D. Mehmet Doğan: Anadolu’nun edebî fethi ve Yûnus Emre!

D. Mehmet Doğan: Anadolu’nun edebî fethi ve Yûnus Emre!

İstanbul’da, Sahaflarda, muhtemelen 1980 öncesi günlerde, küçük bir kitap dikkatimi çekmişti: “Divan Edebiyatı Antolojisi 13 ve 14. Asır”. Köprülüzade Mehmed Fuad’ın hazırladığı bu güldeste 1931 yılında yayınlanmıştı. Harf inkılâbından birkaç yıl sonra, dil devriminden birkaç yıl önce…

Kütüphanem için aldığım 64 sayfalık kitapçık, 11 cüzden oluşan antolojinin ilk bölümü idi. Köprülüzade “Başlarken”de kitabın lise öğrencileri için hazırlandığını belirtiyordu. (Şimdi üniversite öğrencilerine bile ağır gelebilir!)

Sunuştaki ifade ile “13 ve 14. asırlarda Anadolu’da Türk şairleri” kimlerdi? Tahminlerimi alt üst eden bir başlangıçla karşılaşmıştım. Kitapta şiirlerine yer verilen ilk şair Mevlâna idi!

Farsçanın dört büyük şairinden biri sayılan Mevlâna Celâleddin Anadolu’da türkçe şiirin de başlangıcında yer alıyordu. 24 mısra, bir kısmı mülemma denilen karışık dilli, bir kısmı tamamen türkçe, “Bu ayrılık oduna nice ciğerim yâne” gibi…

Kitabın tek şaşırtıcı yönü bu değildi. Bu “divan şiiri antolojisi”nde Yûnus Emre’ye de yer verilmişti. Halbuki Yûnus Emre sonraki yıllarda ısrarla divan şiirinden ayrılmış ve “halk şairi”, hatta bazılarınca “ozan” sayılmıştı. Divan şairleri türkçeye ihanet ederken, “halk şairleri” Osmanlı asırlarında türkçeyi yüceltmişti!

img_4880.jpg

Neden böyle olmuştu? Medrese, saray bir tarafta, halk bir tarafta idi. Divan şairleri medreseli idi, halktan kopuktu, saray bunları besliyordu. Türkçeye ihanet edenler cephesinde Bâkî, Fuzulî, Nabî, Nef’i, Neşatî, Nedim, Galib… gibi türkçenin en büyük şairlerinin bulunması bir türlü izah edilemiyordu.

İdeolojik körlük uzun süre devam etti. Bu arada Cemal Kurnaz ve Mustafa Tatçı “Ümmi Divan Şairleri” adlı bir kitap yayınladı (2001). Yani, okur yazarlığı olmayanlar dahi divan şiiri kapsamında şiirler yazmışlar, divanlar tertiplemişlerdi. Köprülü’nün bu antolojisi ancak 75 yıl sonra yeniden yayınlanabildi…

Zihinlerimiz 1920’lerin, 1930’ların ayarlarını hâlâ tam yakalamış değil. Çünkü resmî tedrisatta divan şiiri ile ilgili karalamalar günümüze kadar sürdü. Bu karalama kampanyasına daha sonra Köprülü’nün de katıldığına hatırlatalım.

          Bu topraklarda yedi buçuk asırlık yazılı edebiyat

Anadolu’daki varlığımız, eğer Malazgirt zaferini esas alırsak, dokuz buçuk asırlık. Mevlâna’yı başlangıç tutarsak, bu topraklarda yedi buçuk asırlık yazılı bir edebiyatımız var. Aradaki 200 yılı nasıl izah edeceğiz? Elbette bu ara dönemde Battalname ve Danişmendname gibi sözlü kültürün mahsülü destanî eserler var, fakat onlar da 13. Yüzyılda yazıya geçirilmiş.

Türkistan’dan, Horasan’dan on yıllardır gelen göç dalgaları Malazgirt zaferinden sonra yatağını bulmuştur. Kısa sürede Diyar-ı Rum’un batı ucunda görünen Selçuklular İstanbul’un burnunun dibindeki İznik’i başkent yapmıştır.

Akabinde haçlı seferleri başlamış Kudüs Anadolu’dan savunulmuş, cedlerimiz bu toprakları şehid kanı dökerek sahiplenmiştir. Bizans’ın Anadolu’ya son hamlesi Miryokefelon’da 1176’da söndürüldükten sonra Anadolu Selçuklu Devleti Alaeddin Keykubad’a kadar büyük bir gelişme göstermiştir. İşte bu dönem büyük umran eserlerinin yükseldiği dönemdir. İktisadî gelişme, şehir hayatının canlanması, ilim ve kültür merkezlerinin teşekkülü bu topraklar üzerinde güçlü bir edebî hayatın da zemini olmuştur.

Hiç şüphe yok ki Anadolu’daki edebiyatımızın kaynak metni Mesnevî’dir, kurucu şahsiyeti Mevlâna Celaleddin’dir.

Mevlâna farsça yazmıştır ama türkçeden de uzak duramamıştır. Oğlu Sultan Veled ise, eserlerini esas olarak türkçe yazmıştır. Bir nesilde ortaya çıkan bu gelişmeyi nasıl anlamalıyız? Moğol istilası Anadolu Selçuklu merkezini zayıflattı, bu yıkılışa kadar gitti. Bu yıkılış döneminde bir taraftan beylikler ortaya çıktı, diğer taraftan türkçe edebiyat gelişti. 

Konya merkezinde farsçanın saltanatı sönerken çevrede türkçenin yükselişini nasıl izah etmeliyiz? Eğer tasavvuf ve onun muhtevasında gelişen şiirimiz, edebiyatımız olmasa idi, 13. Yüzyıldaki Moğol istilası sonrası belimizi doğrultamazdık.

Oğuz türkçesi veya “batı türkçesi” yazılı edebiyatının başlangıcı Anadolu’dadır, hem de Anadolu’nun merkezinde, Sakarya-Kızılırmak arasındadır! Ve bu büyük başlangıçta Yunus Emre müstesna bir yere sahiptir.

Bazılarını rahatsız etse de şunu söylemeliyiz: Yazılı edebiyatımızın başlangıcında tasavvuf etkilidir, şiirimiz tekke-dergâh kaynaklıdır. Kitlelere türkçe şiirle ulaşılmak istenmiştir, bu yüzden batı türkçesi başlangıçta güçlü bir dinî muhtevaya sahiptir. Daha sonra dinî şiirler yazmayan divan şairleri dahi tasavvufî muhtevayı, mazmunları, remizleri kullanarak şiirlerini ortaya koymuşlardır. 

Anadolu’nun edebî fethinde bir yüzyıl içinde Yunus Emre ile birlikte Sultan Veled, Ahmet Fakih ve Gülşehri’nin isimlerini zikredebiliriz. Bu isimlere ilave edilmesi gereken bir şahsiyet de Âşık Paşa’dır. Onun Garipname’si Anadolu’da ilk hacimli metindir. Bu itibarla Yûnus Emre’yi tanımak, 7 asırlık edebiyatımızı öğrenmenin başlangıç noktasıdır.

Bir yeniden doğuş: Yûnus Emre

13. asrın sonu ile 14. Asrın başında yaşamış, halkın günlük hayatından, tekkelere, büyük bestekârların eserlerine kadar nüfuz etmiş Yunus Emre, 20. yüzyılın başında Fuat Köprülü’nün 1913’te Türk Yurdu’nda yayınlanan iki yazısı ile edebiyatçılarımızın ilgi alanına girmeye başlar. Onun tasavvufî lirizmi, yalın dili, dönemin edebiyatçılarını sarsar. Şair, feylesof Rıza Tevfik, o zamanın şartlarında heyecanlanır, kalkar Bursa’ya gider, “Âşık Yunus” kabri olarak bilinen mezarı ziyaret eder (1914). Heyecanını Yunus tarzı şiir yazarak (Yunus Emre’ye armağan) kalıcılaştırmak ister. Yakub Kadri’nin mistik temayüller taşıyan yazısı, sonraki yıllarda aynı vadide Necip Fazıl’ın şiiri Yunus ilgisini güçlendirir. Sorbon’da fesefe tahsil eden Burhan Toprak, 1930’ların başında Alp dağlarında bir sanatoryumda tedavi görürken Fransız filozofu Paskal’ı okur ve Yûnus Emre ile benzerlikleri dikkatini çeker. Yûnus Emre’yi yazılarıyla ve seçilmiş şiirlerinden oluşturduğu kitabıyla tanıtır. Nûreddin Topçu, Fransa’da doktora tezinde Hallaç’la birlikte Yunus Emre’den hareketle fikirlerini ortaya koyar. Mehmet Kaplan’ın Yûnus Emre ilgisinin hocası olan Fuat Köprülü’den ziyade bilhassa Nureddin Topçu’nun Yunus Emre yorumundan kaynaklandığını söylemek mümkündür.

img_4835.jpg

Mehmet Kaplan Nureddin Topçu’nun vefatından sonra yayınlanan “Çağdaş bir mistik: Nureddin Topçu” yazısında bu hususu tereddüte mahal vermeyecek şekilde ortaya koyar:

“Nureddin Topçu bin bir ahlâk buhranıyla kıvranan Cumhuriyet devri Türkiye’sinin kalbi ve ruhu idi. Ben onda Yunus Emre’nin çağın felsefesi ile yoğrulmuş büyük bir temsilcisini buldum. Hiç şüphe etmiyorum ki, öbür dünyada yöneldiği yer Mevlâna ve Yunus Emre’nin yanıdır.” (Fikir ve San’atta Hareket, Ocak-Şubat-Mart 1976, sayı: 112)

 

Mehmed Âkif ve Yûnus Emre

Yakın dostu Eşref Edib, Yunus Emre ilahilerinin Mehmed Âkif’i vecd içinde bıraktığını yazıyor. Edebiyatçılarımızın Yunus Emre’yi keşfi, 20. yüzyıldadır. Şiirleri külliyat olarak 1930’larda yayınlanmıştır. Halk ise, yüzyıllar boyunca Yûnus Emre ile iç içe yaşamıştır. Dillerden düşmeyen ilahileri elbette, tekkelerin vazgeçilmezi idi. Mehmed Âkif’in de Yunus Emre’yi tekkelerde dinlediğini düşünebiliriz. Çünkü bugünkü gibi, radyolar, televizyonlar, plaklar, kasetler, CD’ler... yoktu. Öyle istediğiniz zaman müzik dinleyemezdiniz. Müzik için vesile, düğünler bayramlar dışında, hususi meclislerde olabilirdi.

Tekkeler mûsıkînin yaşadığı ve yaşatıldığı kurumlardı. Hatta Mevlevî tekkeleri bir nevi konservatuvar gibi çalışırdı.

Eşref Edib, Âkif’in sevdiği üç Yunus ilahisinden söz ediyor. İlki,

Severim ben seni candan içeri

Yolum vardır bu erkândan içeri

İkincisi,

Bu akl ü fikr ile Mevlâ bulunmaz

Bu ne yaradır ki zahmi onulmaz

Ve üçüncüsü,

Ben yürürüm yane yane

Aşk boyadı beni kane.

Ne akilem ne divane

Gel gör beni aşk neyledi

Bu lirik ilahiler tekkelerin vazgeçilmezidir. Bir ihtimal de Mehmed Âkif’in taşbasma Yunus Emre divanlarını görmesidir. Fakat esas olarak tekkelerin bu tesiri meydana getirdiği düşünülebilir.

Yunus Emre’nin sesi ve nefesi Anadolu’da büyük bir edebiyatın başlangıcını müjdeliyor. Türkiye yurt dışında dilimizi ve kültürümüzü tanıtan kurum oluştururken Yunus Emre adının öne çıkması boşuna değil. Yunus Emre’nin yedi asır öncesinden Mehmed Âkif’i müjdelediğini söyleyebiliriz. Bütün çağdaş edebiyatımız ona borçludur.

 

Yunus, Yûnus mudur, Yûnüs mü?

 

20. yüzyılda Yunusu keşfettik de, ne oldu? Yunus aşağı, Yunus yukarı, tekrarlayıp duruyoruz. Türkçenin bu topraklardaki ilk büyük/kurucu şairinden söz ediyoruz; ilk ve elbette hâlâ en ulu şairinden.

O kadar ulu ki, Anadolu’nun çok sayıda yerinde kabri/makamı var; halk zihni o büyük zâtı öylesine benimsemiş ki, mahallen taşına toprağına da karıştırmış. O kadar büyük ki, birden fazla Yûnus tek Yûnus olmuş!

Nâmık Açıkgöz Hoca, hassasiyet göstermiş, kitabının ismini “Yûnus Deyi Göründüm” olarak koymuş.  Bu durumda, ilk hecenin uzun olduğunu işaret etmiş, ki doğrusu budur.

Çocukluğumun mekândan ve zamandan ötelere işaret eden ilahilerinin şairi anamdan duyduğum şekliyle “Yünis” diye hatırımda kalmış. Yoksa Yonis mi idi? Tabiî her iki halde de ilk hece biraz uzatılacak. Kaplan Hoca’nın kendi hayatının bir safhasına temas eden yazısında, yani Mukaddes Uçurum’da Yûnüs’ü tercih ettiğini görmüştüm. (Hareket, Nisan 1949). Milletin Yûnus’unu gafil aydınlara tanıtan Burhan Toprak’ın 1934’te yayınladığı “Yunüs Emre Dîvan”ına ne demeli?

Yûnüs/Yûnis, bu iki hece bir âhenge, inceliğe işaret ediyor. Yunus ise, katı ses uyumu iddiası ve uzun sesten kaçma, türkçeyi kısa seslileştirme siyasetinin kaba bir tezahürü. Çünkü kelimelerin âhengi, Osmanlıcayı çağrıştırıyor, ki İstanbul türkçesi de budur. Öyleyse, kahrolsun âhenk!

Semih Tezcan, Yunus’da karar kılınmasını “harf devriminin gerçekleştirildiği 1928 sıralarında, bu adın İstanbul ve Ankara’daki pürist Osmanlıcacı çevrelerin kabul ve tercihi”ne bağlıyor. “Bu yüzden yazı devriminden sonra öteki telaffuzlar terk edilmiş, kısa zaman içerisinde Yunus yazımı, buna bağlı olarak da Yunus telaffuzu genelleşmiş olabillir” diyor.

Semih Tezcan ünlü bir dilcimiz(di, 2017’de vefat etmiş). Konuya bu kadar bigâne olmasına şaşırmak yetmez. Harf inkılabını dil devrimi takip ediyor ve ses uyumu, kelime sonunda harflerin sertleştirilmesi b’lerin p, c’lerin ç, d’lerin t ve g’lerin k yapılması gerçekten “purist” bir hareket fakat Osmanlıca karşıtı bir pürizm, öztürkçe pürizmidir! “Hoca mevzudan bihaberdi” diyecek halimiz yok, yaşı tutuyor; bilmemesi mümkün değil. Bu durumda, her şeye rağmen ideolojik cenahına toz kondurmak istemiyor diyebiliriz.

Bu hengâmede Mustafa Kemal Paşa’nın Mustafa’sı tamamen bırakılmış, Kemâl’i, Kamal yapılmıştır! Soyadı kanunu da bu şekilde çıkmıştır. Kelime ses uyumuna uydurulunca, bunun arapça Kemâl’le alâkası olmadığı, tamamen türkçe bir kelime olduğu iddia edilmiştir. Sonunda bu saçmalık bir kenara bırakılıp Kamal Kemal’e döndürülmüşse de Yunus hiçbir zaman Yûnus veya Yunüs yapılmamıştır!

Yunus’un Yûnus olduğunu ilan eden “Yûnus Diye Göründüm” kitabına muhabbetim arttı. Araziye uyan, basmakalıp lâfları tekrarlayan bir kitapla karşı karşıya olmadığımı daha baştan fark ettim. Önsözde ifade edilen “medeniyetin temelinde metin/ler vardır” fikri üzerinde bilhassa düşünmemiz gerekiyor. Bir toplumu millet olarak var eden ortak metinler ve bu metinlerin ulaşılabilirliği, anlaşılabilirliği bugün işin özü olan bir mesele. 

Bu medeniyetin temelinde Kur’an var. “Efendim bu arapça!” Hey ahmak, senin öykündüğün medeniyetin temelinde de latince İncil var.

Kur’an tercümelerinden de okunabilir, fakat asıl olan onun hayat içinde okunmasıdır. Bu okuma çeşitli yollarla olur. Biri de edebî eserler yoluyla olanıdır. Bu anlamda Mesnevî, Anadolu’da teşekkül eden türkçe edebiyatın temelindeki metindir. Yunus Mesnevî’yi okumuş, hazm etmiş ve şiirlerini bu hamuleye vâkıf olarak söylemiştir. Mesnevî farsçadır, Anadolu’da meydana getirilmiştir, kültürel muhiti ona göredir ve Mevlâna türkçe mısralar, beyitler de söylemiştir. Çok sonraları “divan şiiri” denilecek şiirin başlangıcı onun mısralarıdır. Yarım asır sonra gelse idi, Mevlâna Yûnus olurdu, Yûnus yarım asır evvel gelse idi Mevlâna olurdu, diyebiliriz.

Yûnus’da Mevlâna’ya atıflar var. Bu bir hakkın teslimi mahiyetindedir. Anadolu’daki edebiyatımız dinî ve tasavvufî temellidir. Pür dinî bir edebiyat olabilir mi? Olur elbette. Bu talimi-tedrisî/didaktik bir edebiyat olabilir. Tasavvuf zâhirden bâtına giden arayışı ile daha zengin bir edebiyat zemini oluşturmaktadır. Kişinin yaratıcısına doğru yolculuğu (seyr-i sülûk) ile fizikten ahlâka yükselme şeklinde kâmil insan tasavvurunu hayata geçirdiğini söyleyebiliriz.

Kur’an’ı bir yana bıraktık, Mesnevî’yi farsça diye bir kenara ittik. Yûnus Emre Divanı’nı nereye koyacağız? İşte Anadolu’daki edebiyatımızın temelinde bu Divan var. Yûnus Emre de sonraki adlandırma ile “divan şairi”. “Efendim o halk şairi, ozan.” Bu halt etmektir! Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yûnus Emre’yi divan şairi olarak andığını da kaydedelim. Bu topraklarda ortaya çıkan ve sonradan divan şiiri, halk şiiri, tekke şiiri... gibi şekillerde tasnif edilen edebiyatın temelinde Yûnus Emre Divanı vardır.

Yunus divan şairi değildir, halk şairidir iddiasını bir de “o öztürkçe yazmıştır” iddiası takip eder. Yunus düpedüz türkçe yazmıştır! Ne öz ne de övey türkçe yazmamıştır! İşte bir araştırmada varılan sonuç: Yunus Emre’nin şiirlerindeki kelimelerin yüzde 49’u türkçe asıllıdır. Geri kalanı? Yüzde 31’i arapça, yüzde 13’ü farsça! Latince, yunanca kelimeler de kullanmış hazret. Bu o zamanki halkın dil hazinesine işaret eden bir sonuçtur.[1]

Yûnus’u kendimize uydurmak, fikrimizin âleti haline getirmek adını kendimize uydurmaktan başlıyor. “Yunus hümanistti! Emekçi idi, hatta kol işçisi idi! Saz çalar şarab içerdi!” vs.vs. Şimdi öyle bir zamana geldik ki, Yûnus’tan bize hayır yok, bütün referansları Allah’a, Kitab’ına, Peygamber’ine, çocuklara onun ilahisinin dinletilmesinden rahatsız olduk! Edebiyat da neymiş, türkçenin canı cehenneme; biz Yunusu anlamayacağı uydurma sözcüklerimizle ve İngilizceden aparma kelimelerimizle mutluyuz!

Yunus Emre’nin izinde

Yunus Emre’yi zâhiren bilmeyen yoktur, merak eden çoktur, gerçek mânasıyla bilen ve hele anlayan pek yoktur! Bilenlere, anlayanlara selâm olsun!

Biz her şeye rağmen merak edenlerdeniz. Ne zaman karadan Bursa yoluna düşsek, İzmir’e gitsek, Isparta’ya, Burdur’a, Antalya’ya yönelsek… Sivrihisar’a yaklaşırken “Yunus Emre” okunu görürüz. Bu ok bizi Yunus Emre’nin kabrine, köyüne davet eder.

Bunca yıl geçtik o yollardan, kusur bizim, bir türlü davete icabet edemedik! Daha fenası, eski tarz demiryolu seyahatlerimizde kim bilir ne kadar gelip geçmişiz buradan, çünkü TCDD kayıtlarında Yunus Emre Ankara’dan 170. Kilometre mesafede bir istasyon!

Esasen istasyonun adı Sarıköy’dü.

20. yüzyılımızda Köprülü Fuad’ın Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabı ile yeni bir hayata başlayan Yûnus Emre, tekkelerin kapatıldığı, mezar-türbe ziyaretinin men edildiği bir devirde sistemle istihza edercesine büyüdü. O bir tekke şairi idi, esasında dervişti hatta şeyhti! Anadolu’da Türkçenin büyük başlangıcına yapan şairdi! Hiç şüphesiz piramidin tepesinde o vardı.

Onun eskiden halk nezdinde, tekkelerde, dergâhlarda yaygın olan şöhreti, türkçecilik sayesinde aydınlara da sirayet etti. Tabiî onu bağlamından kopararak benimsemeye çalıştılar. Yûnus Emre ile ilgili bilgiler yaygınlaştıkça, Divan’ının baskıları yapıldıkça, şiirleri ezber okundukça bu şahsiyeti mahallen benimseme çabaları da arttı. Zaten ülkemizin birçok yerinde ona izafe edilen kabir veya makamlar vardı.

Bunlar içinde Sarıköy’deki harab mezar-türbe ve zaviyenin Yunus Emre’ye ait olabileceği kanaati ağır bastı.

Böylece ne oldu? Yunus Eskişehirli oldu!

Mehmet dedem yaşarken, yani 1920’lere kadar Sarıköy Eskişehir’in köyü değildi. “Ankara’ya 170 kilometre” dedik ya, Ankara’nın bir köyü idi Sarıköy! Ankara’nın Mihalıçcık kazasına bağlı bir köy, istasyonu olan bir köy. Sarıköy istasyonu Mihalıçcık kazasının istasyonu idi!

Ankaralı Yûnus Emre’ye selâm olsun! Tevekkeli değil, annem Yûnus ilahilerini dilinden düşürmezdi!

Neden bahsi Ankara’ya getirdik? Bu idarî taksimatlara filan kapılarak Yunus Emre’ye sahip çıkmak veya çıkmamak akıl kârı değil. Onu bir yere raptetmek yerine, hepimizin gönlüne dokunan bir şahsiyet olarak benimsemek en doğrusu.

Yine de Yunus Emre’nin kabrini görmeye gittik…

Yunus Emre için arz üzerinde işaret edilmiş bir yeri görmek arzusunu gerçeğe tahvil etmek için Mustafa Özçelik’in ısrarlı davetleri gerekliymiş demek ki. Ankara’dan, İstanbul’dan, Bursa’dan, Eskişehir’den şairler, yazarlar, ilim ve fikir adamları yola çıktılar ve Yunus Emre’nin kabrinin bulunduğu, şimdi adıyla anılan yere geldiler…

İşte hikâyenin başladığı yer. “Modernleşme” hikâyemizin farklı bir anlatımı bu...

Tekkelerle birlikte türbeler, kabirler de kapatıldı. Ziyaret yasaklandı.

Mezar “ziyaret yeri” demektir. Bütün türbeler, kümbetler, kabirler mezardır. Mezar neden ziyaret edilir? İbret almak için. Dünyadaki gidişatımızı doğru kavramak için ziyaret edilir bu kabil yerler. Bir de tarihten hisse çıkarmak için.

Yûnus Emre’nin Sarıköy’deki maruf mezarı harab halde idi. Demiryolu ile nerede ise bitişik bu mezarı biraz öteye taşımak fikri kabul gördü. Bunun için çalışanlar oldu. Öyle bir zaman ki, türbe ile kabirle uğraşmak belâlı iş. Bir çeşme yapılacaktı ve onun vesilesi ile Yunus’un kabri de çeşmenin arkasına nakledilecekti…

Yetmiş sene önce, 1949’da çeşmenin açılışı yapılırken kabir de biraz yüksek bir yere nakledildi. O zamanın şartlarında duyuru yapılmadan, davet olmadan yirmi bine yakın vatandaş kabrin bulunduğu yeri doldurdu. Birkaç gün önceden gelip bu hadiseye şahid olmak isteyen vatandaşlar vardı. Ve tabut o kısa mesafeye izdiham yüzünden saatler içinde taşınabildi.

Çeşme mi? O da açıldı elbette…Fakat suyu yoktu! Müteşebbislerin su getirmeye gücü yetmemişti. 6 kilometre mesafeden suyu getirebilmek için 86 bin 119 liraya ihtiyaç vardı. Bu aynı zamanda içme suyu olmayan Sarıköy’ün içme suyu olacaktı!

 

Yunus Emre Ankaralı mı?

 

“Bu da nereden çıktı!” diyenleri işitir gibi, öfke ile köpürenleri görür gibi oluyorum! Şu sıralar iki ilimiz açıkça “Yunus Emre bizdedir/bizimdir” diye çekişiyor. Her sene Eskişehir’de Yûnus Emre etkinlikleri yapılır, Karaman’da ise Dil Bayramı… Elbette ve tabiî olarak Karaman Dil Bayramı’nın da vazgeçilmez ismi Yûnus Emre’dir.

Birkaç sene önce bir Erzurum seyahatimizde, şehrin çok yakınında bulunan Yunus Emre’nin kabrini de ziyaret ettik. Tabiî, Tapduk Emre de oradaydı… Mahallî belediye mezarlığa şöyle bir tabela koymuştu: “Burası Yunus Emre’nin makamı değil, kesinlikle mezarıdır!”

Yunus Emre’yi türkçe konuşan, türkçeye âşina olan, dili türkçe olan herkes sever ve benimser. Bu tabiî bir hâldir. Çünkü Yunus şiirlerini adeta süt dişlerimiz için yazmıştır! Onda benimizi aşan, ötelere çağıran diriltici derunî bir ses, ledünnî bir nefes vardır. Şiirleri sadedir, yalındır ve fakat o nisbette de derindir.

Ağladığım isteyene, gözüm pınar olsun ona!

Öyleyse, Yunus Emre’ye Türkiye’nin bütün illerinin sahip çıkmaya hakkı vardır! Onun sınırları aşan bir türkçesi olduğunu da unutmamalıyız. Batımızı, Balkanları bir tarafa bırakıyorum; Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve hatta bütün Türk dünyası Yunus Emre’yi kendinden sayabilir.

Karaman’da sonradan mı yakıştırıldı, bilemiyorum, Yunus Emre ile ilgili türbe, cami gibi mekânlar da var. Daha önemlisi, Divan’ının ilk kayda geçirildiği iki yerden biri Karaman. (Diğeri İstanbul). Bu yüzden Karaman’ın “Yunus bendedir” demeye daha fazla hakkı var.

Ya Eskişehir? “Sarıköy”lü Yûnus? Bu da bize tuhaf gelmez. Eski kaynakların, Sarıköy, Sivrihisar gibi yer belirtenleri olduğunu biliyoruz.

Bize tuhaf gelen şudur: Siyasî/idarî sınırlar değiştikçe aidiyetin değişmesi!

Bir türlü başlığa gelemedik: “Karaman’a hak verdin, Eskişehir’e hak verdin, peki Ankara neyin nesi!”

Yûnus Emre’yi Ankaralı saymamız, Yunus Emre üzerine ciddi çalışmalar yapan ve divanını en geniş şekilde yayınlayan Mustafa Tatçı’nın son günlerde Nallıhan’da Tapduk Emre mezarına dikkat çekmesi değil.

Yunus Emre eğer Eskişehir’e mal ediliyorsa, bu yakın zamanlara ait bir hâldir. Çünkü, Yunus Emre’nin kabrinin bulunduğu yer olarak ilân edilen Sarıköy, sonradan olma “Eskişehirli”dir!

Sarıköy, Osmanlı döneminde, Ankara merkeze bağlı Mihalıçcık kasabasının bir köyü idi. 1325 (1907) Ankara Vilayeti Salnamesi’nden okuyalım:

“Mihalıçcık kasabası 39 derece, 32 saniye arz-ı şimali ve 29 derece 15 dakika 52 saniye tul-i şarkide vâki ve Mihalıçcık silsile-i cibâlinin cenub sathı maili üzerinde ve fakat hemen sırtında az meyilli etrafı çamlarla mestur bir yaylada kain ve Sarıköy istasyonuna bir şose ile merbuttur… Kasabanın arazisi şimalen Nalluhan, şarken Zîr nahiyesi, cenuben Sivrihisar ve garben Hüdavenedigâr vilayeti arazisi ile mahdutdur.”

Kısaca izah edelim: Batısı Hüdavendigâr (Bursa) vilayeti arazisi, güneyi Sivrihisar kazası arazisi -ki Ankara’ya bağlı bir yerdir- kuzeyi halen de Ankara’ya bağlı olan Nallıhan kazasıdır. Fakat daha da önemlisi, Mihalıçcık’ın doğusunda “Zîr” nahiyesinin bulunmasıdır. Zîr, şimdi “Yenikent” denilen yerdir ve Sincan’ın çok yakınındadır. Arada başka kaza merkezi yoktur, o zaman Polatlı bir köydü. Bu demektir ki, Sarıköy Ankara merkez topraklarına bitişik bir Ankara köyüdür!

Şimdi Yunus Emre “Eskişehirli” ise, mesela Sivrihisar il olursa, ki bir aralar sözkonusu idi, bu sefer “Sivrihisarlı” oluverecektir!

Efendim, böyle mühim, herkese mal olmuş şahsiyetleri mahallilikle tarif etmek, kısıtlayıcı bir tutumdur. Yûnus’u nüfusuna geçirmek isteyen her mahal onu bütün Türkiye ile, hatta Türk dünyası ile paylaşmaya hazır olmalıdır.

Bu görüşlerim, Karaman seyahatinde daha bir tavazzuh etti. Karaman’da Dil Bayramı’nın Yûnus Emre zemininde sürdürülmesi, doğru bir yaklaşımdır. Nitekim Türk Dil Bayramı vesilesiyle Yunus Emre’nin Divan’ı ve Risâletü’n-nushiye’si güzelce basılmış ve kutu içinde hediye edilmiş. Türk Dil Bayramı’nda en güzel hediye!

Divan’dan seçmeleri Prof. Dr. Turan Karataş yapmış, 14. Yüzyılın şîve özelliklerini yumuşatarak metinleri bugünün okuyucusu için daha kolay kavranır hale getirmiş. Risâletü’n-nushiye’yi yayına hazırlayan ise, değerli dostumuz Mustafa Özçelik.

Evet, bütün illerimiz gibi, Ankara da Yûnus Emre’yi kendinden sayabilir! Hatta biraz önce belirttiğim üzere, Ankara Yûnus Emre’ye sahip çıkabilir!

Karabatak, sayı 54
 

[1] Ali Cin-Vasfi Babacan, “Yunus Emre’nin Risaletü’n-Nushiyesi ve Divan’ı üzerine yeni bir inceleme” Akdeniz İnsani Bilimler Dergisi, C.3/2, 2013, sf. 57-69

Bu haber toplam 997 defa okunmuştur
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim