• İstanbul 25 °C
  • Ankara 31 °C

Sessizler Oratoryosu

Fahri TUNA

Altı Günlük Büyük İhtilaf

1974 Haziranı. Ortaokulu bitirmişiz. De nereye gideceğiz? Liseye elbet dediğinizi duyar gibiyim ey okuyucu. Ama kazın ayağı öyle değil; perdeli…

Babam on sekiz, annem on yedi yaşındayken evlenmişler; 1958 Hıdrellezinde (altı Mayısında). Bir buçuk sene kadar sonra, ilk çocuk olarak ben doğmuşum, Annemin tabiriyle ‘eski gasımın on beşinde’ bir Pazar günü. Eski Kasım yeni Kasımın dokuzunda başladığına göre doğum tarihim 1959 yılı yirmi dört Kasım günü olmalı. Nüfusumda 1 Aralık yazılı; altı günlük tehirle; kadı kızında da olur o kadar kusur.

Anlayacağınız; ben babam askere gittiğinde bir buçuk yaşındaymışım; babam uyanık adam: Nereden mi anlıyoruz? Jandarmaymış askerde; ‘uyanık adamı jandarma yaparlar’ derler ya; züğürt tesellisi. Her asker yirmi dört ay yaparken ‘uyanık jandarma’lara otuz ay yaptırırlarmış: Babamın Tunceli Ovacık’tan terhis olup geldiğini hatırlıyorum: Zira artık dört yaşındaydım.

Babamla sadece on sekiz yaş var aramızda, ortaokulu bitirince babam beni liseye göndermek istemedi: Sebebini de kendince şöyle açıkladı: Köyde işler çok; bana benle beraber çalışacak adam lâzım!

Okuma Hayallerim Çin Seddi’ne (Babama) Tosluyor

Daha ilkokula gitmeden adımız ‘Matematik’çiye çıkmış ya; ilkokulda ortaokulda matematikçiyiz ya; Muammer hocanın (Kurgun) has adamıyız ya; ben kararlıyım: Lise okuyacağım, sonra da ya doktor ya mühendis olacağım!

Ama karşım(ız)da Çin Seddi’nden daha sarp ve çetin bir engel var: Hatibağa’nın Arif Tuna’sı. Yani babam. Yani ciddi adam. Yani hiç gülerken hatırlamadığım adam! Yani ömür boyu bir tokadını bile yemediğim, ama daima bakışlarıyla döven, korkutan adam.

‘Karşım(ız)da’ deyişim dikkatinizden kaçmamıştır; zira annemle ittifak hâlindeyiz. Ben okumak için ‘yanıp tutuşuyorum’, anne yüreği, o da ‘şiddetle’ destekliyor beni. Çare arıyoruz, bin bir türlü taktik geliştiriyoruz; adam ‘Nuh’ diyor da ‘peygamber’ demiyor.

Temmuz, orak tarlası, demet çekme, yığın yığma, harman dövme; annem ve ben ısrarla ‘liseye gidiş izin belgesi’ imzalatmaya çalışıyoruz Manav Arif Tuna’ya; o ise ısrarla ‘hayır’ı yapıştırıyor: Sanki meşhur atasözümüzü haklı çıkartırcasına: ‘Abazalar attan, Manavlar inattan ölmüş’

Gara Nazif’in Gavesi, ‘Ne İstedin Canım?’

1974 Dünya Kupası bütün haşmeti ve çekiciliğiyle devam ediyor! İyi de televizyon nerede var ki? Evlerde seyrek sepek. Karaağaçdibi’nde (şimdi Kırmızı Camii/İhsaniye’nin kıblesindeki dönel kavşağın olduğu yerde) Camlı Kıraathane’de hatırlıyorum bir, bir de ilçelerin hatırlı büyük kahvehanelerinde.

İlçemizde bir iki kahvehanede hatırlıyorum; Pazar akşamları Spor Stüdyosu diye bir programda – tek kanallı TRT, o da siyah beyaz elbet, ona ne şüphe – maç özetlerini hatırlıyorum, Galatasaray’ı hatırlıyorum, orta sahadaki virtüözümüz Mehmet Oğuz’u (Oğuz Çetin’in yirmi sene önceki hâli varsayın), tepesi kel, yanları uzun saçlı Çilli Mehmet’i, kaleci Yasin’i, orta boylu kıvırcık saçlı ‘helâl, Adanalı Bilal’ Fatih Terim’i, ‘Ayı’ lakaplı iyi golcü Gökmen Özdenak’ı hep o kahvehanelerde gördük dünya gözüyle biz.

Vilayetle ilçe arasındaki şoseden iki kilometre içerideydi köyümüz; yol üzerindeyse –TRT eski genel müdürü Şenol Demiröz’ün kayınpederinin de köyü olan ve Şenol beyin restore ettirip adeta müzeye çevirdiği evin de bulunduğu – Müezzinler köyündeki kahvehanede vardı televizyon, yöresel tabirle ‘Gara Nazif’in Gavesi’nde’. Böylece Dünya Kupası finalini seyredeceğimiz kahvehane de belli olmuş oluyordu: İstikamet Gara Nazif… (Kahvehanenin bitişiği bakkaldı ve Nazif amcanın bizden dört beş yaş büyük olan oğlu Metin ağbinin her içeriye girene ‘buyur canım, ne istedin canım’ deyişini de unutamam).

Ben Johann Cruyffçuyum, Arkadaşlarım Gerd Müllerci

Almanya ile (o zamanki adıyla Batı Almanya) ile Hollanda (Nederland/alçak ülke) kaldılar finale. Biz necip Türk vatandaşları ikiye ayrılmış durumdayız. Kahir ekseriyet (eskiden öyle denirdi, şimdilerde büyük çoğunluk filân diyorlar) Almancı. Zaten o yıllarda ‘Almancı’ denilen türden Almanya’da akrabası olmayan pek seyrekti ve ben de onlardan biriydim demek: Ben Cruyff’un takımı portakal / turuncu formalı Hollanda’yı tutuyordum. (Oldum olası kalabalıklarla hiç kesişmedi yolum, çok şükür elhamdülillah)

Almanya’nın kalesinde Maier var, sağbek Berti Vogst, solbek Breitner, stoper Schwatzeneger, libero –döneminde dünya futbolunun imparatoru- Bechaunbauer, orta alanda ‘bombacı’ Bahnhof, santrafor ise Gerd Müller. Aradan kırk sene sonra bile iyi hatırladığım bu yedi as oyuncu, aynı zamanda kulüpler şampiyonalarında tüm kupaları müzesine götüren efsane Bayern Münich takımının da oyuncularıydı.

Benim Hollanda’m ise daha mütevazi bir takımdı rakibine göre; ama yine de Almanlara tek başına kafa tutabilecek bir yıldız ‘Sarı Pele’ lakaplı Johan Cruyf’f’umuz vardı. Orta sahada Neeskens’i, solbek Van Hanegam’ı, kaleci Johnblod’u, solaçık Rep’i, orta alandan Reisenberg’i hatırlıyorum. Hollanda’nın omurgasını ise dönemin efsane takımı Ajax oluşturuyordu.

Ben efsane golcü Cruyffçuydum, arkadaşlarımın hemen hepsi Gerd Müllerci; ikisi de müthiş golcülerdi; ikisi de golü adeta kokluyor, sonra da meşin yuvarlağı filelerle buluşturuyor, kitleleri coşturuyorlardı: Cruyff daha çok forvet oyuncusu olarak açık ve santrafor karışımıydı, Müller ise tam bir ceza alanı canavarı, yakaladı mı top filelerde.

Cevdet Sunay’ın Topağaçlar’ından Büyük Firar

O zamanlar tarımda makineleşmek yeni başlamış; biz ilklerdeniz, otuz haneli köyde ikinci traktörü babam almış, sekiz sene önce. Büyük kolaylık; derken biçer bağlar diye bir şey icat edilmiş: Traktörün çektiği, traktörün yarısı kadar bir alet, buğday tarlasına girdi mi, orakla dört kişinin üç günde zor biçebildiği bir tarlayı, kırk beş dakikada biçip bağlayabiliyor.

Köyümüzde ilçeye doğru kuş bakışı bir nazar attığımızda – ki bizim köy, geleneksel Türkmen yerleşimleri kuzey rüzgârlarına kapalı, genellikle tepenin biraz altında güney, güney doğu veya güney batı yönde kurulmuşlardır, tam tepededir, bütün soğuklara ve rüzgârlara açıktır ve ilçeyi gören ender köylerdendir, o yüzden de tüm ahali – hâlâ- donarız, köyü bu yanlış yere kuran bizim ailenin ne kadar ileri görüşlü olduğunu gösterir bu (!)- bir yamaçta tek bir ağaç görünür; tarlanın adı Topağaçlar’dır. Bu tarlamızın özelliği 1966 yılındaki NATO Tatbikatında dönemin genelkurmay başkanı Cevdet Sunay’ın helikopterle indiği tarla olarak literatüre geçmiştir.

Barlon Brando’nun efsaneleştirdiği meşhur ‘Baba’ (The Godfather) kadar ciddi ve otoriter bir karakter olan babam, bir gün elime bir orak ile bir ellik tutuşturdu ve ekledi: ‘Hadi bakalım oğlum, bugün senin işin Topağaçlar’ın biçer bağlar yollarını açmak, göreyim seni!’ Çaresiz tuttum Topağaçlar’ın yolunu, da aklımda Hollanda-Almanya finali var; hem de öyle böyle değil. Müezzinler yarım saatlik yürüyüş mesafesinde. On dört yaşındayım, başımda kavak yelleri, aklımda final maçı: Kararımı verdim, kaçacağım: Firarımı elime alıp tüydüm!

Ava Giderken Avlandık: Kupa Almanların!

Televizyonların yaygınlaşmaya başlaması nedeniyle dünyada en çok izlenen ilk dünya kupası finali nihayet başladı. İki büyük soru, iki büyük merak var: 1- Alman sağbeki Berti Vogst, Arap kısrağı gibi yerinde duramayan, bir sağa bir sola deplase olan, adeta tek başına takım hüviyetindeki Johan Cruyff’u nasıl tutacak? 2-Almanların ‘Bay Gol’ü, ortada hiç yokken, ortada hiç görünmezken maç bittiğinde adı hep tabelada yazılı olan Gerd Müller’i Hollanda durdurabilecek mi?

İkisini de durduramadılar: Maçın başında soldan driplinglerle Alman ceza alanına hızla giren Cruyff bir sürü bacak arasında yerde, penaltı: Neeskens, adrese teslim; 1-0. Karşılıklı ataklar derken, Alman panzerleri sahaya biraz daha yerleştiler, yine bir atakta, çat penaltı. Kim atacak? Breitner elbette, zira adam ‘Garanti Bankası’ gibi; tak, top filelerde. Kaçırdığını tarih yazmamış zaten; hem de ters köşeye… ilk yarı 1-1 bitecek sanıyoruz. İkinci yarıdan umutluyuz biz Hollandacılar, Almancılar zaten dört köşe.

İlk yarı bitti bitiyor artık; o da ne; bir Alman atağında, daha çok bir karambolde - maçın başından beri ortalıkta görünmeyen- ‘Bay Gol’ yani Gerd Müller, ekseni etrafında hızla döndü, bırakıverdi topu köşeye, bizim Johnblod uyudu kaldı: Yar saçların lüle lüle; 2-1

İkinci yarı tam bir kör döğüşü; karşılıklı ataklar, ama daha çok mücadele, boğuşma hakim. Doksan dakika aynı tempo oynamasıyla, disipliniyle ünlü Almanları, hele de öne geçmişlerse, bir daha yakalayabilir misin? Ne mümkün! Yandı gülüm keten helva; yenildik, 2-1, kupa Almanların: Helâl hoş olsun.

‘Bak Postacı Geliyor, Selâm Veriyor!’

Çaresiz döndük kendi ligimize; pardon orak tarlamıza…

Gündemimizde artık tek soru işareti var: Baba Arif Tuna, Fahri’nin liseye gidişini onaylayacak mı onaylamayacak mı? Denemediğimiz taktik, araya sokmadığımız hatırlı kişi kalmadı.

Derken Ağustos sıcağında, harmandayız, Postacı Şerifali çıkageldi. O zamanlar, telefon icat edilmemiş daha, cep ve telefon kavramları ise yan yana dünyada yoklar. Ev telefonu var da, bir tek muhtarlarda, telgraf direkleri gibi bir de telefon direkleri köyden köye, onun da bazı  direkleri yamuk yumuk, bir kaçında teller kopuk… tek iletişim aracı mektup! Yani postacılar; onlar da köyden köye yürüyerek dolaşıp mektup dağıtıyorlar: Mektupların üzerindeki –gideceği- adres de (ağlar mısın güler misin) ‘Nizamettin Geceyatmaz, Kanaat Bakkaliyesi Eliyle Yulaflı Köyü Sivrihisar/Eskişehir’dir, meselâ…

‘Selâmün Aleyküm’ dedi Postacı Şerifali, ‘ve aleyküm selâm’ dedik hep bir ağızdan; annemle ben, bir olmuşuz, konuşmuyoruz neredeyse babamla bir aydır; tarlada, harmanda, evde hep bir sessizlik, hep bir suskunluk var: Ben on dördümdeyim, annem otuz iki, babam otuz üç; ‘Suskunlar Oratoryosu’nu icra ediyoruz başarıyla bir süredir. Uzun bir aradan sonra ilk kez üçümüz aynı cevapta buluşmuş olduk! Daha biz ‘hoş geldin’ diyecektik ki, o ‘müjdemi isterim: Fahri Tuna yatılı lise kazanmış!’ cümlesini yapıştırdı. Ve ekledi: ‘Bütün ilçeden iki çocuk kazandı Arifaga, biri senin oğlun!’

Karadeniz’den bizim harmana doğru esmeye başlayan tatlı bir rüzgâr, hayallerimi ve istikbalimi okşamaya başladı birden.

Postacı Şerifali: ‘Kazandın, Müjdemi isterim!’

Evet, üç dört ay kadar önce –zannederim Nisan ayında- biz ortaokul son sınıftaki otuz kırk kadar öğrenciyi- zaten ilçenin tek ortaokulun tek sınıfıydık- vilayet merkezine ‘parasız yatılı lise sınavlarına- götürmüşlerdi toplu olarak. Şimdiki Fen-Anadolu Liseleri sınavı muadili (benzeri) o zamanlar ÖSYM’nin tüm yurtta yaptığı ‘leyli meccani/parasız yatılı’ sınavı vardı.

Postacının getirdiği müjdeyi/mektubu açtık: Belgede şu yazıyordu: ‘… Şu şu sınavını başarıyla vererek Adapazarı İmam-Hatip Lisesi’ni parasız yatılı olarak kazanmış bulunmaktasınız. Kayıt için şu şu tarihler arasında…’

Beni okutmayı aklının ucundan bile geçirmeyen, evdeki protestodan daha da inatlaşan babam, bir darbe daha yiyordu adeta. Da, şimdi ben ne yapacaktım? Namaz surelerini biliyordum ama Arap alfabesini, Kur’an okumasını bile bilmiyordum ki. Hem ben imam değil doktor, mühendis olacaktım, ne işim vardı İmam-Hatip’te?

Neyse ‘Allah kerim, Kerim’in kuyusu derin’di; ‘haydi hayırlısı’ dedik, bakalım bundan da ne hayır çıkacak!

Türkiye Kıbrıs’a Çıkmış, Benim Liseye Gidişime İzin Çıkmamıştı!

Bu arada adeta mahşeri kalabalığın toplandığı Cuma günü ilçeye gidip (‘Kadıköy’e köy, Kırşehir’e şehir’ diyenin sözü misali, dokuz yüz doksan nüfuslu kasabanın kalabalığından ne olacak ama bizim kafamızdaki ölçüleri varın siz düşünün) aklı başındaki ağbilere, öğretmenlere, ilkokuldaki öğretmenime danıştım: Yeni kanun çıkmış, İmam-Hatipler de artık lise olmuş, onlar da diğer liseliler gibi istediği üniversiteye gidip doktor mühendis avukat muhasebeci olabiliyorlarmış! ‘Olsun, oradan da mühendisliği kazanabilirsin’ dediler bana.

Akil baliğ oldukça öğreniyoruz ki, bu durum CHP-MSP Hükümeti’nin, merhum Necmettin Erbakan hocanın diretmesiyle, yıllar sonra bu okullara verilen bir lütuftur, hakedilmiş haktır bu; öyle ya: Aynı dersleri okuyan bu öğrenciler, aynı sınavlara tabi tutularak, -kazanabiliyorlarsa tabii- niçin sokulmasınlar her üniversiteye!

Kıbrıs Barış Harekatı, çıkartma, karartma, Girne, Lefkoşa, Gazi Magosa, Başbakan Bülent Ecevit, Turan Güneş, ‘Ayşe tatile çıkabilir’, ‘Biz adaya barış için çıktık’, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ‘Haydi Karaoğlan al şu Kıbrıs’ın tamamını’, Makarios kelimelerinin dillere pelesenk olduğu, Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana ilk defa milli gururumuzun okşandığı o günlerde, Türkiye Kıbrıs’a çıkıp adanın yarısını ele geçirmişti ama bizim lise çıkartmamıza izin/onay çıkmamıştı; özetle bizim evden ‘Ayşe tatile çıkabilir’ müjdesi çıkmıyordu daha. Da, Allah’tan ümit kesilmezdi, kesilmemeliydi; kesilmeyecekti de.

Ve Bir Rüya İle Gelen Müjde: ‘Gidebilirsin!’

Annemle daha bir arttırmaya karar verdik buğz ve protestoyu babama karşı. İş güç çift çubuksa, yedi yaşında Ahmet adında bir erkek kardeşim daha vardı, o büyüyecek, elinden tutacaktı babamın işte.

Donelerimizi, verilerimizi, tezlerimizi –ısrarla ve biteviye- öne sürmeye devam ediyorduk biz; babamsa tek kişilik bir kale kumandanı olarak direniyordu, da bakalım nereye varacaktı bu müzakerelerin sonu. Babamın eski direnci ve kararlılığı azalıyor gibiydi sanki; postacının getirdiği müjdenin de etkisi olabilir miydi?

Benim çocukluk ( ve hâlâ da büyüklük) kahramanım Hatibağa’yı, yer yüzünün –yani benim hayatımın- gelmiş geçmiş en iyi adamını, büyükbabamı bir Mayıs günü, mübarek Cuma saatlerinde kalp krizinden Rahmeti- Rahman’a uğurlamıştık; o sağ olsaydı ne kadar kolay olacaktı işimiz halbuki.

Bir sabah yemeğinde (kırk sene öncenin Türkiye’sinde sadece büyük şehir merkezlerinde kahvaltı kavramı ancak vardı, sabah yemeği denirdi daha çok) sütlü çorbaya kaşık sallarken aylardır yüzü gülmeyen babam, bizim yüzümüzü güldürecek, ne güldürmesi, annemle bana sevinç çığlıkları attıracak müjdeyi verdi: ‘Bu gece rüyamda babamı gördüm. ‘Fahri’yi liseye göndersen iyi olur oğlum, ama İmam-Hatip’e gönder ki arkamızdan Fatiha okusun!’ dedi. Bu durumda ben de istemeye istemeye razı oluyorum!’

Ve ben kırk sene sonra bu satırları yazarken, Büyükbabama, Babama, sadece onlara değil sizlerin de babalarınıza, büyükbabalarınıza, annelerinize, anneannelerinize, babaannelerinize Fatihalar gönderiyorum. Bu ülke, bu dünya, evimizdeki huzur, yüzümüzdeki çizgi, gözümüzdeki renk, sesimizdeki tını; hep onların bizlere bıraktıkları kutlu miras: minnettarız onlara!

Bu yazı toplam 1575 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim