• İstanbul 14 °C
  • Ankara 13 °C

Sınıfımızdan Bir Yazar Yetişiyor Arkadaşlar’

Fahri TUNA

‘Fatiha Okuyacak Bir Mühendis’

Büyükbabamın rüyasında babamı uyarmasıyla artık onay çıkmıştı liseye gidişime. Ama o da İmam-Hatip’e… Kur’an’ı bilmiyordum, Elifba’yı bile; olsun, öğrenirdim: Zaten öğrenmem, bilmem gerekmiyor muydu! Hem ben mühendis olacaktım; hangi liseyi bitirdiğimin ne önemi vardı. Üstelik büyükbabam ‘İmam-Hatip’e gitsin, arkamızdan Fatiha okur’ dememiş miydi? Demek ben ‘büyüklerinin ardından Fatiha okuyan bir mühendis’ olmalıydım!

1974 Ağustosunda kayıt için atladım otobüse, doğru Ada’ya (bizde yaygın söyleyiştir, Adapazarı’na kısaca Ada denir). Orhan Camiî’nin kıblesinde tek katlı işyerleri vardı o zamanlar, Enişte’nin ayranıyla sırt sırta Sünnetçi /Sağlık memuru Naim Sarı’nın muayenehanevari bir işyeri vardı; sınav kazanma evrakını kaptığım gibi oğlu İskender ağbiyi buldum; İskender Sarı, bizim köyden Şabanlar olarak bilinen, bizim de akrabamız (ki otuz haneli köyün on dokuzu akrabamızdı). Genç yaşta yitirdiğimiz, çok karizmatik, babasının aksine çok sempatik, çok cana yakın, köyde herkesin sevdiği bir ağbimizdi – sanırım- lisede bir yıl ‘çakmıştı’ – o zamanlar öyle söylenirdi – babası da bir yaz onu doğup büyüdüğü köye, kendi kardeşlerinin yanına göndermişti, akıllansın diye. Samimiyetimiz oradan geliyordu; o yazdaki güzel günlerimizden itibaren o benim ‘can ağbim’di artık!

Hacı Murat’a (124) Atladığımız Gibi…

O zaman sarı damalı taksiler yeni çıkmıştı, Murat 124’ler ‘TAXİ’ydiler; İskender ağbi sarı bir taxi çağırdı atladık birlikte, doğru Çark caddesinin sonundaki İmam Hatip Lisesi’ne. İki tarafı iki katlı bahçeli çok güzel ahşap konaklar arasından geçtik Çark caddesinden. Hele Gümrükönü girişinden yüz metre kadar solda bir konak vardı ki, enfes… (Sonradan yüz elli okka kadar dev ve faytonla amca Cevat Beye ait olduğunu öğrenecektim). Tek tük apartmanlar vardı, altları dükkân olan. Sağda çimenlik bir alanı geçince (siz şimdi oraya Sedat Kirtetepe caddesi diyorsunuz) bir lise vardı; adı Adapazarı Lisesi. Şehir eşrafının, aristokratların, zenginlerin, bürokrat taifesinin çocuklarının gittiği. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası adı Atatürk Lisesi olacaktı. Liseyi geçince de Tümen vardı. Biz Tümen bilirdik. Resmi adı II.Tümen’miş. Bizler için tümen iki şey demekti; biri generalin oturduğu tek katlı konutun (saray yavrusu gibi bir şeydi ama) cadde girişinde nöbet tutan iki askercik, bir de nöbet kapısının beş altı metre sonunda caddeye doğru afişleri asılı Tümen sineması. Gerçi hiçbir sivilin gittiği görülememişti ama, olsundu, hiç olmazsa afişlerin görülmesi ve okunması sivillere aitti.

Hacı Murat’la karşıdaki liseye ulaştık; kazanma belgemi gösterdik; işte şu şu şu evraklar gerekiyor dediler, elime bir liste tutuşturup. On iki resim (o zamanlar nedense fotoğraf yerine hep resim kavramı kullanılırdı), devlet hastanesinden tam teşekküllü sağlık raporu, şu bu… İskender ağbi sayesinde her şeyi yirmi dört saatte tamamladık; kaydı bitirdik: Artık liseliydim.

Sınıfımız 4/D Bile Adeta Zenciler Sınıfıydı

Okulun ilk günü. Adımız ‘yatılı’, hatta tam adıyla ‘parasız yatılı’. Okulun mevcudu –orta ve lise kısmı bütünüyle- yedi yüz elli – sekiz yüz kadar. Dört katlı pansiyonda dört yüz kadar yatılıyız; parasız yatılı (bizim gibi damgalı eşek, zira aynı renk aynı desen aynı model aynı kumaştan çuval gibi elbise mi çuval mı pek de ayırt edilemeyen) şeyler giydirilmiş) yüz kişiyiz. O sene lise birden başlayan da sekiz on kişi; kim mi onlar? Kaynarca’dan kazanan Fahri Tuna ve Sabahattin İmir, Karasu’dan kazanan Şükrü Sevinç, Göynük’ten Hüseyin, ilk aklıma gelenler…

Lise birlerde (o zamanlar dörtler deniyordu) dört şube var; ilk üç şube yabancı dili İngilizce olanlar, yani birinci sınıf öğrenciler. Sonra da bizler, yani 4/D, geliyorduk; Fransızca ve Almanca karmaları. Bizi de açık renkli zenciler ve koyu renkli zenciler diye ikiye ayırmışlardı: Recep Bulut (29, tüccar oldu), Mustafa Emircan (75, şimdi emekli öğretmen), Özdemir Çakacak (372, şimdi Kırşehir Valisi), Şefik Bozkaya (473, Almanya’da zenaatkâr),  Nazım Akçay (654, şimdi Eyüp’te lise müdür başyardımcısı), Şükrü sevinç (686, Ferizli’de hâlen lise müdürü), Hüseyin Düzcan (774, Akyazı’da emekli imam, büyük tüccar, il genel meclisi üyesi), Hakkı Yıldırım (787, Akyazı’da büyük tüccar), Cevat Kavas (826, emekli imam), İrfan Soner (İlahiyat öğretmeni), Hadi Şahin (900, ticaretle iştigal etti hep), Baki Fırıncı (emekli lise müdürü), Mehmet Aydın (999, şimdi SAÜ’de ilahiyat profesörü), Saffet Öztürk (önce imam, şimdilerde bir ilkokulun müdürü), Nezahattin Kızılorman (emekli imam)  vs. vs… yirmi kadar Fransızcacı orta birden beri aynı sınıftan geliyorlardı; benim gibi dört beşi yatılı, birkaçı da gündüzlü Almancacıları onlara ‘kaynak’ yapmışlardı.

Sınıf öğretmenimiz – branşını hâlâ tam anlayamadığımız – İhsan Uzungüngördü; anlayamamıştık, zira Talat Aydemir Vakası’nda, 1961’de, tüm Harbiyeliler gibi o da askeri okuldan atılanlardandı. Tarih, Edebiyat, Almanca, Beden eğitimine giriyordu; ayrıca güreş takımını çalıştırıyordu, piyes (tiyatro) sahneye koyuyordu, sınıf geceleri hazırlatıyordu; durun daha bitmedi: Kütüphane de ondan soruluyordu. On parmağında on parmak bir seçkin öğretmenimizdi.

Bozulan Saatlerimiz Sağolsun!

İlk sene Kur’an-ı Kerim dersimize ‘saatçi’ lakaplı Kemal Arif Veli geliyordu; hafızdı, güzel de kıraatı vardı, hele bir ‘ve telakka’ ayetinin mahreçlerini göstermişti ki hâlâ hafızamızda ilk günkü canlılığıyla yerini korur; ama saatçiydi, ‘ezber’ okuması için tahtaya kaldırdığı arkadaşlar hemen kürüsdeki Kemal Arif Veli hocamıza saatlerini uzatırlar ve klasik tirat tekrarlanırdı: ‘Çalışmıyor hocam’, ‘ver bir bakalım evladım’, ‘buyurun hocam’. Elbette kulağı okunan ezberdeydi ama, öyle bir dalıyordu ki saate, söküp takıyor, uğraşıyor didiniyor, biz –gene- sözlüden yırtıyorduk. Benim gibi ‘Elif’i görse mertek sanan cahiller’ bile, son bir kaç haftada ise hızlı bir sözlü imtihandan sınıfı geçmişti. Bozulan saatler sağ olsun! Unutmadan o zamanlar henüz daha elektronik saat icat edilmemişti, at nalı kadar, bileğimizi kaplayan Nacar, Hıslon marka kocaman saatlerimiz vardı, fotoğraf çekilirken objektife bilhassa gösterilen.

Arapçaya –bizim gibi o sene başlayan- iki metre boyunda (çok ince ve zayıf olduğundan belki de bize öyle geliyordu) Numan Yazıcı adlı bir hocamız geliyordu: Adeta disiplin abidesiydi. Çekiniyorduk ama seviyorduk da; ne ödevi bitiyordu, ne de derste kuş uçurtuyordu ya, öğrenci ve eğitim sevdalısıydı; hep yurttaydı akşamları. Benim gibi ‘yoldan çevirme imam-hatipliler’ için ağır ve zor bir ders de olsa, yıl sonunda on üzerinden beş alıp da sınıfı geçmiştik.

Kıvırcık Cavit, Kel Hayati, Kuşbeyinli Fahrettin, Evlat Sezai

Cebir ve Geometriye Cavit Adsız adlı –galiba o da o sene bizim gibi başlamıştı- Ferizli Nalköy’den muhacir bir hocamız geliyordu. Kısaca boylu, sarı kıvırcık saçlı, sempatik davranmaya gayrete den genç bir öğretmenimizdi. Benim ve masa arkadaşım Mustafa Emircan gibi Matematikçiler için iyi bir hocaydı ama sınıf geneli için sıkıntılıydı. Cavit Hoca ‘solcu’luğuyla meşhurdu.

Tarih öğretmenimiz meşhur Hendekli Kel Hayati’ydi. Tarih zaten İmam-Hatipliler için kolay bir dersti ama Hayati Bey iki şeyle meşhurdu: Hemen her sabah okulun giriş kapısında durup saçı bir santimden – yanlış duymadınız bir santimden- uzun olanları kenara ayırıp makasla yol yapması, ikincisi de sınıfa girmeyi başarabilen bir santimden uzun saçlıları sözlüye kaldırıp sıfır vermesiyle. Öğrenciler de Hayati Beyin saç takıntısını ona ‘Kel’ lakabını takarak intikam alıyorlardı.

Fiziğe ‘Kuş Beyinli Fahrettin (Kurt)’, Kimyaya ise ‘Evlat Sezai (Altun)’ geliyorlardı. İlki her sınıfa girişte ‘günaydın’ dedikten sonra iki kadar düşündükten sonra kürsüye geçip beş dakika kadar yoklamayı kontrol ettikten sonra, iki dakika kadar daha düşünüp ‘İfenim bu haftaki konumuz neydi?’ demesiyle ünlüydü. Sezai Altun ise orta boylu esmerce Pamukovalı, Talat Aydemir Vakası mağduru bir hocamızdı. Disiplinliydi, iyi Kimyacıydı, çok sık ‘Evlat’ demesiyle ‘hak ederek’ o lakabı almıştı. 1970’lerin aşırı politize ortamında her ikisi de ‘hızlı solcu’ olarak biliniyor, ’her akşam TÖBDER’e gidiyor bunlar’ diye anlatılıyorlardı.

Biyoloji öğretmenimiz elbette ki Gülşen hanımdı; Gülşen hanım tatlı sert, ama sevdiğimiz bir öğretmenimizdi; benimle ilgili aklımda kalan cümlesi ise ‘seni doktor yapıcam, haberin olsun’du.

Fransızcacı Betül, Almancacı İhsan

Dediğim gibi sınıfımızın iki bölü üçü (yirmi kadarı) Fransızcacıydı; öğretmenleri ise Betül Önuçak’tı. Doğal olarak hiç hocamız olamadı; ama şöhreti büyüktü; ki zaten ilk üç yıl da sınıfımızın iki bölü üçünü o okuttuğundan hepsini avucunun içi gibi biliyor olmalıydı. Her öğrenim sezonunda olduğu gibi o yıl da ilk derste şöyle bir sınıfa göz atıp ‘Mustafa (Emircan), Özdemir (Çakacak), İrfan (önceleri Soner, sonraları Terzi) siz sınıfı geçtiniz, çalışmanıza gerek yook, diğerleri, siz de boşuna çalışmayın kaldınız, eylülde görüşürüz’ demesiyle de ünlüydü.

Bizim yabancı dil hocamız İhsan Uzungüngör’dü; ‘her derde deva her derse sefa’ , ‘ayaklı kütüphane’ İhsan Hocanın Almanca dersinde – ki sekiz dokuz kişiydik- Şükrü, Sabahattin, ben, Mehmet (Atılış), Nazım (Akçay), Ahmet (Kümbet, rahmetli oldu sonra), Ahmet Çetin (şair, tarım kredi kooperatifinden emekli ) belki bir iki isim daha, son katta Kur’an-ı Kerim (diğer adı Ezber) odasına çıkıyor, orada ‘vas ist das?’laşıyorduk.

Kemal Özdemir: ‘Sınıfımızdan Bir Yazar Yetişiyor Arkadaşlar!’

Edebiyat en zevkli dersimizdi; hocamız ‘Kof Kemal’di (Özdemir). Yaşı kırkı bulmuş, uzunca boylu, Gürcü şivesiyle konuşan, kendine has yürüyüşüyle karizmatik, sinema artisti gibi bir öğretmenimizdi. ‘Pok yeme oğlum, malumat ver’ cümlesi hemen her derste yinelediği ünlü cümlesiydi. Kendisine neden ‘kof’ dendiğini yıllar sonra çözebildik: Bizden önce Farsça dersi varmış ve o da Farsça öğretmeniymiş, ağbilerimizin bizlere aktardığına göre; Kemal Özdemir hocamız o derslerde sık sık ‘kofti’ fiilini çektirdiği için bu lakap takılmış.

Kemal hoca hem Edebiyat hem de Kompozisyon dersimize giriyordu. İlk yılın ortalarına doğru bir Kompozisyon dersinde ‘çıkarın kağıtları yazılı yapacağım, herkes bir hikâye yazsın’ dedi. Hepimiz bir şeyler karalayıp verdik. Sonraki derste kağıtları çıkardı, ‘Fahri Tuna tahtaya’ dedi. ‘Eyvah, şimdi yandık’ dedim içimden. Köyden ilk geldiğim seneydi, adımla seslendiklerinde bile yüzüm kızarıyordu. Yine kulaklarıma kadar kızarmıştım, utana sıkıla tahtaya çıktım. ‘Hikâyeni sınıfa bir okur musun?’ dedi Kemal hoca. ‘Askerin Dönüşü’ adlı bir hikâye yazmıştım zira. Çaresiz okudum. ‘Arkadaşlar, dedi Kemal Özdemir hocamız, ‘sınıfımızdan bir yazar yetişiyor. Ama eksikleri var, tasvirlerini biraz arttıracak!’ Sonra oturduğu kürsüye çağırdı beni. Hangi kitapları okumamı gerektiğini söyledi.

 

21.02.2013 

Bu yazı toplam 1219 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim