• İstanbul 15 °C
  • Ankara 24 °C

Benim İçin Asıl Kahraman Hatibağa’dır!

Fahri TUNA
Bugünümüzü izah eden çocukluğumuzdur aslında; hepimiz, hepiniz, dünümüze şöyle alıcı bir gözle bakalım, bugünümüze dair bir çok ipucu buluruz, görürüz!..

Üstad Cemil Meriç’in ‘bugünümüzü yöneten ölülerdir’ sözü ne kadar anlamlı, ne kadar doğru, ne kadar gerçekçidir!

Elli üçünü doldurmuş bir kalemin yazdıkları bu okuduklarınız; ‘yarım asırlık anılar’ okuduklarınız, biliyorsunuz; ‘mühendis’ bir kalem var karşınızda, ‘sütlü nescafe’ye bayılan, tiyatro seyretmekten büyük zevk alan bir kalem! Portreler yazan, araştırmacı, seyyah bir kalem.

Öğünen, böbürlenen bir kalem değil zinhar; ‘bugünlerin izlerini dünde’ araştıran bir kalem! Fahri Tuna’nın çocukluğunu okurken, biz de kendi çocukluğumuza dönelim ve bugünümüzün izlerini dünümüzde arayalım bir yandan!

Daha İlkokula Gitmeden Başlayan Matematik Oyunları

Daha ilkokula gitmiyorum; dünyanın ve dünyamın tam da en büyük eğlence olduğu yıllarım; her yan toz pembe (yıllar sonra bir Irmak dergisi yayın kurulu toplantısında ‘Fahri ağbi, şu gözlüklerini verir misin, söylediklerine bakılırsa senin gözlükler hep toz pembe gösteriyor’ diyen Fatih Gürsel kardeşimin kulakları çınlasın).

Hâlâ da dünyaya toz pembe bakmam, bitmez tükenmez iyimserliğimim, otuz yıllık eşimin sık sık ‘çok safsın, seni çok kolay aldatıyorlar’ demesinin, o günlerimle bir alâkası olabilir mi, bilemeyeceğim!.

Büyükbabamla –ki hayatımda en sevdiğim adamdır- sık sık matematik oynuyoruz; ‘sor sor, gene sor’ ısrarlarım karşısında ilkokul kitaplarındaki soruların çoğunu akıldan soruyor, ben de akıldan cevaplıyorum. Yaşıtlarımın saklambaç, çelik-çomak, dipdip, tunuç, zekkelambaç oynadığı yerde ben varsa yoksa matematik!

Bu Çocuk Okuyacak, Sakın Ha?

Yıl 1965. Aylardan temmuz. Şimdi Akınkoç Un Sanayi olarak tanınan firmanın kurucusu baba dostu Fethi Akın, o zamanlar yirmi beş-yirmi altı yaşlarında. Harman makineleri yeni çıkmış, girişimci adam, oda bir tane almış, bizim harmanda harman dövülüyor.

Derken öğle yemeği molasındayız. Hani ‘hadi oğlum teyzelere bir şarkı söyle’ misali, benden de zeki ve girişimci işadamı Fethi amcaya söz ediliyor. Fethi Akın ben diyeyim altı, siz deyin yedi matematik sorusu soruyor daha ilkokula bile gitmemiş benceğize. Ben zaten idmanlıyım, bir, iki, üç… şak şak cevapları bir iki saniyede yetiştiriyorum. Zira bunlar benim için çocuk oyuncağı. Bu küçük matematik imtihanının sonunda Fethi amca büyükbabama dönüp ‘Raif amca, bu çocuk okuyacak, sakın ha engel olmayın, ya mühendis ya doktor çıkacak bu çocuk’ diyor.

Okçuoğlu ailenin gündemine ‘Fahri Tuna’nın oku(tul)ması böylece ilk kez girmiş oluyor.

Yörüklükten Manavlığa, Okçuoğlu’ndan Tuna’ya

Yıl 1966. İmrenilecek, gıpta edilecek, takdir edilecek bir yöntemle, imece usulüyle ‘çakıl’a bir okul yapıyor köy ahalisi. Elbette tek sınıflı. Otuz haneli bir köy bizimki.

Dedelerimiz kurmuş iki yüz sene kadar önce köyü, ‘biz Yörükmüşüz, iki yüz, iki yüz elli sene kadar önce gelip buraya yerleşince Manavlaşmışız’ diyor büyüklerimiz. En büyük dedemizin, köyü kuran dedemizin adı Okçuoğlu İbrahim. Köyün adı, ondan mülhem Okçular koyulmuş. Dört oğlu varmış onun. En büyüğü Mehmet, sonra İdris, sonra Kadir, en küçüğü de Ahmet.

Hacı Ahmet bizim dedemizmiş. Yani benim dedemin dedesi. On altı yıl Yemen’de savaşmış, Huş tepesindeki Osmanlı kalesinde beklemiş yıllarca. Otuz altı yaşında dönmüş harpten, dönerken de Hicaz’a uğramış ‘hacı olmuş’. Bu isim önemli aile geleneğimizde; kardeşimin adı da oğlumun adı da bu dedemizden geliyor: Ahmet!

Bu dört haneye çevreden eklenenlerle otuz haneli bir köye dönüşmüş zamanla bizim Okçular.

1934’te ‘Zâdegan’/’Oğulları’ sınıfını kaldırmaya yönelik çıkartılan soyadı kanunu, bizde 1942’de uygulanmış; Niğde, Eskişehir, Adapazarı istikametli Karakeçili Yörüklüğüne rağmen, dört hanenin ikisine ‘Okçu’ soyadı verilmiş, Kadir amcanın soyuna ‘Tunca’, bize de ’Tuna’ lâyık görülmüş. Elbette hoş, güzel soyadı Tuna ve Tunca; yok itirazımız; da, Karakeçililerin Softalı boyunun Okçu koluna, sonradan iliştirilmiş bu zoraki soyadı sinmiyor bir türlü içimize; özeti şu: Tuna güzel ama bizim soyumuzun adı değil!

İmece İle İnşa Edilen Okulun İlk Öğrencisi

İlçenin otuz haneyle en büyük köyüne ilkokul daha yeni yapılıyor, o da imece yoluyla! Düşününüz 1966 Türkiye’sini.

‘Çakıl Tepesi’ne büyüklerimizin, amcalarımızın briket, tuğla taşıdıklarını, kum çakıl getirdiklerini, harç kardıklarını, çatı tavan yaptıklarını dün gibi hatırlıyorum.

Ne uyum, ne huzur, ne birliktelik, ne dayanışma, ne paylaşım, ne görev dağılımı; Türk milletinin doğru bir amaç etrafında toplandığında nice güzellikler üreteceğinin tipik bir örneğiydi okulumuzun inşası.

Nihayet bir sınıf, bir de müdür odasından ibaret okulumuz Eylül ortalarında bitti, devletimiz de Artvin Şavşat’tan Ekrem Aydın adında on sekiz yaşında genç (hatta çaylak) ama bir o kadar akıllı ve atak bir öğretmeni atayarak imeceyi ödüllendiriverdi. Bizden büyük ağbiler ablalarımız Kadıköy İlkokulu’ndan kendi köylerinin okuluna iltica ederlerken, yaşı o sene yediye giren sekiz-on çocuk biz de okula merhaba dedik. Büyüklerden sonraki ilk numara, yani on numara da bu fakire uygun görüldü.

Askerden Mektup: ‘Emin Muhtar Seçildi mi? Fahri Tuna Traktöre Biniyor mu?’

Ekrem Aydın inanılmaz enerjik ve idealist bir öğretmen; köyü on beş – yirmi günde çözmüş olmalı. O zamanlar köy odaları var, camiinin bitişiğinde. Köy dindar, neredeyse tamamı yatsı namazında camide, namaz sonrası da uzun kış gecelerinde köy odasında tadına doyulmaz sohbetler, İstiklâl Harbi anıları, askerlik anıları anlatılıyor. Yüzük oyunu oynanıyor, yenilenler ertesi akşam tavuk, pilav, un veya irmik helvası getiriyorlar.

Ekibin başını da köyün hatibi, imamı, akil adamı Büyükbabam Raif Hoca çekiyor. Nam-ı diğer Hatibağa. Ekrem öğretmen kısa süre sonra köy halkının tamamının, en başta da Hatibağa’nın gözüne girmeyi başarıyor; her akşam köy odasında gençlerle oyun oynuyor, büyüklerle memleket meselelerini konuşuyor; köyün yol su eksikliklerine çözümler arıyor.

O güne dek, beş köyden/mahalleden oluşan Taşoluk divanı muhtarlığına hep başka köyden insanlar seçilmiş. En büyük köy Okçular, hep bölündüğü için muhtarı kendi içinden seçememiş; Ekrem öğretmen bütün köy halkını topluyor, diyor ki ‘komşular, iki ay sonra muhtarlık seçimi var biliyorsunuz, içinizden birini muhtar seçebilirsiniz, tek yolu şu: Adaylar çıksın, ben gizli anket yapayım, herkes söz versin, en çok oyu alan adayı seçimde destekleyeceğine, seçimi kazanırız!’ Köy halkı öğretmenin bu teklifini düşünecek, taşınacak, uygulamaya koyacaktır.

Üç aday çıkacak, öğretmen tarafından herkese tek tek sorulacak, kim kimi istiyor çetelesi tutulacak, Emin Sarıdemir en çok oyu alacak, muhtar adaylığına köyün ortak adayı olarak girecektir. Tam bu sırada askere giden Ekrem öğretmen, gönderdiği mektubunda iki şeyi soracaktır: ‘Emin Sarıdemir muhtar seçildi mi? Fahri Tuna traktöre biniyor mu?’ Cevap yazılacaktır: ‘İlkine evet, ikincisi hayır!’ Ekrem öğretmeni en çok memnun eden bir sonuçtur bu cevaplar.

Seyfettin Ayçiçek’in Kazandırdığı Okuma Alışkanlığı

Ekrem öğretmenin endişesi şudur: Gözdesi Fahri Tuna’dan çok umutludur ama ‘ziraattaki makineleşme’ye paralel Arif Tuna, İngiliz Malı Fordson’u çekmiştir kapıya. On beş günlük iş artık üç saatte yapılmaktadır! İlgi izzet ikram Fordson’adır; ‘tilmiz-i hass’larından Fahri’sinin de ‘nev zuhur ucubeye’ herkes gibi ilgi gösterip derslerini ikinci plana atmasından korkmaktadır!

Bir sonraki mektubunda ‘Hatibağam, ellerinizden öperim, aman ha, Fahri Tuna okuyacak, traktör mraktör yok ona’ diye yazacaktır.

Derken Seyfettin Ayçiçek gelir, babaannemim dilinden söyleyecek olursam ‘muallim’ olarak. Kandıralıdır Seyfettin öğretmen. Ekrem öğretmen kadar sosyal değilse de disiplinli, dengeli, programlı biridir.

Seyfettin Muallim, bir yandan ‘müfredatı’ uygulayacak, diğer yandan da bizlere okuma alışkanlığı kazandıracaktır; Deli Dumrullar, Dede Korkutlar, Kemalettin Tuğcular getirip okutacaktır!

Seyfettin öğretmen bir şey daha yapmaktadır: Beş sınıfı tek derslikte okutmaktadır. Dolayısıyla ‘sesli’ ve ‘sessiz’ diye iki türlü dersleri vardır. Dört ve beşlerin ortak matematik derslerinde problemleri üçüncü sınıf öğrencisi Fahri Tuna’yı tahtaya kaldırıp çözdürmektedir.

Köy Okulunda Sıralar Üstünde Tiyatro ve Sütlü Nescafe Alışkanlığım

Köyde doğmuş, ilkokulu köyde bitirdikten sonra şehre gelmiş biri olarak ‘iki alışkanlığım’ beni de, dostlarımı da çok şaşırtmıştır: Biri sütlü nescafeye, diğeri de tiyatroya düşkünlüğüm!

İkisinin nedenini de zamanla çözebildim: Biri her akşam kahve içen büyükbabamın dört-beş yaşlarımdan itibaren bana da ‘sütlü kahve’ pişirip içirtmesi; yıllar sonra ‘sütlü kahve’ye en yakın lezzetin de ‘sütlü nescafe’de olması.

Diğeri ise Türkiye’nin yüz bin civarındaki köyünden vaz geçtim, yüzlerce ilçede yaşayanların ‘tiyatro’nun adını bile duymadığı 1969 yılında Seyfettin öğretmenin otuz haneli bir köy okulunda tiyatro oyunu sahnelemesidir: Oyunun adı ‘Simitçi Mehmet’tir, ben zengin bir adamı oynuyordum; amca oğlu Kadir, bir çocuğu oynuyordu (zaten kendisi de sekiz yaşındaydı ya), onun dürüstlüğünü ölçmek içim yolda giderken güya parayı düşürüyordum vs.vs. Rıdvan Özkan simitçiydi mesela. Seyfettin öğretmen sahici olsun diye simit getirmişti Adapazarı’ndan. Namütenahi olumsuz şartlarda bile Seyfettin öğretmen sahne sorununu ‘sıraları birleştirerek sahne yapıp üstüne kilim koymakla’ çözmüştü. Yedi sekiz öğrenci paylaşıyorduk rolleri. İnanılmaz heyecan, inanılmaz zor, inanılmaz mutluluktu bizim için, çocuk muhayyilemde; bilmediğimiz, görmediğimiz, duymadığımız bir işi, bir piyesi, bir tiyatroyu oynuyorduk!

Bugün ‘Lüküs Hayat’ı on yedi, ‘Hürrem’i on dört, ‘Sen Hiç Ateşböceği gördün mü?’yü altı, ‘Bana Bir Şeyhler Oluyor’u dört kez seyretmemdeki en büyük pay, bizlere tiyatroyu sevdiren kahraman öğretmen, örnek öğretmen Seyfettin Ayçiçek’tir; yok imkânlarda tiyatroyu köye götüren bu kahramanın girişimi/başarısı da ‘her şeye bin bir mazeret uyduran’ öğretmenlerimize da kapak olmalıdır!

Benim İlk Öğretmenim, Asıl Kahramanım Hatibağa’dır

Köyümüzün birleştirilmiş beş sınıflı dersliğinde beş sene okumuştum; ilk iki yıl Ekrem Aydın’da, üç, dört, beşi Seyfettin Ayçiçek’te. Elbette ikisinden de çok ama çok şey öğrenmiştik. Üzerimizdeki hakları elbette çoktur ve ödenmekle bitmez!

Ama itiraf etmeliyim ki; benim ilk ve asıl öğretmenim, asıl kahramanım Hatibağa’dır; yani hayatta en sevdiğim adam olan Büyükbabamdır!

‘Hatipağa’yı, yani Adapazarı merkez Karadere köyündeki çayır güreşinde ‘İrfan ve Adil Atan’ kardeş başpehlivanları kündeleyip yıldızları saydıran Raif Pehlivanı, babaannemin ‘Goca Raif’ini, daha üç ay on altı günlükken babası Çanakkale’de Triyanfil Çiftliği mevkiinde şehit düşen ‘gönlü bir ömür hüzünlü küçük Raif’i, sadece dedelerinin kurduğu kendi köyünün değil, komşu köylerin de sorunları çözen ‘âkil adam Hatibağa’yı, elli dokuz yıllık ömründe bir kez yalan söylememiş, bir kez küfretmemiş, bir kez kavga etmemiş, hiçbir yere eli boş gitmemiş, köye gelen her ‘tanrı misafiri’ni her zaman misafir edip yedirmiş içirmiş, her zaman güler yüzlü, her zaman mukallit, her zaman dost ve güven sahibi, güven adamı, ‘güvenilir adam’ını nasıl anlatabilirim ki sizlere; ne kadar anlatsam azdır!

Ortaokul yıllarımda bana her gün getirttiği Tercüman gazetesinde Murat Sertoğlu’nun günlük olarak yazdığı, Adalı Halil ve Koca Yusuf dahil herkesi yenen Kırkpınar Başpehlivanı ‘Çolak Molla’nın hikâyesini bana okuturken attığı kahkahaları, duyduğu heyecanı, ters-paça kasnakları, kündeleri, kemaneleri… galip geldiğindeki temennalarını.

O benim ilk öğretmenim, ilk kahramanımdı; örnek aldığım, hâlâ almaya devam ettiğim ‘büyük adam’, ‘büyük babam’dı!

31.01.2013

Bu yazı toplam 1280 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim