• İstanbul 18 °C
  • Ankara 18 °C

Yunus Emre; ‘Yok’ Oldukça ‘Var’ Olan Derviş

Fahri TUNA

Küçüktüm, ufacıktım; konuşamıyordum daha. Belki üç beş kelime… Beşikte annemim beni bir ninniyle uyuttuğunu hatırlıyorum: ‘Şu cennetin ırmakları / Akar Allah deyu deyu / Çıkmış İslam bülbülleri / Öter Allah deyu deyu.’

Küçüktüm, ufacıktım; biraz büyüdüm. Artık dört beş yaşlarındaydım. Benden on yaş büyük ablam, ki aslında halam da bana hep abla dedirttiler, akranlarıyla birlikte hatim indirmişti. Hiç unutmam; hatim indiren sekiz on kız çocuğu, biz tıfıllar da arkalarında, köyümüzün sokaklarında ilahi söyleye söyleye dolaşırlar, aralarından birisinin evine gelindiğinde, kapı önünde durulur; evin hanımı hepimize, galiba içine kırmızı boya katılan, buz gibi nefis şerbet ikram eder, ablalarımız dillerinde şu ilahi, yürümeye devam ederlerdi: ‘Salınır tuba dalları / Kur’an okur hem dilleri / Cennet bağının gülleri / Kokar Allah deyu deyu.’

Küçüktüm, ufacıktım; biraz daha büyüdüm. İlkokul öğrencisiydim artık. İlkokul ikinci sınıf okuma kitabımızda içimi serinleten, gönlüme kazınan bir şiir gördüm: ‘Hakk’a âşık olan kişi / Akar gözlerinin yaşı / Pür nur olur içi dışı / Söyler Allah deyu deyu.’

Küçüktüm, ufacıktım; büyüdüm, ilkokulu bitirdim. Komşumuzun kızı Tenzile Ablam hatim indirdi; evlerinin önü bayram yeri ve dillerde o tanıdık, sımsıcak, iç serinleten ilahi: ‘Miskin Yunus var yarına / Koma bugünü yarına / Yarın Hakk’ın divanına / Varam Allah deyu deyu.’

Derken ortaokula başladım. Artık sekiz kilometre mesafedeki ilçeye gelip gidiyordum. Kâh traktör tepesine tüneyerek, kâh yayan yapıldak. İlçeyle köyümüzün arasında bir köy vardı, şoseye oraya çıkıyor, oradan gidip geliyorduk. Bitişiği bakkal olan bir kahvehane vardı, ‘Gara Nazif’in Kahvesi’ diyorlardı. Televizyon da daha yeni icat edilmiş, civarda bir tek orada vardı. Yağmurlu bir gün oraya sığınmıştık biz ortaokul çocukları. İki duvarda iki büyük fotoğraf vardı, evlerin yaylaların, karlı dağların olduğu. Birindeki şiirden şu dörtlüğün yazılı olduğunu bugün gibi hatırlıyorum: ‘Koyun verdi kuzu verdi süt verdi / Yemek verdi ekmek verdi et verdi / Kazma ile döğmeyince kıt verdi / Benim sâdık yârim kara topraktır.’ Diğerinde ise dört dizeden oluşan dört kıta vardı. Ama en çok hatırımda kalan şu mısralardı: ‘Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları / Bana seni gerek seni.’ Birinin altında Âşık Veysel, diğerinin altında Âşık Yunus yazılıydı. Zihnimde şimşekler çakıyordu, kimdi bu Âşık Yunus. Hangi kıza âşıktı. Niye yanıyordu. Kızı niye vermemişlerdi. Âşık Veysel kimdi, onun arkadaşı mı. O zamanlar aşk, sevda nedir bil(e)miyorduk. Altı üstü on iki yaşlarındaydık. ‘Gara sevda’ diye bir söz kalmıştı kulağımda sadece. Acaba bu iki âşık arkadaş, babaannemim tabiriyle ayakdaş, acaba ‘gara sevdalı’mıydılar. Eğer öyle iseler, hangi kıza sevdalanmışlardı da böyle yanıyorlardı. Bilmece içre bilmece minicik zihnimi kemirmeye başlamıştı.

Parasız yatılı sınavlarını kazanıp il merkezinde lise öğrencisiydim artık. Üstelik dinî merkezli bir lisede öğrenciydim. Tavil Numan, boyu iki metreye yakın sicim gibi bir öğretmenimizdi zira, lakaplı Arapça öğretmenimiz bize Necip Fazıl’dan, Sezai Karakoç’tan, Cemil Meriç’ten söz ediyor; arada da Yunus Emre’den dizeler okuyordu: ‘Yunus Emre der hoca / İstersen bin var hacca / Hepisinden iyice / Bir gönüle girmektir.’

Biraz daha büyüdüm üniversiteli oldum. Endüstri mühendisliği okuyordum üstelik. Bölümümüzde biri Konyalı, Sami Güçlü, şimdi profesör, bir ara Tarım bakanı, biri Kayserili Abdullah Gül, şimdi doçent, 11.Cumhurbaşkanımız, biri Trabzonlu, Yılmaz Güney, şair, meslek yüksek okulu eski müdürü, bir diğeri Maraşlı, Osman Sarı, şair, asistanlarımız vardı. Bizleri kendi kardeşlerinden ayrı görmeyen, bilmeyen. Abdullah Ağbi’den işitmiş olmalıyım, belki de Sami Ağbi’den: ‘Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz’. Ta yüreklerimiz, hücrelerimize, atomlarımıza işleyen bir şiirdi bu. Aman Allah’ım; kim söylüyordu bunları?

Yunus diye biri. Derviş Yunus, Âşık Yunus.

Ne zaman söylemiş; yedi asır önce…

Halbuki ‘dün’ kadar eski, bugün gibi ‘yeni’ değil miydi; taze, canlı, sıcak değil miydi söyledikleri?

İçimize işliyordu; ta yüreğimizin derinliklerine, iliklerimize, ruhumuza.

Nasıl başarıyordu bunu; cahil aklımla çözemiyordum. Şiirler karaladığım yıllardı; ‘dört Türk’ten üçü şairdir’ ya bizim memlekette. Ben de şair olmalıydım zahir… Uzun süre, uzun vakit, uzun yıllar etkisinde kalmış olmalıyım Yunus’un. Ve Karacaoğlan’ın. Nereden mi anlıyorum. Ancak öldükten sonra yayımlanmasına izin verdiğim karalamalarıma yıllar sonra göz attığımda fark ediyordum.

Aradan günler, aylar, yıllar geçti. Ben diyeyim otuz, siz deyin otuz beş yıl.

Bir gün Endüstri mühendisliği öğrencileri ‘Sinerji’ adlı dergileri için benle söyleşi yapıyorlardı; sordular: ‘Otuz yıllık bir endüstri mühendisi olarak sormak istiyoruz; sizce mesleğimizin tanımı nedir?’ Cevabım manşetlikti gerçekten, öyle de yaptılar: ‘Endüstri mühendisliği ‘işi kolay kılma sanatı’dır, Yunus Emre dilince.’ Bin bir tanımı olan mesleğimizi meğer yedi asır önce ‘Bizim Yunus’ tarif etmişti, en güzel en doğru en uygun. Maliyetlerin ve hareketlerin minimizasyonu, kârın maksimizasyonu, üretimin optimizasyonu, şu, bu; hepsi boş, hepsi tatava, hepsi lâf-ı güzaf, hepsi lâf salatasıydı. Doğru ama eksiktiler. Matematikseldiler, çıkarsaldılar, kârsaldılar. Yine işi ‘gönül’ bitirmişti; yine ‘gönülden, içten, sözden’ gelen bitirmişti.

Bir keresinde Hacı Bektaş’a misafir olmuş, Hazreti Pir’e (Mevlana) selâm vermiş, Hacı Bayram Veli ile sohbet etmiş, Sivrihisar Hortu’da Hoca Nasreddin’le şakalaşmış dönüyordum Ada’ma. Şu ‘Bizim Yunus’a da bir uğrayayım dedim. Doğru Eskişehir Sarıköy’e…

Buğday benizli, gönlü yanık, kara kaşlı kara gözlü, eli asalı, sırtı heybeli bir Anadolu dervişi karşıladı beni. Gönlünü açtı, gönlündekileri paylaştı benle; gönlündekilerle yedirdi, içirdi, doyurdu bu fakiri. Neler anlatmadı neler…

O evimizin, sokağımızın, mahallemizin, şehrimizin, bütün bir Anadolu’nun, bütün bir Rumeli’nin ozanıydı; diliydi, diniydi, gönlüydü.

O ‘Bizim Yunus’tu; Ali’den, Mehmet’ten, Mustafa’dan, Ahmet’ten, Ömer’den, ki üçü efendimizin, ikisi de halifelerin ismi, sonra Anadolu coğrafyasında en çok koyulan isimdi onun adı: En çok sevilen.

Zira ‘biz’di, ‘bizim’di, ‘bizden’di.

‘İçinden’ geleni söylediği için ‘içimizde yer’ ediyordu, ‘gönülden’ söylediği için gönüllerimizde’ydi her daim.

Bir kez daha, bin kez daha anladım ki; Yunus Emre ‘insan’dı; haza insan, saf, safi, soft insan.

Yunus Emre huzurdu; Yunus Emre gönüldü; Yunus Emre sevgiydi.

Yunus Emre aşktı, âşıktı, maşuktu.

Yunus denilince benim aklıma ‘hiç’ geliyordu ‘hiç’; en güzelinden, en koyusundan, en latifinden bir ‘hiç’…

Anadolu Coğrafyasında Kur’an’dan sonra en çok ezberlenen, en çok tekrarlanan, en çok sevilen onun şiirleri, onun sözleri, onun öğretisidir. Zannımca hayatı ve şiirleri liselerde bir yıl süreyle ders olarak okutulmalıdır, ders.

En entelektüelinden okumamışına, profesörden okuma yazma bil(e)meyene dek, herkesin ‘ortak bilgesi’ydi o; sevdiği, bildiği, duyduğu.

O ‘hiçlikteki dev’di; ‘yok’ oldukça daha çok ‘var’ olan.

Ve onu en iyi, en güzel, en çok anlatan dörtlük; dünya var oldukça var olacak dizeleri:

‘Gelin tanış olalım,

İşi kolay kılalım,

Sevelim sevilelim,

Dünya kimseye kalmaz’

Bu yazı toplam 692 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim