• İstanbul 13 °C
  • Ankara 10 °C

Kitap ve Medyayla İlişkilerim

Önder SAATÇİ

Bu başlıkta kullandığım “medya” kelimesini aslından hiç sevmiyorum. Çoğu zaman basın yayın diyorum; ama artık “medya” Türkçeye yerleşti gitti. Belki de bunu artık kabullenmeliyim. Ne de olsa “medya” sadece televizyon, gazete ve dergi gibi yayıncılık faaliyetini içine almıyor; internet ağını da kapsıyor artık. İşte bu yüzden, yalnız dilimize değil, hayatımıza da iyice yerleşen şu “medya” hakkında birkaç cümle de ben yazayım dedim.

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda çizgi roman okumak hemen hemen bütün akranlarım gibi benim de en büyük zevkimdi. Sonraları Kemal Ilıcak’ın çıkardığı Tercüman gazetesiyle tanıştım. 15-16 yaşlarında artık bir gazete okuyucusu olmuştum. Bu gazete okuyuculuğu beni kitap okumaya da sevk etti. Bir zaman sonra yavaş yavaş kitaplara da merak sardım. Lise yıllarımda harçlığımı biriktirip aldığım ilk kitap o yıllarda çok popüler olan Polonya Dayanışma Sendikası hareketiyle ilgiliydi. Onu hâlâ kitaplığımın bir köşesinde saklarım. Ama ne yalan söyleyeyim artık hiç basılı gazete okuyamıyorum. Sebebini kendime de pek izah edemiyorum; ama bunda galiba internetin önemli bir rolü var. Zira, internette istediğiniz konuya istediğiniz siteden ulaşabilmenin ve daha fazla sayıda kaynaktan bilgi alabilmen rolü var, sanırım. Meselâ,  evinize günde on gazete alamazsınız; ama internetten aynı anda birkaç siteye girip farklı konuları aynı anda inceleyebilirsiniz. Bu durum okuyucu davranışında, en azından benim üzerimde farklı birtakım tercihlerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Ama şunu ifade etmek isterim ki kitabın gönlümdeki saltanatı ömür boyu sürecektir. Zira, elime kitap almadığım günleri kayıp sayarım. Zihnimde cevabını aradığım sorulara beni ulaştıran en iyi araç hâlâ kitaptır. Kaldı ki kitaptaki bilgiler gazete ve internete göre çok daha güvenilir.

Televizyona gelince. O arkadaşı unutalı birkaç yıl oluyor. Oğlumun dünyaya gelmesi, eskiden beri içimdeki kitap sevgisini bir kat daha arttırdığı gibi beni araştırmaya  ve yazı yazmaya da yöneltti. Bu iki hadisenin arasında doğrudan bir bağ kurmak belki zor, ama ben bunu hayatımda çok canlı bir şekilde gözledim. Bir taraftan oğlumun beşiğini  salladığım günlerde Haldun Taner’in hikâye kitaplarını okuyuşum başka nasıl yorumlanabilir ki... İşte bu yüzden, yedi yıla yakındır, günde bir saat bile televizyon seyretmiyorum. Televizyondan  uzak durmamda hâlihazırdaki  yayıncılık anlayışının da payı var. Bir kere, dünyada nasıldır bilmiyorum ama Türkiye’de, para kazanma hırsı ve daha başka bazı kaygılarla gerçekleştirilen ve seyirciye, sade kendi siyasî bakış açısını dayatmakla yetinmeyip kendi çarpık dünya görüşünü ve sefil ahlâk anlayışını da şırınga eden kanalların önünde bir dakika dahi duramıyorum. Haber bültenlerinin kovboy filmlerinden farkı yok. Haberde seyirciye aktarılmak istenen mesajı  bilinç altına kazımak için çalınan fon müziği beni çok rahatsız ediyor. Habercilikse zaten bir kurgudan ibaret. O derece ki bir keresinde bizim yerli kanallardan birinde seyrettiğim aynı haber görüntüsünü ünlü El-Cezire televizyonunda başka bir haberin eşliğinde seyretmiştim!..

Şehit haberlerinin verilişi de hiç hoşuma gitmiyor. Ağlayarak tabuta sarılan eşler, anneler, evlâtlar, feryat figan eden akrabalar habercilikle ilgisi olmayan görüntülerdir. İnsanların acılarını teşhir ederek, ortaya dökerek onlara iyilik edilmez. Bu, insanların en acı gününde onların duygularını istismar ederek para kazanmanın kolay yoludur. Bu tür haberciliğin etkisinde kalarak şehit cenazelerinde taşkınlık edenler, daha da ileri giderek milletin fertleri arasında ayrılık gayrılık güdenler böylesi bir yayıncılık anlayışının kurbanları değil de nedir?..  Bence, şehidin hizmetlerinin anılması, mesleğine, görevine olan bağlılığının silâh arkadaşlarınca anlatılması ve dostlarının, yakınlarının onun hakkındaki hüsnişehadetleri (onun hakkında güzel sözler söylemesi) haberciliğin esasını teşkil etmeli. Üst üste verilen kaza görüntüleri, bir kişinin acz içinde ölüme gitmesinin tekrar tekrar gösterilmesi ise resmen insanlık dışıdır. Reklâmlarda, hızla geçen alt yazılarda seyircinin dikkatinden kaçırılan uyarılarsa herkesin gözlerinin içine baka baka halt yemektir, başka bir şey değildir.

Peki gelecekte nasıl bir medya istiyoruz?

Her şeyden önce, medyanın bu kafayla ilelebet devam edemeyeceği açıktır. Kehanet gibi olmasın ama, zaten tirajı Batı ülkelerine göre çok az olan basılı gazetecilik, bana öyle geliyor ki internetin biraz daha yaygınlaşmasıyla bir gün son bulacaktır. Bunu ancak basılı gazeteciliğe getirilecek yenilikler kurtarabilir. Onu bulup çıkarmak da basın mensuplarının işi. Buna mukabil, internet yayıncılığının gün geçtikçe daha fazla hayatımızı işgal edeceği de muhakkaktır. Hele hele çocukların internetteki zararlı yayınlardan korunmasına yönelik tedbirlerin gün gün geliştirilmesi de bu düşüncemi destekliyor gibi. Bununla birlikte, internet sayesinde yalnızca gazetecilerin değil, başka mesleklerden gelenlerin de site kurarak, blog açarak ve daha başka yollardan topluma seslenebilmesi  internet yayıncılığının ufkunun açık olduğunu gösteriyor. Fakirin bu köşeden bir öğretmen olarak sizlere hitap etmesi buna küçük bir örnek olabilir meselâ.

Bu arada, gençlerimize naçizane tavsiyem, hayatlarında kitap okumaya daha geniş bir yer açmaları ve öğrenmenin zevkini tatmalarıdır. Şurası bilinmelidir ki esas bilgi kaynağı kitaplardır. Basın yayın ve internet onun tamamlayıcılarıdır.

 

11.05.2012

Bu yazı toplam 1264 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim