• İstanbul 15 °C
  • Ankara 20 °C

‘Zarif Usta, Okul Yerine Terziliğe Soyunuyor’

‘Zarif Usta, Okul Yerine Terziliğe Soyunuyor’
Zarif Bir Adam; Zarif Süzgün - IX / Fahri Tuna

Sıra çocukluğuna okul hayatına gelmişti Zarif Usta’nın. Dizinin dibine uzanmış dedelerini dinleyen Tuğba ile Elif Mine’nin saçlarını okşayan Fatih, kayınpederine döndü:

“- Nasıl bir çocukluk yaşadın babacığım? İlkokul yılların nasıl geçti?”

Zarif Usta:

“Ben ilkokuldan başka okula gitmedim çocuklarım. Ortaokula yazdırmak istediler; ne bileyim, beşinci sınıfta okumaktan soğumuştum.

Neden mi soğudum?  Öğretmenimiz çok titiz, çok sert bir kadındı. Müyesser Resne. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın. Dördüncü sınıfa kadar derslerim de çok iyiydi, beşinci sınıfta yani dördüncü sınıfın yaz tatilinde beni terzi dükkânına çırak olarak verdi babam. O terzi dükkânındaki disiplinsizlik, beni seviyorlardı çok, hadi oraya git oğlum, hadi bunu yap oğlum, oraya git buraya git diye, ondan sonra o zamanlar elbise dikilince birisine bahşiş verilirdi. Hadi 25 kuruş bahşiş, 10 kuruş bahşiş, ondan sonra para görmeye başladım. Hoşuma gitti yani esnaflık.”

Kendisi de ilkokula giden Elif:

“- Dedeciğim hiç anın yok mu ilkokuldan?”

“- Olmaz mı gözümün içi. Anlatayım sizlere…”

O zamanlar ilkokulda bile eğitim çok ciddiydi. Zil çaldığı zaman okulun içinde çocuklar sanki yok zannedilirdi. Öğretmenler çok disiplinliydi. Yalnız teneffüste okulun bahçesine çıkınca sesler duyulurdu.

Bizim Gazi İlkokulunun müdürü Fuat Aytun, eşi Leman Aytun, Mustafa-Macide Karaca, Yaşar Önal, Turgut Bey, Gavsi Özcan, Hasan ve Nevin Dağlı, Lütfiye Hanım, Demir Bey, Hasan Bey… İsimlerini hatırlayamadığım değerli hocalarım beni affetsinler.

Gazi İlkokulu benim için anılarla dolu geçmiştir. Akhisar’a yeni gelmişim, evimden. Daha doğrusu evimin neresi olduğunu bilmeden; çünkü bir evimiz olmamıştı. İzmir Ödemiş, Kemalpaşa, Ulucak Köyü, Bergama, Soma, Dikili, Akhisar… Dolaş Allah dolaş; aynı dere içinde yuvarlanan taş misali.

O küçük aklımla hayaller kurar, yatağa yatar yatmaz gözyaşlarım başlar: “Anne neden öldün, beni niye bıraktın?” diye diye sabahı yapardım. Bu ruh hâliyle, gereğinden fazla sinirliydim, kendimden büyük çocuklarla dövüşürdüm, ama dayağı da hep ben yerdim. Okulda adım kavgacıya çıkmıştı.”

Duraladı, nefeslendi Zarif Amca. İki yudum daha çekti gazozundan. Devam etti sonra:

“- Üçüncü sınıfta iken okulun bahçesinde deve güreşi yapıyorduk. Güreş yerine doğru beni taşıyan arkadaşım önde, diğer arkadaşım arkada olarak geldik. Daha ben önüme dönmeden arkadan öyle bir itti ki, tutunmaya fırsat bulamadan uzun boylu arkadaşımın omzundan yüz üstü yere düştüm.  Hemen ayağa kalkmaya çalıştım fakat sağ kolum bilek ile dirsek arasında kırılmış. Bayılmışım.

Başöğretmenimiz rahmetli Cemal Takmaz kendi öğretmenim. O zamanlar ortopedist filan yok; kırık çıkık işlerini kırıkçı denilen biraz becerikli erkek veya kadınlar yapıyordu. Bize komşu olan okulun hademesi Halil Ağbiye beni teslim ettiler. O kolumun altına düz bir tahta koyup beni yedeğinde eve getirdi.

Evde kıyamet koptu tabiî ki. Babamı çalıştığı yerden çağırdılar. Benim de en büyük korkum babamın duyması. Babam eve gelince bir de kolumu görünce:

“- Ben sana doğru dur demiyor muyum?” diye mutat bağırmalarını tekrarladı. Bulgurcu Fatma Hanım diye bir çıkıkçı varmış. Evi de bize uzakmış. Neyse bir faytona binerek çıkıkçının evine gittik. Kolumu muayene etti. Sonra yarım metre suya değmemiş kaput bezi, bir şişe alkol, bir kalıp suya değmemiş sabun, dört parça düz tahta; reçetemiz bu.”

Zarif Usta’nın suratı ekşidi bu sırada. Sanki yeniden yaşıyordu o anı. Bulgurcu Fatma Hanım’ın önünde kolu kırık çocuk oldu suratı yeniden. Acısı yüzünden şimdi yine okunuyordu adeta. Üzüntülü bir ses tonuyla devam etti:

“- Ben oturuyorum. Pek de ağrı duymuyorum. Neyse kaput bezini yere yaydı, sabunu rendeledi, alkolle yoğurdu, tahtaları yardımcısına verdi, babama, anneme. Yardımcıya nasıl tutulacağını tarif etti. Ben kurbanlık koyun gibiyim… Kolumu var gücüyle asılarak düzlediler, o kaput bezindeki karışımla sımsıkı, tahta parçaları ile iyice sıkarak bağladılar, Kendime geldiğim zaman artık evdeydim. Kaç defa bayıldım ayıldım hatırlamıyorum bile.

Üç ay okula gitmedim, arkadaşlarım dersleri hep evime getirdiler. Hatırlayan arkadaşlarım olursa hepsine teşekkürü borç bilirim. O yıl tam kırık iyice kaynamadığı için iki defa daha aynı işkenceyi çektim. Tabii babamın ne kadar kızıp neler söylediğini söylemiyorum.

Artık bayağı iyileştim okulun da artık son haftaları. Annem evde pasta börek bir şeyler hazırladı, ‘arkadaşlarınla bunları yersiniz’ diye beni okula yolcu etti. Babam da ‘doğru durmazsan bozuşuruz’ deyip işe gitti. Ben de artık arkadaşlarımı özlediğim için sevinerek okula gittim.

İlk teneffüse çıktık, arkadaşlar bana nasıl olduğumu soruyorlar. Ben de anlatıyorum. Halka şeklinde etrafımı çevirmişler. Tak diye başıma sert bir şey çarptı. İki çocuk kavga ederken biri diğerine taş atmış. O da benim başıma isabet… Tabii kan akmaya başladı. Beni Başöğretmenin odasına götürdüler. Daha kapıdan girer girmez:

“- Yine mi sen Zarif?” demesin mi?..

Bu defa kafamı sardılar. Artık eve nasıl gideceksin; durumu babama anlat anlatabilirsen.”

Zarif Amca karanlık bir tünelden çıkıp rahatlamış gibi gülümsedi. Şimdi güller açıyordu yüzünde. Çocuksu bir sesle gülüyordu şimdi de. Devam etti: 

“- O zamanlar okul yakalarının plastikten yapılanları vardı. Bağcık kısmı iki küçük delikten geçen iple bağlanırdı. Azıcık çektin mi kopardı. Bir daha da kullanılmazdı. Onun için bana yaka almaktan bıkmışlardı. Ben de kolayını buldum; evden azar yememek için yakayı hep cebimde taşırdım. Okula girerken takar, sonra yine cebime koyardım. Fakat çoğu zaman takmayı unuturdum. Sebebini öğretmenime söylemiştim, o da bana ‘yakasız oğlum’ diye hitap ederdi.

Öğretmenim benim ikinci annem gibiydi. Çok sert olmasına rağmen, benim öksüz olduğumu bildiği için yeri geldiği zaman çok müşfik davranırdı. Nur içinde yatsın.

Emekli olduktan yıllar sonra Akhisar’a gelmiş, arkadaşlarımın birisi ile temas kurmuş, eski öğrencilerini görmek istemiş. Altı kişi buluşup garaja uğurlamaya çiçeklerle gittik. O günü hiç unutamam. Beni görür görmez:

“- Gel benim yakasız oğlum” diye bir sarılışı vardı ki hâlâ gözümün önünde. Otobüsü gözden kayboluncaya kadar bize el salladı, öpücük gönderdi. Vefatını çok sonra öğrendik. Cenazesine gitmek nasip olmadı.”

Duygulanmıştı yine Zarif Amca. Yetmiş beş yaşında da olsa o da bir kalp taşıyordu. Muhacir kalbiydi onunkisi. Serçe yüreği vardı onda her Balkanlı gibi. İçli hassas duygulu. Gözlerinin yaşını sildi çaktırmadan. Terziliğe başlangıcına döndü yeniden:

“- Ondan sonra beşinci sınıfa geldiğimiz zaman okumaktan hemen hemen soğudum.

O bahşişler olabilir ama bir de o disiplinsizlik. Oradakiler kalfa mesela çok severdi beni:

“- Hadi oğlum oraya git, buraya git!..”

Bir şey yaparlar, bir şey alırlarsa kendilerine bana da alırlar. Orada hür olmak hoşuma gitti. Ustamız da dükkâna pek uğramazdı. Sabah on bir on ikide gelirdi dükkâna, biraz durur giderdi, tavla oynamaya arkadaşlarıyla dışarı. Biz kalfalarla oluyorduk. Öğretmen disipliniyle dükkân ortamını mukayese ettim. ‘Ortaokulda daha başka başka öğretmenler gelecek, işte Fransızcası var İngilizcesi var, başarılı olamam belki, başarılı olmama korkusu da vardı bende, hani başarılı olamazsam üzülürüm çok’ dedim kendi kendime.

Çünkü bir sene kaybetsem babamın parası yok, lise yok Akhisar’da o zaman. Ortaokulu üç sene okuyacaksın, liseye Manisa’ya gideceksin. Her gün Manisa’ya gidip geleceksin.

Evin durumu da pekiyi değildi zaten. Babamın da kazandığı öyle çok para değildi. Babam helvacı dükkânında çalışıyordu, günde iki lira para alıyordu. Tabii kışın helvacılık, yazın tütün yapmaya gidiyordu. Tarlamız yok, yapacak adam yok, bir annemle ikisi gidiyor tütün dikmeye, tarla kira tutuluyor, çift sürüyorsun para veriyorsun, amele çalıştırıyorsun para veriyorsun, tütün parasından da pek bir para kalmazdı elimizde.”

Durumun zorluğunu adeta yeniden yaşar gibi dertlenmişti Zarif Usta. Nefis aşureden bir kaşık daha alıp hem ağzını hem de zihnini tatlandırmak istedi belli ki. Devam etti anlatmaya:

“- Evet, tütün parasını alınca borçları ödüyordu babam, tarla kirasını veriyordu falan filan. Elinde para kalmadan hadi çalışmaya… Taa buradan Kınık’a Bergama’ya tütün basmaya gidiyordu. O bakımdan yani ekonomiyi de düşündüm, ben dedim şimdi liseye her gün, o zaman trenle gidiliyor Manisa’ya, her gün gideceğim geleceğim, kim gönderecek? Ben, mesela askerdim ben, askere babam annemden saklı para gönderiyordu. Öyle işte…”

Üzüntüsü hem yüzünden hem sesinden hem nefes alış verişinden anlaşılıyordu şimdi. Babasının çaresizliği ve zorlukları ta yüreğine, dinleyenlerin de yüreklerine dokunmuştu gerçekten. Bir umutla anlatmaya çalıştı bu kez:

“Şimdi ben yaz tatilinde çalıştım zaten orada. Çalışanlardan bir tanesi ‘ben terzi olacağım’ dedi. Bir tanesi de lise birden terk etmiş, yalnız pantolon dikmesini öğrenmiş, o pantolon dikiyordu orada, ‘ben okula yazılacağım’ deyince bana:

‘- Zarif, sen okula yazdır kendini’ dedi. İsmi Şinasi’ydi, Allah rahmet eylesin. ‘Sen akıllısın, oku sen’ dedi. ‘İyi Şinasi Ağabey’ falan dedim ama yine kafamdan hep böyle olumsuzluklar geçiyordu…

Şinasi Ağabey liseyi bitirmemişti, sonra liseyi bitirdi, ta askerden sonra. Liseyi bitirdi, sonra İzmir’de bir şirkete girdi çalışmaya. Yani o yaştan sonra o adam başardı, ben bir sene işte onun da tavsiyeyle bana verdiği öğütlerle… Babam:

“- Seni ortaokula yazdıracağım Zarif” dediği zaman,

“- Ben gitmeyeceğim ortaokula” dedim. Babam ısrar etti, ‘yazdıracağım, bak döverim seni” dedi. Annem de istiyordu yazılmamı, ama sonradan:

“- Okula gidersin, başarılı olamazsın, bir sürü de masraf çıkartırsın bize” dedi annem. Ben de:

“- Beni yazdırırsanız dedemlerin köyüne kaçarım” dedim. O zaman ‘iyi’ dediler, fazla da ısrar etmediler. O sene geçti. İkinci sene işte Şinasi Ağabey bana:

“- Sen oku oğlum. Bir sene kaybın kayıp değil” dedi.

O zaman geldim anneme dedim ki:

“- Anne beni okula kaydettirin. Ortaokula gideceğim” dedim.

“- Valla baban duymasın, kırar kemiklerini senin. Geçen sene biz sana yalvarırken razı olmadın. Sakın baban duymasın” dedi.

Ondan sonra ben de o korkudan babama söyleyemedim. Okul hayatımı da böylece bitirdim.

İlkokul öğretmenim, belki on sefer eve gelmiştir ‘bu çocuğu okutun’ diye söylemiştir. Yani dördüncü sınıfın başına kadar çok başarılıydım. Dördüncü sınıfa kadar fevkalade sınıfın en iyilerinden birisiydim.

Beşinci sınıfta bir arkadaş grubu değişti. Beşten daha önce kalanlar geldi bizim sınıfa, onlarla oyuna biraz dadandık:

“- Hadi bilye oynayalım, hadi âşık oynayalım, hadi bilmem ne oynayalım.” O bakımdan beşinci sınıfta biraz daha okulu boşladık yani. Verdik kendimizi terziliğe.”

Bu haber toplam 763 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim