Dönüşmelidir de, zira bu gerçeklikle hala yüzleşip yüzleşemediğimiz yahut ne düzeyde yüzleşebildiğimiz meçhul.
Unutmamak zorundayız. Ne Kahramanmaraş, ne Van, ne Marmara depremlerinin ardında bıraktığı acıları. Her deprem nereden nereye geldiğimizle ilgili yoğun, toplumsal bir sorgulamayı beraberinde getiriyor belki, ama gerisini getirebildiğimizden emin değiliz.
Akut dönemin ardından acılarla beraber sorgu ve dikkatler de yazık ki küllenmeye başlıyor. Bu defa yine öyle mi olacak bilemeyiz. Bir şeylerin yavaş yavaş da olsa değiştiğini hissediyoruz. Fakat olan biten her şeyi kanıksamaya olan yatkınlığımızın bizi baskın şekilde kıskacına alma ihtimalini görmezden gelmek mümkün değil. "Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür" sözünü sanki değişmeyen bir gerçek anlamında sadece dile getirmekle kalmıyor, aynı zamanda umursamazca ve/veya umarsızca kabullendiğimizi yakın tarihimizden bizatihi fark edebiliyoruz.
Unutmak işimizi kolaylaştırıyor, bizi rahatlatıyor sanırım. Bütün gözyaşı, acıma ve tutulan yasların ardından ateşin düştüğü yeri yaktığı, geride buz gibi bir gerçek olarak kalıyor. Hatta o kadar ki ateşin düştüğü kimselerde/ailelerde bile yaralar bir şekilde kabuk bağlıyor. Kötü müdür bu, hayır. Bilinçli varlıklar olmanın getirdiği biz duygusu ne kadar köklü de olsa kayıplarımızın bizi komaya sokmasına sağduyumuz izin vermez. Varlığını sürdürme yeteneği ve refleksi bize doğuştan verilmiştir.
Gerçekler değişmiyor
Ancak bilincimiz, aynı zamanda durmamız gereken noktayı bilir; makro-kozmik bir bakışla denizde bir kum tanesi olduğumuzu bize alttan alta fısıldar. Yani hayat sana, bana, ona rağmen devam etmektedir. Hayatın büyük akışı ve gerçekliği karşısında her acı, her ölüm birer ayrıntıdan ibaret kalacaktır. Hoşumuza gitse de gitmese de makro gerçeklik budur. O yüzden yaraların kabuk bağlaması, bu gerçekliğe dair farkındalığımızın olumlu ve kaçınılmaz bir sonucu sayılabilir: Ölenle ölünmez, bu bir. Ve zaten her can ölümü tadacaktır, bu da ikinci bir gerçek.
Bu iki gerçek bizi bir şekilde hayata döndürüyor. Bizi tedavi ettiği gibi aynı zamanda kendi/beşeri gerçeğimizle de karşı karşıya getiriyor. Siyasetten mülhem olarak diyecek olursak, dünya hem benden hem de bizden büyük (!).
Hayatı kutsallaştıran anlayışlarla bu çerçevede hesaplaşmakta fayda olduğunu söylemek yanlış olmaz. İnsanı kutsallaştıran hümanist dünya görüşü hayatta kalmayı ne zamandır bir tür ideoloji haline getirmiş gibidir. "Hayat ne derece hayatta kalmaya dönüşürse ölüm korkusu da o derece artar." (Byung-Chul Han, Palyatif Toplum) Bugün ölümle barışık olmayı neredeyse aptalca buluyor ve inandırıcı olmaktan hayli uzak görüyoruz. Hayatın anlamı neredeyse canlılığın sürdürülmesine müteallik hale geldi. "Günümüzde ölmek insanlara özellikle zor gelir, çünkü hayatı anlamlı bir şekilde bitirmek artık mümkün değildir" (Han, Age).
Devamı: https://www.star.com.tr/acik-gorus/yasimiz-gelecegimizdir-haber-1775099/
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.