• İstanbul 17 °C
  • Ankara 26 °C

D. Mehmet Doğan: Doğudan Batıya Selçuklu Yürüyüşü ve Malazgirt Zaferi

D. Mehmet Doğan: Doğudan Batıya Selçuklu Yürüyüşü ve Malazgirt Zaferi
4. Tarihî Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni kitabı yayınlandı.

Efendim bütün bu tür faaliyetlerin bir açılış kalabalığı olur, bir de asıl kaymak tabakası olur. O hemen ikinci oturumda ortaya çıkar. Asıl konuşma da zaten o ikinci gruba yapılır. Bu sefer hasbelkader bu açılış konferansı vazifesi bana düştü. Esasen Tarih Kurumu Başkanı’mızla birlikte bir oturum olacaktı. O katılamayınca biz yalnız kalmış olduk. Biraz tarihten, biraz edebiyattan bir şeyler konuşmaya çalışacağız. Toplantıya ceketle başlıyorum ama bir müddet sonra bu ceketi çıkarmak zorunda kalabilirim. Hem resmilik bana pek uygun düşmüyor, hem de salon çok sıcak. Klimalar galiba kifayetsiz kalıyor. Böylece klimanın yapmadığını biz kendimiz yapmaya çalışacağız.

Efendim tabiî Malazgirt bir dönüm noktasıdır, bir başlangıç noktasıdır, milattır. Ama tabiî her başlangıcın da öncesi vardır. Yani durup dururken işte o başlangıç olmaz. Malazgirt zaferi olmaz, İstanbul fethedilmez. Bir arka planı vardır, mazisi vardır. Birbirini zincirleme takip eden olaylar vardır.

Şimdi Malazgirt’in 948. Yıl dönümü. 2 yıl sonra 950. Yıl dönümü olacak. İnşallah 950. yıl dönümünde daha görkemli toplantılar, faaliyetler yapılır. Bu hem Malazgirt için bir güzelliktir hem Muş için hem de ülkemiz için. Ama ben 1000. Yılında olduğumuz bir vakadan başlamak istiyorum. Tam 1000 yıl önce Çağrı Bey yani Selçuk Bey’in torunu, Alparslan’ın babası Çağrı Bey, Van havzasına bir akın düzenliyor. Daha Selçukluların devleti falan yok. Yani bir topluluk halinde yaşıyorlar. Bir güçleri var. İyi-kötü bunları o zamanki devletler işte Sâmanoğulları, Gazneliler biliyor, tanıyor. Zaman zaman bunlarla bazı işbirlikleri oluyor. Ama gerçek anlamda bir otorite tesis etmiş değiller. Bütün İran’ı geçiyor, bu Van havzasına geliyor âdeta bir tanıma seferi yapıyor. Anladığım kadarıyla okudukça bu kanaatim pekişiyor, o sırada Türkistan Bölgesi’nde müthiş bir nüfus artışı var. Bunlar sadece Oğuzlar değil Kıpçaklar işte Kuzey tarafından Hazar Denizi’ni bütün şimdiki Rusya topraklarını geçerek, bir kısmı orada kalarak tabi, Bulgar Hanlığı gibi hanlıklar meydana getirerek bir kısmı da Balkanlara, Orta Avrupa’ya doğru göçüyorlar. Bunların içinde Oğuzlar da var. Bizi ilgilendiren Oğuzlar. Yani Selçuk Bey’in taifesi ise daha güneye doğru inmeye çalışıyorlar. Ama biraz önce söylediğimiz gibi Gazneliler var. Gazneliler Horasan’a, Hindistan’ın bir kısmına, Türkistan’ın bir kısmına, İran’ın bir kısmına sahipler. Oğuzlar da kendilerine uygun alan bulmaya çalışıyorlar. Çağrı Bey’in 1000 yıl önceki seferi de bu maksatla yapılıyor. Bu sefer yapıldığında daha Alparslan ana rahmine bile düşmemiş. On yıl sonra düşecek. Alparslan’ın babası bu coğrafyaya Alparslan ana rahmine düşmeden on yıl önce bir tanıma seferi yapmış. Selçuklu tarihinin başlangıcı birtakım gelişmeler sonucunda oluyor. Olaylar öyle gelişiyor ki Dukak Selçuk’un babası, ondan sonra Selçuk’un çocukları Mikail, İsrafil, Musa. Bu isimler de ilgi çekici. Gerçi bir de Türkçe adları var. Mesela İsrafil’in ki Arslan’dır. Bunların başından geçen birtakım maceralar bu Selçukluların geleceğe yönelik yollarını adeta çiziyor. Dukak zamanın Yabgusu ile bir münakaşaya giriyor. Dukak önemli bir komutan ve Yabgu ona sormadan genellikle pek bir şey yapmıyor, ama bir gün nedense Oğuz taifesinden bir gruba akın düzenlemek istiyor. Bunu Dukak’la istişare etmeden yapıyor, o da kızıyor karşısına çıkıyor. Yabgu buna kılıç savuruyor, yaralıyor. O da ona topuz vuruyor, attan düşürüyor falan hadise böyle başlıyor. Anlattığım şeyler aslında bir film gibi. Sonra aralarını buluyorlar, büyük bir şölen tertipliyorlar ama tabiî burada bir başlangıç olarak bir kırılma var gibi. Sonra Dukak vefat ediyor. Genç yaşta oğul Selçuk’a subaşılık görevi veriyorlar. Subaşılık başkomutanlık, yani Oğuz Devletinin başkomutanı oluyor genç yaşta, demek ki çok kabiliyetli babasının da belki bunda rolü vardır. Selçuk bir gün Oğuz Yabgu’sunun huzuruna giriyor. Oradaki hiyerarşiye uymadan, Hatun’u falan da atlayarak, Yabgu’nun çocuklarını atlayarak, prensleri atlayarak gidiyor Hakan’ın yanına oturuyor. Buradan da ister istemez bir kriz çıkıyor.

Bunun üzerine Selçuk Oğuz ülkesini terk ediyor, güneye doğru iniyor. Cent şehrine geliyor. Çent Müslümanların o zaman gaza merkezi. Selçuk Bey oraya gelince Müslümanlığı benimsiyor. Müslümanlığın benimsedikten kısa süre sonra da Cent’ten haraç almaya gelen Yabgu’nun adamına karşı çıkıyor.  Biz böyle müşriklere haraç vermeyiz, vergi vermeyiz diyor. Gerçekten vergi vermiyor Cent ahalisi. Böylece Selçuk Bey’in de şöhreti artıyor. Müslüman oluyor, Müslümanlık için gaza ediyor ve gerçekten de öyle bir tavır ortaya koyuyor ki bu tavır sonucunda şöhreti yayılıyor, onun etrafına gaziler toplanıyor. Yoksa Oğuz ülkesinden ayrıldığında yanında yüz kadar adam varmış. Türkmen kabileleri servetlerini de yanında götürür. Nedir servetleri koyunları, keçileri, develeri, atları falan. Onlardan başka servetleri de yok, bunlarla göçmüşler. Bir müddet sonra yoğunlaşma oluyor, etrafında kalabalıklar birikiyor falan. Selçuk Bey yüz yaşından fazla yaşıyor, üç oğlu var. Bunlardan Arslan “Yabgu” unvanını alıyor. Demek ki Selçuk subaşısından sonra onun oğlu Arslan daha etkili bir konuma geliyor. Gazneliler bunları takip ediyorlar. Gazne hükümdarı Mahmut onu davet ediyor. Diyor ki gel seninle konuşalım bak biz Hindistan’da cihad ediyoruz bize yardımcı ol diyor, siz de madem cihad ediyorsunuz. O da bu daveti kabul ediyor ama Semerkant’a yaklaşırken diyor ki askerlerinin hepsini getirme, yanına muhafız birliği dışında kimseyi alma. O da bu hileyi fark edemiyor ve Gazneli Mahmut’un tuzağına düşüyor. Orada şöyle bir hikâye anlatılıyor. Gazne hükümdarı diyor ki senin ne kadar askerin var ne kadar asker çıkarabilirsin? Mesela ben Hindistan’a bir sefer yapacağım. O da orada bir yay var alıyor diyor ki bu yayı ben memleketime gönderirsem yirmi bin kişi gelir. Sonra bir ok çekiyor. Bu oktan her gönderdiğimde on bin kişi gelir. Bunun üzerine Gazne hükümdarı onu hapsediyor. Dolayısıyla Tuğrul Bey’le Selçuk’un önü böylece açılmış oluyor ve Selçuklu Devletinin kuruluş aşamaları bu iki kardeşin eliyle oluyor ve Çağrı Bey Tuğrul Bey’e hep riayet ediyor yani onunla bir iktidar yarışına girmiyor. İki kardeşin bir saltanat mücadelesine girmemesi çok önemlidir. Bir şey daha var. Bu Selçuk ve babası bir ırsî boy beyi değil, yani soydan gelen bir asaletleri yok. Kumandan, subaşı, yabgu gibi unvanlara sahipler. Belki de ondan ötürü ilişkileri hiyerarşik değil yani adeta demokratik bir ilişki içerisindeler.

Tabii Arslan Yabgu meselesinde sonra Gaznelilerle çatışma büyüyor ve bu 1040’da Dandanakan Savaşı’na kadar gidiyor. Dandanakan Meydan Muharebesinin olduğu yeri 1993 yılında ziyaret etmiştim, Merv yakınınddır. Çöllük bir arazide bu savaş cereyan ediyor. Savaş sonucunda Gazneli Devleti çöküşe doğru gidiyor. Tuğrul Bey’le Çağrı’nın başında bulunduğu Selçuklular ilk defa devletlerini bu Dandanakan’da ilan ediyorlar. Bizim eski tarihçilerimiz Türk Devletinin kuruluş tarihi 1040 Dandanakan Muharebesidir derler. Neden? Selçuklu Devleti’nin başlangıcıdır bu çünkü. Selçuklu Devleti esas alınırsa bu böyle. Bu tarihten itibaren Selçukluların İran’a akınları, İran ötesi Azerbaycan, Kafkas Bölgesine akınları, Anadolu’nun batısına akınları yaygınlaşıyor. Tuğrul ve Çağrı Bey’in uğraştıkları mesele şu; Arslan Yabgu malûm hapiste öldüğü için onun oğlu Kutalmış hep bu saltanat hakkının, hükümdarlık hakkının kendisine ait olduğunu iddia ediyor. Babası Yabgu idi, onların en büyüğüydü, bu iddia ile zaman zaman isyan ediyor. Selçuk ailesinde bir gerilim meydana getiriyor. İran merkezi Selçuklu Devleti’nde saltanat iddia eden Kutalmış isyan ediyor zaman zaman. Biraz onu İran’dan uzaklaştırmak için Anadolu’ya sevk etmeye çalışıyorlar. Bu kısmen oluyor ama yine zaman zaman Kutalmış’ın böyle isyanları var. Kutalmış malûm Alparslan hükümdar olduktan sonra bu benim hakkımdır diye ona isyan etti. Savaşta kaybetti. Alparslan’ın burada kişiliğini ortaya koyan bir şey var; Kutalmış öldü, öldürüldü. Alparslan buna çok üzüldü. O yüzden onun çocuklarını himayesine aldı. Onun taraftarlarına bir zarar vermedi. Diyebiliriz ki onların yetişmesini sağladı ve Anadolu’ya doğru sevk etti.

Malazgirt Savaşı’nın önemi nasıl anlatıla bilinir? İslâm tarihinde daha önce iki büyük savaş var. Bu iki savaş Müslümanlara geniş coğrafyalar açıyor. Birisi Yermûk Savaşı; bu Bizanslara karşı bir savaştır. İkincisi de Kadisiye. Sasani İmparatorluğu ile yapılan savaş ki bu daha etkili bir harb.

Mesela Yermûk Savaşı ile Bizans’a karşı kazanılan zafer neticesinde bugünkü Suriye sınırlarının üzerine pek çıkılamıyor. Müslümanlar o tarihten sonra Anadolu içlerine çeşitli şekillerde seferler yapıyorlar. Ama bunlar hep sonunda geriye dönüyor. Uç, sugur muharebeleri denilen Malatya, Tarsus, Adana o bölgeler. Hep Müslümanlarla Bizans arasında süren savaşlar var. Bir müddet sonra buraya Türk bölgelerinden, Türkistan’dan gelenler Abbasi Ordusu’nda görev alarak savaşmaya başlıyorlar. Müslümanlar buradan kazandıkları toprakları bir müddet sonra kaybediyorlar. Bu dört buçuk asırlık bir süreç. Bu dört buçuk asırda hep mücadele var ama sonuç yok. Bu topraklar adeta bir tarihi kader Selçuklular için.

Selçuklular onuncu asrın başında sahneye çıktıklarında aslında İslâm dünyasının zor bir zamanı, bir bekleme zamanı, bir fetret zamanı. Dolayısıyla İslâm dünyası, bilhassa Sünni Müslümanlar, büyük bir beklenti içinde. Hatta umutsuzluk içinde. Tam o sırada Selçuklular zuhur ediyorlar. Horasan’ı, İran’ı kontrol altına alıyorlar. Kuzeye Kafkasya’ya, Anadolu’ya, Irak’a doğru yaklaşıyorlar. Bu aslında İslâm dünyasının bundan sonra ki tarihinin âdeta ön sözü gibi. Selçuklular İslam Dünyasının bundan sonraki tarihinin yazılmasında ilk cümleleri söylüyorlar. İslam Dünyası büyük beklenti içinde ve bu beklentiye Selçuklular gerçek anlamda karşılık veriyorlar.

Tuğrul Bey’in meşhur bir seferi var yine bu bölgeye geliyor. Malazgirt’i kuşatıyor, fakat alamıyor. Buradan doğru Bağdat’a gidiyor. Aslında halife onu davet etmiştir. Şehrin kapılarına gelince atından iniyor, saygı ifadesi olarak halifenin huzuruna yaya olarak gidiyor. Halife ona Rükniddin/dinin direği unvanını veriyor ve dünyevi iktidarı ona devrediyor. İslâm tarihinin önemli dönüm noktalarından birisidir. Tuğrul Bey bunu hakkıyla yapıyor gerçekten. Tuğrul Bey vefat ediyor. Vefat edince hafif bir sarsıntı oluyor. Çünkü Tuğrul Bey’in oğlu yok. Tuğrul Bey’in oğlu olsa Çağrı Bey’in oğlu Alparslan hükümdar olamayacak. Oğlu olmadığı için kardeşinin oğullarından birini kendisine halef tayin ediyor. Fakat diğer biraderler bunu kabul etmiyor, Alparslan’a biat ediyorlar. Bunun üzerine Alparslan Selçuklu tahtına oturuyor.

Alparslan’ın da ilk seferi Anadolu’yadır. Kuzey doğu Anadolu’da önemli bir merkez olan Ani’yi fethediyor. Ani orta çağlarda çok önemli bir şehir. Ani’yi fethedince Bağdat halifesi Alparslan’a ebu’l-feth, fethin babası unvanını veriyor. Alparslan birkaç kere bu seferleri yaptıktan sonra 1071 yılında bir sefere çıkıyor. Bu seferdeki hedefi Akdeniz’e ulaşmak ve Fatımî Devleti’ni ortadan kaldırmak. İlk elde Tuğrul Bey’in alamadığı Malazgirt’i fethediyor.

Bu arada Bizans ordusu Alparslan’a karşı bir sefere çıkmış. İmparator büyük bir ordu toplamış. Bu ordunun içinde yetmiş iki buçuk millet var. Büyük çoğunluğu paralı bir ordu. İçinde Balkanlardan devşirilmiş Türk asıllı askerler de var. Bu ordunun en az iki yüz bin, en fazla altı yüz bin olduğu söyleniyor. Alparslan bu haberleri alınca Halep’ten kuzeye doğru hareket ediyor. Aslında bu kadar büyük bir ordu ile savaşmak istemiyor, kendini hazırlıklı görmüyor. Elçi gönderiyor Bizans imparatoruna. Bizans İmparatoru’ da kendinden emin, büyük bir zafer kazanacak, İran’ı ele geçirecek. Selçuklu devletini ortadan kaldıracak.

Alparslan istemediği halde hazırlıklı olmadığı bu savaşa razı olmak zorunda kalıyor. Yaşlı askerlerini geri gönderiyor, sadece genç askerler kalıyor orduda. İkincisi Nizamülmülk’e diyor ki; sen payitahta dön, kaybedersek veya ben şehit olursam Melikşah’ı tahta çıkar. Bir karışıklığa meydan verme. En önemli adamını, vezirini başkente gönderiyor. Çünkü savaşın geleceği hakkında bir tahmini yok. Alparslan halis bir Müslüman tavrı ile savaşı kabul ediyor. Kaderi olarak görüyor savaşı. Cuma namazı kılınıyor, cuma namazından sonra malum o etkileyici konuşmayı yapıyor. Burada sultan yok diyor herkes birdir, tek sultan var o da Allah, isteyen gidebilir. Sadece savaşmak isteyenler kalsın. Eğer ben şehit olursam (beyaz bir elbise giymiştir) bu benim kefenimdir bununla defnedin diyor. O zamanki şartlar için bu önemli; Malazgirt’te cereyan edecek savaştan hem Bizans dünyası haberdar hem İslâm dünyası haberdar. Bunu nerden biliyoruz. Çünkü halife bütün camilerde okunmak üzere bir hutbe hazırlatıyor. Bu hutbede Alparslan ve askerlerinin muzaffer olması için dua faslı var. Yani demek ki burada gerçekten haçla hilâlin büyük bir savaşının kopacağı, büyük bir fırtına olacağı hissediliyor ve taraflar buna göre hazırlanıyorlar. İslâm dünyası da Alparslan’ın arkasında. Bir Buharalı hoca var Alparslan’ın yanında, diyor ki “zafer sana yazılmıştır” ve Alparslan fiilen savaşa giriyor. Komutan olarak bu da önemli bir şey. Yakın döğüş için okunu yayını bırakıyor kılıcını sıyırıyor ve savaşa giriyor. Savaşın nasıl cereyan ettiği malûm. Ondan sonra olanlar biliniyor.  Alparslan mağlub Bizans İmparatoru’na çok iyi muamele ediyor.

Alparslan’ın Diyojen ile yaptığı bir anlaşma var. Eğer Diyojen Bizans tahtında oturmaya devam etse, her şey farklı olabilirdi. Alparslan Harizm seferine çıkarken Diyojen’in öldürüldüğünü öğreniyor. Anlaşma bozuldu öyleyse diyor. Anadolu’ya sefer emri veriyor. Birçok tecrübeli kumandanını Anadolu’nun fethinde görevlendiriyor. Kendisi de o sefer sırasında kaleyi teslim edeceğini söyleyen kumandanın silahı ile öldürülüyor. Büyük zaferin üzerinden çok fazla zaman geçmeden böylesin büyük bir kahramanının hem de bu şekilde sahneden çekilmesi çok üzücü.

Edebiyata doğru gelelim. Alparslan ve Malazgirt ile ilgili bütün bu söylediklerimiz mesela Osmanlıların çok fazla bildikleri şeyler değil. Yani Osmanlı tarihçileri bu konularla ilgili değiller. Onlar daha batıya doğru hedeflerle meşguller. Selçuklu tarihinden sadece şu onlar için önemli; Biz Selçukluların meşru devamıyız. Osmanlı tarihinde iki Süleyman Şah görünüyor. Aslında bu tek Süleyman Şah olmalı, o da Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Kutalmış oğlu Süleyman Şah’tır, biz onların varisiyiz.

Selçuklu tarihi bizde ciddi anlamda yirminci yüzyılda başlıyor ve bununla ilgili ilk makaleler Mükremin Halil Yinanç’ın yazıları. Bu makaleler 1924 yılında Anadolu mecmuasında yayınlanıyor. Birincisi Milli Tarihimizin Adı, ikincisi Milli Tarihimizin Mevzu, üçüncüsü Malazgirt ve Alparslan. Bu bir nevi zihin devrimi gibi bir şey yani Anadolu’da yoğunlaşmış bir tarih, Malazgirt’in üzerinden yoğunlaşmış bir tarih anlatımını ilk defa bu kadar güçlü ortaya koyan Mükremin Halil Yinanç.

Tarihçilerin bu önemli fikirlerini, tezlerini gerçek anlamda topluma mal eden önemli hale getirenler sanatkârlar, edebiyatçılar, mütefekkirler. Kısaca iki isimden bahsedeceğim. İki isim Türkiye’den Malazgirt ve Alparslan üzerinden bir tarih oluşumunu adeta bize benimsettiler. Birisi Yahya Kemal’ dir. Yahya Kemal çok bildik şekilde Osmanlıcıdır ama artık yirminci yüzyılın başında Milli Mücadele sonrasında olup bitenler karşısında kendisi Rumelili olmasına rağmen Anadolu odaklı bir tarih ve millet anlayışı geliştirmeye çalışıyor. Yahya Kemal’in hep organik bir tarih anlayışı arayışında olduğunu düşüyorum. Bizim yaşadıklarımızdan, kültürümüzden, tarihimizden çıkan bir milliyetçilik anlayışı var. Dolayısıyla tarihi de Malazgirt’ten başlıyor. Malazgirt’ten önceki tarihimiz “kablettarih”tir, yani tarih öncesidir. Daha uzun bir geçmiş vardır ama bizi ilgilendiren Malazgirt ve sonrasıdır. Yahya Kemal bu konudaki fikirlerini ilk defa İstanbul’da bir konferansta 1942 yılında açıklıyor. 1952’de bir dergide yazısı var.

Malumunuz onun Alparslan’ın Ruhuna Gazel diye bir şiiri de var ve müthiş bir şiir. Bir de bitmemiş Malazgirt şiiri var. Malazgirt’le ilgili büyük bir şiir yazmaya çalışıyor ama bitiremiyor. Asıl Yahya Kemal’in bütün toplumu etkileyen görüşleri Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde ifade edilmiştir. Alelade bir asker kıyafeti giymiş bir vatandaş üzerinden bütün tarihi, vatan anlayışını, millet anlayışını ortaya koyuyor. Bana göre o saf simalı asker Süleymaniye’nin acaba kurucusu mudur yoksa mimarı mıdır? diye soruyor, aslında ikisidir demek istiyor. Hepsi bu sıradanmış gibi gördüğümüz insanlar Süleymaniye gibi bütün medeniyet eserlerinin yapıcısıdır. Alparslan timsali üzerinden anlatılan bir asker motifi olduğunu düşünüyorum.

Yahya Kemal edebi olarak bu konuda çok etkili oldu ve Cumhuriyetin tarih tezi adeta 1950’lerden sonra yavaş yavaş çökmeye başladı. Yahya Kemal gerçekçi bir tarih anlayışıyla güçlü bir edebiyat adamı cerbezesi ile bize Malazgirt ve Alparslan hakikatini benimsetti. Diğer önemli isim Nurettin Topçu’dur. Zaten bu mesele Anadolucuların meselesidir. Anadolucular Malazgirt üzerinden bin yıllık tarih tezini geliştirmişlerdir ama bunu esas olarak ifade eden de Nurettin Topçu’dur. Ondan birkaç cümle okuyup sözlerimi tamamlamak istiyorum.

İlk okuyacağım metin 1939 yılında Hareket dergisinin dördüncü sayısında yayınlanmıştır. Çok erken dönemde bin yıllık tarih tezini Nurettin Topçu burada ifade ediyor. Burada yine dikkat çekici bir şey var. Bir efsanevi, destani kahramanla Alparslan’ı birlikte zikrediyor Nurettin Topçu. “Müslüman Anadolu hayati kuvvetinin büyüklüğünü ilkin haçlı seferlerine karşı durduğu zaman göstermiştir. İslam ruhunun yetiştirdiği Anadolu çocuğunun ilk çehresini Battal Gazi’nin adında varlık kazanmış buluyoruz. Mukaddes ülkelere doğru kâfir ayağının uzanmasına karşı imandan bir kale olan Battal Gazi Anadolu çocuğunun tarihini yaratmış olan cenklerinin bir cephesidir. Battal Gazi ile yan yana Malazgirt’te Hristiyan dünyasına İslâm Anadolu’nun ruh ve ahlâk âleminde üstünlüğünü tanıtarak yeni bir ahlâka vurgun, medeniyetin doğuşunu müjdeleyen Alparslan’ı görmek lâzımdır. Alparslan intikam ile yürek soğutmaya tenezzül etmeyen, zebun kalana zulmetmekten utanan Anadolu çocuğunun cedlerinin bir başka cephesidir. Bu her belâya her türlü belâlıya rağmen Aziz Anadolu’nun savaşının tek sebebi, ülküsünü ayakta tutmak, âleme mukaddes bir ruhu aşılamaktı. İslâm Anadolu’nun, bu günkü Avrupa milletleri gibi, kin ve menfaat adına, tahakküm ve kahr için savaştığını bilmiyoruz.”

“Alp Arslan, bu ruhun en güzel örneğini verenlerdendir. Zaferinden istifade ederken. Göz önünde bulundurduğu, dininin af ve merhamet esasını, ruha hürriyet bağışlamanın büyüklüğünü, yabancı ve Hıristiyan âlemine öğretmek oldu. Düşman ve düşmana karşı savaşın mânasını Battal Gazi ve Alp Arslan örnekleri pekiyi anlatabilir.”

1939 yılında yazılmış bu satırları 1972’den birkaç cümle okuyup sözlerimi tamamlayacağım. “Kuruluşumuzun başlangıcı sayılan hadise olan Malazgirt Zaferi’nin kendisinden ziyade çok önemli. Çünkü zaferin bir tarafı var. Bir savaş oluyor insanlar ölüyor. Kazanılanlar var kaybedilenler var. Kendisinden ziyade Bizans İmparatoru Romen Diyojen’e karşı Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın insanlıktan yapılmış bir ruh abidesi yaratması olmuştur diyebiliriz. O ruh hâkim olmasaydı biz Bizans’ta barınamaz, Anadolu’da 900 yıl tutunamazdık. Orta Asya’dan çıkan Türk boyları yer yer büyük devletler kurdular. Lakin onların arasında yalnız bir tanesi Anadolu Müslüman Türk Devleti cihan tarihinde ebedi kalacak bir varlık gösterdi, yaşattı.”

Bu haber toplam 484 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim