• İstanbul 14 °C
  • Ankara 11 °C

Zarif Bir Adam; Zarif Süzgün-VII

Fahri TUNA

‘Öldürürüm Kendimi Yine O Kasaba Gitmem, Ben Aziz’e Kaçacağım’ Diyor ve Babama Kaçıyor Bir Gece Sabaha Doğru Annem’

Zarif Oğlu Helvacı Aziz’in Zor Olduğu Kadar Onurlu Hayat Hikâyesi

“- Hiç boşuna söylemeyin. Bu akşam da ikramlar bendennn. Hem de çikolatalı ve portakallı dondurma. Yeni buluşum” dedi damat Fatih.

Fatih dondurmacıydı. Dondurmacılıkla geçiniyor, geçindiriyordu ailesini.

Fatih de Kırotovalı bir ailenin çocuğuydu. Meyveci Hakkı’nın iki oğlunun küçüğüydü Fatih. Zarif Usta’nın eviyle Fatih Babası rahmetli Hakkı’nın evi duvar duvara bitişikti.

Çocukluğundan beri dondurmacıda çalışıyordu. Yıllarca Piramit Dondurma’da çalışmıştı. Şimdi artık üç arkadaş kendi işyerlerini Orkide Dondurma’yı açmışlardı.

Ağırbaşlı, saygılı, konuşmaktan çok dinlemeyi seven bir delikanlıydı. On yıllık eşi Ayşe’yle yaşıttılar. Aynı okulda aynı sınıfta okumuşlardı. İkisi de otuz iki yaşındaydılar. Evliliklerinde Tuğba ve Elif Mine adında iki güzle prenses bağışlamıştı Yüce Mevla onlara.

Yemek sonrası Ayşe dondurmaları getirdi.

Tuğba ile Elif dondurmayı duyunca ‘yaşasınnn” diye bağırmışlardı. Hemen her çocuk gibi çok seviyorlardı dondurmayı. Dondurmalarını yerken büyük torun Tuğba:

“- Dedeciğim, Aziz Dedemi de çok merak ediyorum. Anlatır mısın bu akşam Aziz Dedemi bize. Lütfen…”

“- Ne demek canımın içi Tuğba… Tabii ki. Kırar mıyım seni.”

Başladı anlatmaya:

“- Nerede kalmıştık. Babam almış Mehmet Amcamı da tutmuş elinden, Kınık’tan Akhisar’a yayan… Hep yayan tabii araba yok, hiçbir şey yok. Gelmiş buraya Akhisar’a,..

Burada yine bizim Kıratova’dan bizden önce gelen, Soğuktulumba’da fırını olan Mahmut Ertin vardı. Mahmut Amca memleketten akraba oluyormuş bize. Mehmet Amca için, ‘gelsin’ demiş, ‘fırında hem karnını doyursun hem yatsın kalksın hem de on iki yaşındaki oğlumla beraber okula gider gelirler’ demiş. Faik fırıncının oğlu. Küçük amcamı böylece fırına yerleştirmiş babam.

Sonra kendi de çıkmış iş aramaya. Elinde bir şey yok, sanat manat yok, hiçbir şey. Biraz terzilikte çalışmış memlekette.  Onda da çırakmış zaten daha.

Babam bakmış bizim yeni hamamın orada bir helvacı var. Ona demişler: ‘Helvacı Hasan Usta bir işçi arıyor.’

Helvacı dükkânında da tahin çıkarılıyor. Tahin çıkarmak için –susamdan oluyor o- içeride bir tane dönen değirmen taşı var, dükkânın içinde. At bağlıyor içine onun. Değirmen taşını döndürüyordu tahin çıkarıyorlardı oradan. Bir de onun üst tarafında bir, küçük bir oda vardı. Aletleri edevatları koyuyorlardı oraya.

Ona demiş babam:

“- Hasan Usta, ben iş arıyorum.”  “- Ne iş yaparsın sen?”  “- Valla ne iş gösterirsen onu yaparım.”  “-Evin barkın yok mu senin?”  “- Hiçbir şeyim yok” demiş.  “- Ee iyi o zaman, bak yukarıda bir oda var, orada yat kalk. Ben sana öğretirim tahin çıkartmasını. Atı bağlarsın çıkarırsın, tahin çıkarırsın, helva yapmayı öğrenirsin.”

Zarif Usta nefeslendi bir miktar. Yüzü gülüyordu. Sanki Helvacı Hasan Usta’nın yanında işe giren babası Aziz Süzgün değil sanki kendisiydi. Öylesine bir yüz ifadesi takınmıştı. Devam etti anlatmaya:

“- Helvacılığı öğretmiş babama. Allah bin kere razı olsun, ona çok dua ederdi babam. Onun küçük oğluna kaldı sonra dükkân, ismi Halil’di onun. Küçüktü oğlu. O da babamın yanında büyümüş, babam sahip çıkmış, o da babamı babası gibi seviyordu, Allah rahmet eylesin. Ölünceye kadar da onun yanında kaldı babam, o helvacı dükkânında. Beraber çalıştırdılar.

Helvacılık kışın oluyor, yazın helva işi pek olmuyor. Yazın da tütün işi oluyor. Dikili’de bir adam varmış, zengin birisi, bütün tütün tarlalarını o tutuyormuş. Oranın Bakırçayı var Bergama’da, onun kuzeyinde güneyinde olan yerler bir tarafı Dikili Ovası bir tarafı Bergama Ovası. O çayın iki tarafını da o tutuyormuş, tütünleri diktiriyormuş. Bütün işçiler ona çalışıyormuş.

Babamı da sevmiş, babam çok güzel ata binerdi. Orada bir at vermiş altına, sen demiş bunlara bu işçileri, kimisi Kürtler geliyormuş kimisi Çingeneler geliyormuş, onlara derme çatma çadırlar, hasırdan yapma konargöçer yani, çalıştırıyorlarmış onları. Babam dayıbaşı onların. Onların yerlerini ayarlıyormuş, ondan sonra nereye kaç kişi adam lazım... İş yapmıyormuş babam.

Tütünler bittikten sonra büyük bir depoları vardı Dikili’de, ben de o depolarda kaldım çok yattım orda çünkü. On beş yirmi tane tütün mengenesi, iki tane böyle büyük kasa, ortasında böyle çekersin mengeneyi, çevirirsin vidasını onun, büyük böyle kolu var onun sıkıştırırsın aşağıya doğru, o tütün balya şekline gelir. Tütün balyası, ama ona da yani bayağı çok usta olması lazım yapmak için. Babacığım da rahmetli çok iyi yapardı o işi.”

“Öldürürüm Kendimi Yine O Kasaba Gitmem, Ben Aziz’e Kaçacağım” Diyor ve Babama Kaçıyor Bir Gece Sabaha Doğru Annem

Çaylar tazelendi. Şöyle derin bir nefes alındı. Çocuklar anneannelerinin yatağına yatırıldı. Zarif Usta’nın alnında terler birikmişti. Zorluğu çeken hikâyedeki babası değil gerçek hayatta sanki oydu. Mendiliyle alnını kuruladı. Devam etti anlatmaya.

“Dayıbaşı olarak çalışıyor. Daha bekâr babam o zamanlar. Ondan sonra işte böyle köylerden yeni gelen göçmenlerden insanlar, bilhassa Yunanistan muhacirlerinden, benim öz annem Kavala muhaciri yani Yunanistan muhaciri. Kavala’dan bunlar tütün işini biliyorlar. Onları da tercih ediyor babamın patronu, tütünde çalıştırmak için. Onlar da oraya gelmişler çalışmaya.

Babam tabii atla geziyor, hep işi organize ediyor, ‘siz oraya siz buraya siz şuraya…’ Annemle karşılaşıyorlar orada, annemle böyle bir göz göze geliyorlar. Babam çok beğeniyor annemi. Ondan sonra işte söylüyor oradaki (annemin babası) dedemi tanıyan insanlardan birine. O da dedeme iletiyor talebi:

“- Sizin kıza bizim dayıbaşı talip olacak, istemeye geleceğiz, gelelim mi?’

Dedem diyor:

“- Aaa, öyle kopuğa ben kız vermem.”

Babam çalışıyor orada; ne evi ne barkı var, hiçbir şeyi yok ya babamın.

“- Hiçbir şeyi yok… Bugün burada yarın yok” demiş dedem.

Ondan sonra onlar oradan Kemalpaşa’nın Ulucak Köyü var, oradan geliyorlar orda evleri. Yunanistan muhacirleri mübadil geldikleri için devlet bunlara mal vermişler oradan. Ev, tarla efendim zeytinlik… Bizimkiler kaçak geldikleri için yok ne mal var ne bir şey var bizde.

Ondan sonra Mustafa Dedem vermeyince, ‘kaçacağım’ demiş annem, dedem öyle ‘vermem’ deyince…

Allah rahmet eylesin Ayşe Teyzem anlattıydı bana:

“- Babanla konuştuk. Bir gece sabaha doğru, sabah ezanları sırası açtım kapıyı ablamı kaçırttım” demişti.

Orada bir kasap varmış, zengin. O talip olmuş anneme. Mustafa Dedeme haber göndermişler işte. ‘Filan kasap zengin, senin kızı istemeye geleceğiz’ diye. O da ‘gelsinler’ demiş, zengin diye. Varlıklı yere gitsin de sıkıntı çekmesin diye diyor herhalde. O zaman Ayşe Teyzeme, teyzem annemin küçüğüydü. Ona demiş annem:

“- Bak Ayşe, ben öldürürüm kendimi, yine o zengin kasaba gitmem. Aziz’e kaçacağım ben. Sen gece kapıyı aç yeter” demiş.

Teyzem:

“- Kalktım, sabah kapıyı açtım, - dırgazlı böyle şey çengelli kapılar vardı eskiden,- onu açtım. Ondan sonra hemen gidip yattım geri. Ablam kaçtı gitti” diyor.

Sabah bir kalkmışlar, ‘kim açtı orasını? Kim kapattı?’ Herkes şaşkın tabii.

Uzun lafın kısası; annemle babam kaçmışlar. Kaçarak evlenmişler. Annemin adı Selime’ydi. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.

Anneciğim yirmi sekiz yaşında vefat etmiş. Veremden ölmüş. Bakımsızlıktan verem olabilir, sıtma da varmış o zamanlar, salgın.

Bizimkiler evlendikten sonra, babamla annem. Bir gece tak tak tak kapı çalınıyor, Jandarma babama bir kelepçe, haydi askere! Hemen sonra işte. Evliliklerinin üzerinden bir ay iki ay geçmiş, ancak o kadar. Ya birisi şikâyet etti ya jandarma yakalamış.

Jandarma nerede yakalıyorsa götürüyormuş o zaman. Çünkü şimdiki gibi kayıt kuyut yok doğru düzgün. Bu sefer doğru Ankara’ya götürmüşler babamı.

Mustafa Dedemlerin yanında kalıyor tabii annem o zaman mecburen, kendi babasının evinde, Dikili’de kalıyor. Mustafa Dedem kabul etmiş kızını. Büyütmemiş uzatmamış. Bir de kardeşim oluyor benim. Yani babam askere gittiği zaman annem hamileymiş zaten. Ağabeyime hamileymiş. Babam askerdeyken doğmuş ağbim. Adı Namık’mış. Ben hiç görmedim onu tabii. Namık Ağbim bir yaşında bebekmiş, babam askerdeyken vefat etmiş.

Askerlikte babamı göndermişler Ankara’ya, muhafız alayına, Atatürk’ün muhafız alayına. Çankaya’da, Atatürk’ün yanında yapmış askerliğini. İki sene.

Babam askerden döndükten sonra, hatta o zaman Atatürk Muhafız Alayında askerlik yapanlara, rütbelilere oradan polis olma hakkı vermiş. Babam ‘sordum maaşı diyor, 20 lira maaşı varmış, ee ben 50 lira alıyorum Dikili’deki adamdan.  Ne yapayım polisliği’ diyor.

Poliste olmamış, gelmiş tekrar Dikili’ye, ondan sonra 1939’da Dikili’de bir deprem oluyor, yıkılıyor evler. O depremden sonra da oradan tekrar gidiyorlar Ulucak’a bu defa. Dedemlerin yanına. Oradan annem hastalanıyor, bu defa gidiyorlar 2. Dünya Savaşı’nın patladığı yıllarda, ben 1943 doğumluyum, ne ilaç var ne ekmek var ne gıda var. Ben ondan dolayı çelgin kalmışım çok. Yok ne ekmek var ne bir şey var yani. Annem de işte vereme tutulmuş, verem de iyi beslenmek isteyen bir hastalık.

İzmir’de bir profesör vardı diyor babam çok meşhurdu, onun söylerdi ismini, aklımda değil şimdi, ona götürmüş, yazdı bana bir reçete diyor, aldım götürdüm eczaneye diyor, eczacı vermiş bir ilaç demiş sıtma mı var eşinde? Yoo demiş babam, demiş bu sıtma ilacı. Başka ilaç yok demiş bizde.

Ondan sonra demiş profesör temiz hava belki iyi gelir, sen madem Ödemiş’te oturuyorsun işte Bozdağ’da bir ev tutun temiz hava belki iyi gelir demiş. Yani oraya yönlendirmiş, işte amcamın hana geliyordu devamlı o Bozdağlılar, babamı da severlerdi çok. Babam nalbantlık da yapıyordu, onu da öğrendi, yani öğrenmediği sanat kalmadı babamın, yani en perişan en sıkıntı çeken kardeşlerinin içinde babamdı.

Ondan sonra oradaki efelerden birinin evi varmış Bozdağ’da, demiş kalın orada demiş, gitmişler oraya, kalmışlar beş altı ay kadar, daha kötüleşmiş sonra. Geri getirmişler eve, evde de işte çok da fazla yaşamadı.

Benim annemle hatıram hemen hemen hiç yok desem yeri var. Çok çok az, hayal meyal yani böyle bir iki enstantane var aklımda. Bir defa böyle yere düştüm, yengem de çok anlatır onu, Ahmet Dayımın karısı Emine Yengem, yere düştün sen diyor, ama hatırladım onu, gelmiş beni kaldırmaya böyle, ağzım gözüm kanıyor, kalkmıyormuşum annem gelecek beni kaldıracak diyormuşum. İşte düşkünlüğümüz o kadarmış yani.”

Odayı hüzün kaplamıştı. Zarif Usta’nın sesi titremeye başladı. Herkesin de kalbi. Yetmiş beş yaşındaki koca adam küçüldü küçüldü adeta çocuk oldu. Sanki o değil beş yaşlarında öksüz kalmış bir çocuk konuşuyordu şimdi. İnsanın içini kanatan çaresizliğe bulanmış bir ses tonuyla devam etti anlatmaya Zarif Usta:

“- Ben beş yaşındayım işte. Ben beş yaşındayken ölmüş annem, 1948 senesinde. Annemle ilgili bir başka hâtıram, kırık dökük bir görüntü gözümün önünde… Ödemiş’teyiz. Tabutu aldılar evden omuzlara, arkasından koşturuyorum:

“- Anneeeeeeeeee diye ağlıyorum. Nereye gidiyorsun anne?” diye. Adamın biri tuttu beni:

“- Oğlum, anneni hastaneye götürüyoruz, akşama gelecek” dedi. Geldi, sokağın baş tarafına oturtturdu beni:

“- Sen bekle burada, biz anneni götürüyoruz doktora. Akşamüzeri getireceğiz” dedi.

Bekledim bekledim. Gelmedi bir daha annem. Ağladım durdum, gözyaşları içinde. Hatıra olarak bu kalmış bende.”

Gözyaşları yine akıyordu Zarif Usta’nın. Sadece Zarif Usta’nın mı? Bütün ailenin

Zara’nın o ipince trenyolu gibi uzayan sesinden de bir türkü radyoda, Yozgat dolaylarından:

“Hastane önünde incir ağacı (annem ağacı)
Doktor bulamadı bana ilacı (annem ilacı)
Baştabip geliyor zehirden acı (annem vay acı)

     Garip kaldım yüreğime dert oldu (anem dert oldu)
     Ellerin vatanı bana yurt oldu (anem yurt oldu)

Mezarımı kazın bayıra düze (annem vay düze)
Yönünü çevirin sıladan yüze (annem vay yüze)
Benden selam söylen sevdiğimize (sevdiğimize)

      Başını koysun karalar bağlasın (annem bağlasın)
     Gurbet elde kaldım diye ağlasın (anem ağlasın)”

Bu geceyi de Fikret Hanım’ın kayınvalidesine ve cümle ölmüşlerinin ruhuna okuduğu Yasin ve Fatihalarla tamamladılar. 

aziz-suzgun.png

Baba Aziz Süzgün askerde

selime-suzgun-anne.jpg

Anne: Selime Süzgün

Bu yazı toplam 620 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim