin.

 

14-Uzunçarşı? Uzunçarşı Gülseven demekti benim için. Hâlâ üstüne helvacı tanımam. Uzunçarşı’nın biraz dışında olmakla birlikte Koşucuoğlu Sucukları unutulur mu? Biz köydeki bakkalımızda Gülseven helvası ile Koşucuoğlu sucuklarını satardık.

 

15-Gümrükönü/Bulvar? Adapazarı’nın sembollerindendir bulvar. Sadece iki yolu birbirinden ayıran ağaçlı bölge değil yaşama alanıdır da bulvar bu şehirde. Volta atılan yerdir aynı zamanda. Çam ağaçlarının altındaki banklarda oturmak ve nefeslenmek ayrı bir güzelliktir.

 

16-İstasyon? Üniversite yıllarında her hafta perşembe günü indiğim ve pazar günü tekrar bindiğim trenlerin soluklandığı yer. Meydanı Sakarya’nın siyaset arenası. Burada birçok politikacıyı dünya gözüyle gördüm. İlginç gelecek belki ama ben bu meydanda Sezai Karakoç’u da dinledim. Hey gidi günler hey…

 

17-Çark caddesi? Gençler için şehrin vitrini. Hâlâ öyle mi? Okuduğum okulların her ikisinin de bu caddenin birer köşesinde olması burayla ünsiyet peyda etmemin temel nedenlerinden. Deprem sarssa da yıkamadı bu vitrini.

 

18-Yıldız Sineması? Adapazarı benim için sinema demekti biraz da. Sinemaya gitmenin gizlendiği zamanda yaşadım ben gençliğimi. Belki sırf bu yüzden sinemaya gitmenin ve film seyretmenin ayrı bir hazzı ve tadı vardı o yıllarda.

 

19-İhvan Kitabevi? Hemen her gün vitrinindeki kitapları seyre daldığım gizemli yer. İçeride mutlaka birkaç kişinin çay içtiği, sohbet ettiği mekân. Sadece kitap satılan yer olmadığı her halinden belli. Vitrinin önüne her geldiğimde Numan Yazıcı ile göz göze geliyoruz, ama hoca bir kere bile öğrencisi olduğumu fark etmiyor veya hatırla(ya)mıyor. Allah rahmet etsin, mekânı cennet olsun. Birçok roman satın aldım bu kitapçıdan, en son aldığım kitap Ahmet Cevdet Paşa’nın Maruzat’ıydı.

 

20-Çark? Hayallerimin öğütüldüğü yer. Nedense bana hep gençlik aşklarını çağrıştırıyor.

 

21-Çark Mesire? Lise son sınıftı, küçük bir eğlence yapmıştık kendi çapımızda. Bir ara kalbim hızlı hızlı çarpmıştı. Ne zaman içinden veya yanından geçsem kalbimin geçmişte yaşadıklarını tekrar hissettiği yer.

 

22- Stadyum? Yine şehrin kalbinin attığı yerlerden. Futbolun bu kadar çok sevildiği şehir daha iyi bir stadı ve daha iyi bir futbol takımını hak ediyor. Mazi ve nostalji bizi yordu.

 

23-Sakaryaspor? Tuna, Yenal, Tavşan Mustafa, Ceyhun, Sinan, Önder, Özcan, Zafer, Coşkun, Ömer, Turgay(lar) neredeyse unutuyordum Nezihi ve daha sonra bunların arasında pişen gençler: Oğuzlar, Serdarlar, Enginler, Turanlar, Recepler ve çok daha sonra Hakanlar. Bir Ankaragücü maçı hatırlıyorum. Ankaragücü’nde Durmuş diye bir futbolcu var ve bize âdeta futbol resitali izlettiriyor. Hakan Şükür’ün ilk maçları. Tayminglerini bile doğru dürüst ayarlayamayan çaylak bir genç daha o. Bir Üsküdar Anadolu maçı, bir Denizli maçı, bir Eskişehir maçı unutulur mu? Hele hele 2-0’lık kalede önce Yaşar’ın olduğu daha sonra kaleyi Müjdat’a devrettiği Fenerbahçe maçı ile 4-0’lık BJK maçları… Türkiye kupasını aldığımız sene neydi o Kemal Yıldırım? Bir penaltı bu kadar mı zarif atılır arkadaş, topu bile üzmeden. Hep karıştırdılar dışarıdan bakanlar Kral Aykut’la Kocaman Aykut’u. Ama ikisinin de yeri ayrı oldu bizde hep. Büyük Aykut’a rahmet, Küçük Aykut’a da başarılar dileyelim. Tatangalar. Biz bu şehri tribünlerden sevdik. Bilen bilir bu sevdayı.

 

24-Yeşil-Siyah? Yeşil, Sakarya’nın sıfatı. Siyah iki hece sonunda ‘ah’ var. Bugünkü halini anlatıyor Sakaryaspor’un. Benim için yeşil-siyah Karaçam demektir biraz da. Çamın yeşili ile kara’nın siyahı.

 

25-Sakarya Mutfağı? Tadı sanata dönüştüren maharet. Bakmayın siz Bolu’nun adının çıktığına.

 

26-Islama köfte? Bilmeyen, görmeyen ve yemeyenlere anlatmakta zorlandığımız bir tat. Tat şöleni. Üç temel unsuru var: Köfte, et suyuna batırılmış ekmek ve soğan. Ustam seni unutmadık. Ustasız olmaz.

 

27-Kazımpaşa köftesi? Adını semtinden, tadını Sakarya mutfağından alan tarifi imkânsız lezzet. Sultanahmet, Akçaabat, İnegöl, Tekirdağ, Köfteci Ramiz, Yusuf, Ali kusura bakmasınlar bu işin ‘paşa’sı var artık.

 

28-Yoğurtlu döner? Yoğurdun en mutlu olduğu karışım. Yine bu şehre mahsus lezzetlerden. Et ve kıyma tadından döner yiyemeyenlere tavsiye edilir.

 

29-Kabak tatlısı? Kabak tadı vermeyen kabak. Ağzınızı tatlandırmak için de Sakarya’ya gelmek şart. Bu şehrin taşı kabağı tat.

 

30-İmece? Toprak bizi birleştirir ve buluştururdu. Annem beni de alırdı bazen komşularımıza yardıma giderken. Onlarca dönümlük mısır ve buğday tarlaları gözümüzü korkutmazdı, çünkü bilirdik ki komşular birkaç gününü bize ayıracak. İmece sadece yardımlaşmak demek değildi. Her kadın maharetlerini ortaya dökmenin sahnesi olarak görürdü bu toplantıları. Türküler, mani atmalar, laf atmalar, yenilen yemekler, içilen çaylar, şerbetler. Teknoloji imece kültürünü yok etti, daha bencil ve daha yaban yaptı bizi.

 

31-Çocuk oyunları? Coğrafya, çevresel imkânlar ve yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlayan seri üretim oyuncaklar. Çocukluğum kendi el emeklerimle yaptığım oyuncaklarla geçti; arabadan-topaca, çelik çomaktan-çember çevirmeye kadar. Öyle veya böyle hepsinde el emeğimiz ve göz nurumuz vardı. Bu yüzden oyuncaklarımız çok kıymetliydi. Bugünün çocuklarının dünyasını pahalı ama kıymetsiz oyuncaklar süslüyor.

 

32 - Karaçam manileri? Maniler, çocukluğumun ve gençliğimin en etkili iletişim araçlarıydı. Duygunun söze, estetik bir kalıba girmesinin en pratik ve kısa yoluydu onlar. İçlerinde hem bireysel hem de toplumsal bir anlam dünyası taşırlardı. Manilerin doğması, yayılması ve yaygınlaşmasının arkasında ilhamını geleneklerden alan bir yaşam tarzı vardı. Bundan on yıl kadar önce köyün önde gelen kadınlarından hareketle dört yüze yakın mani derledim. İçinde bireysel ve toplumsal figürlerin kanat çırptığı Karaçam manilerine bir örnek verip geçmek isterim:

Ben bir çeşme yaptırdım

Arkası parmak parmak

Karaçam’dan kız almak

Cennetten gül koparmak

33-Eski/yeni düğünler? Çocukluğumun ve gençliğimin düğünlerinde baş figür “tulum”du. İdris Tuncer elinde tulumuyla düğünlere gelir hem çalar hem söyler hem oynatırdı. “Cilveloy nanayda”, “Bir sarı yılan yakaladı beni/On yedi yerden yaraladı beni”... Oyunlar büyük bir coşkuyla oynanırdı. Elektronik saz köylere girdi birçok güzelliği hem uygunsuz sesiyle hem de gürültüsüyle bastırdı. Salon düğünleri eskiyi öldürmekle kalmadı, zevksizlik ve kimliksizliği egemen kıldı topluma.

 

34-Niçin edebiyat? Hemşehrimiz Sait Faik bir öyküsünde ‘yazmasam çıldıracaktım’ der. Ben de biraz öyleyim. Sizi ikna edebilir miyim bilmiyorum ama beni edebiyata götüren birkaç neden sayabilirim: Yedi kız kardeşin olduğu bir evde büyümek ki annemle babaannemi de katarsam dokuz kadın eder. Maniler ve türküler içinde büyümek. Babaannem yüz kıtadan oluşan bir İpsiz Recep Destanı okurdu. Açıkçası doğduktan sonra önce kulağıma ezan okundu sonra türkü/mani/şiir çalındı. Ortaokulda Ahmet Çengel, lisede Meral Göl. Amatör olarak yazmaya devam ettiğim şiir, öykü ve denemeler. Yine de Tanpınar gibi, ‘benim şartlarım beni edebiyata götürdü’ demeyeceğim.

 

35-Adapazarı’ndan kalkan trenler? Adapazarı’ndan kalkan trenler makas değiştirmeden yol alırlarsa İstanbul’a giderler. Tren belki de en çok Adapazarı-İstanbul güzergâhına yakışır. Bu iki şehir arasında organik bir bağ olduğunu düşünmüşümdür hep. Büyük kardeş küçük kardeş gibi. Doğduğum ve yaşadığım bütün şehirlere damgasını vuran en önemli ulaşım aracı hep tren oldu. Hâsılı sorunuz bir şiirimin ilk mısrasının yarısı, tamamlayalım:

Adapazarı’ndan kalkan trenler/İstanbul’a gider bilirim/Bir gün makas değiştirdim…

36-Eski Adapazarı /Yeni Adapazarı? Deprem öncesi ve sonrası geldi hemen aklıma. Deprem zorunlu olarak küçük şehircikler doğurdu şehrin bünyesinden. Eskişehir’de yaşayan bir insan olarak Adapazarı’nın geliştiğini, değiştiğini ve modernleştiğini gözlemliyorum. Amaç makyajlarla süslenen yapay, sadece gezilip görülecek şehirler değil; soluk alınacak, yaşanılacak şehirler oluşturmak olmalı.

 

37-Eski / Yeni şehir? Adapazarı’ndan Eskişehir nasıl görüyor bilmiyorum ama Eskişehir’den bakılınca flu bir görüntü hâkim. Varla yok arası. Eskişehir çok iyi pazarlanıyor, ama bunun uzun vadede bu şehre zarar vereceğini düşünüyorum. Nitelikli-niteliksiz garip bir göç var Eskişehir’e. Özü korumak için reklam ve siyasi kaygılarla gerçeği çarpıtmamak biraz içe kapanmak gerekiyor bence.

 

38-Adapazarı / Odunpazarı? ‘Pazar’lar ortak. Birinde ‘odun’ alınıp satılıyor, diğerinde hemen her şey. Ticaret/ekonomi eskiden yer isimlerini de belirliyormuş dersek yanlış olmaz. Fakat değişen hayat ve ihtiyaç türleri bu isimleri boşluğa düşürmüş. Samanpazarı’nda saman satılmıyor artık, Semerciler’de semer… Odunpazarı hem tarihî dokusuyla hem de asılları korunarak yapılan restorasyonlarla âdeta küllerinden yeniden doğdu ve önemli bir cazibe merkezi haline geldi. Ama şunu unutmamak lâzım ki burası ideal yaşama alanına değil, turistik/gezilecek/görülecek bir mekâna, objeye dönüştü. Bu ne kadar doğru?

 

39-Hani Yunus Emre ki kıyında geziyordu? Hepimiz Sakarya vadisinin çocuklarıyız. Sakarya nehri Çifteler’in hemen yanı başında doğar ve üç şehrin sınırlarından geçerek Karadeniz’e dökülür. Daha açık söylemek gerekirse Eskişehir-Bilecik-Sakarya aynı nehirden beslenirler. Necip Fazıl’ın ifadesiyle bu topraklar Yunusları yetiştirmiş, Osmanlı Devleti’nin doğuşuna tanıklık etmiştir. Bölgenin tarihî zenginlik ve derinliği Sakarya havzasını âdeta açık hava müzesine dönüştürmüş. Bütün bu nedenlerle bu üç şehrin hemen her alanda/anlamda dayanışması kaçınılmazdır. Bizden söylemesi.

 

40- Çocukluğunun Adapazarı’ndan özlediklerin? Bahçemizin hemen ortasında yüz yıllık bir su değirmeni vardı. Çocukluğumuz burada mısır ve buğday öğütmekle geçti. Gece yarılarında elimizde fenerlerle, gaz lambalarıyla değirmene gitmek zorundaydık, çünkü öğütülen mısırların/buğdayların yerine yenilerini koymak, unları ait oldukları çuvallara doldurmak gerekiyordu. Aksi halde değirmen taşı sabaha kadar boşa dönerdi. Niçin anlattım bunları, şunun için, bu değirmeni restore edip hatta mümkünse yeniden çalışır hale getirmek. Buyurun size bir hayal. İnsan doğduğu yeri niçin özler? Ne ben eski ben olabilirim artık ne de Sakarya eski Sakarya… Hayat akıyor. Sakarya hangi yönde akıyorsa benim de özlemlerim, hayallerim yıllardır hep o yönde akıyor, vesselam.

19.06.2012
Bu yazı toplam 2091 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim