D. Mehmet Doğan: Sisler arkasındaki hikâyeci: Şevket Bulut…

D. Mehmet Doğan: Sisler arkasındaki hikâyeci: Şevket Bulut…
Değerli hikayecimiz Şevket Bulut 16 Eylül 1996'da vefat etmişti.

Aradan 25 sene geçmiş...

Unutulmadı ama yeterince de hatırlanmadı.

Onunla ilgili olarak Mahalle Mektebi dergisinin 57. Sayısında (Ocak-Şubat 2021) yayınlanan yazımızı rahmetle anılmasına vesile olmasını dileyerek sunuyoruz.

Sisler arkasındaki hikâyeci: Şevket Bulut…

D. Mehmet Doğan

*

Bazı isimler sizi hâfıza yoklamasına zorlar...

Benim için Şevket Bulut bu isimlerdendir. Şevket Bulut’un esas şöhretini yapan hikâyecilik macerası Hareket dergisinde başlıyor. Daha önce şiirle uğraşmış, ilk hikâyesi: Odacı Mehmet Efendi bu dergide yayınlanmış (1970). Hareket dergisi bizim de ilk göz ağrımız sayılır, “Çizgilerde yaşamak” şiirimiz bu derginin 1967’nin kasım sayısında yayınlanmıştı. Biz Şevket Bey gibi şiirden hikâyeye geçemedik, fakat onun gibi şiir yazmayı bıraktık, fikir yazılarına, araştırma inceleme yazılarına yöneldik.

O zaman bazı dergiler dergiden öte birer fikir, edebiyat ve adap erkân ocağı idi. Dolayısıyla Şevket Bulut’la aynı ocaktan olmamız hasebiyle tanışıklığımız ve yakınlığımız vardı. Dergi’de ilk görünme itibarıyla ben kıdemliyim, Şevket Bey benden üç yıl sonra Hareket’te şiirler yayınlamış. 1970 sayılarındaki şiirlerden sonra aynı yıl ekim ayında da ilk hikâyesi çıkmış. Yaşça o büyük, 1936 doğumlu, dolayısıyla “ağabey”.

Zihnimde neredeyse yarım asır öncesine ait hayâl meyal bir sahne var: İstanbul’dayız, yılını tam olarak hatırlamıyorum. Belki benim mezuniyetten sonra dergi ile ilgilenmek ve hatta tahsilime uygun bir iş aramak kastıyla 1972 yazındaki İstanbul seferi dolayısıyla. Nerede kalıyoruz? Millî Türk Talebe Birliği Mimar Sinan yapısı Rüstem Paşa medresesini onarmış, talebe yurduna çevirmiş. Yurt Müdürü Selami Bey Erzurumlu, Hareket’in sahibi Ezel Bey de öyle. Aynı zamanda bir fikir beraberliği de var. Biz de Rüstem Paşa Yurdu’nda misafiriz; yaz ayları, öğrenciler memleketinde.

Mimariye olan merakım, bu tarihî yapıya ayrı bir muhabbet hissi uyandırıyor. Medreseler ekseriya dik dörtgen veya kare planlıdır. Rüstem Paşa sekiz kenarlı bir medrese, kapıdan girince bu yumuşak geçişler ve geniş avlunun tam ortasındaki şadırvanı ile İstanbul’un o hay huyu içinde bir huzur adası gibi. Usta mimarın, meyilli arazide gösterdiği hüner beni cezbediyor.

Yine dergi çevresinden, Erzurumlu Bekir Soysal ve Necati Fazlıoğlu akşam Marmara Kıraathanesi’nde Milliyetçiler Cemiyeti’nden Vehbi Erdebil ile karşılaşmışlar. Vehbi Bey’in ailesi balıkçı. Arkadaşları gece balığa çıkacakları tekneye davet etmiş. Avlanma bitince Vehbi’nin babası, bunlara sefere katıldıkları için kısmetlerine düşüğünü söyleyerek bir hayli balık vermiş. Bu arada, o gün ne zamandır çıkmayan mercan balığı da çıkmış, az miktarda. O da tamamen bizimkilerin kısmeti olmuş.

Rüstem Paşa Yurdundayız, burada yemek çıkmıyor. İsteyen kendi yemeğini yapabiliyor. Bu balıklar kime kısmet olacak diye merak ediyoruz. Dergi yönetiminden Cahit Çollak iki şişmanca ve orta yaşlı adamla akşama doğru yurda geliyor. Bunlardan biri hikâyecimiz Şevket Bulut, diğeri dergide felsefî tercümeleri yayımlanan Vahap Mutal. Böylece ilk okuduğum günden beri merak ettiğim “Yalnız Mezar” hikâyesinin yazarı ile karşılaşıyorum. Tam bir halk adamı. Samimiyeti her halinde öne çıkıyor, babacan tavırları meclisin havasını bahara çeviriyor. Bekir hünerli elleri ile bize tam manasıyla balık ziyafeti çekiyor. Yanlış hatırımda kalmamışsa, sofrada Şerif Aktaş da var…

1974’te onun ikinci kitabı Sarı Arabalar çıkıyor. Ben de Halil Kaleli müstearı ile o kitabı tanıtan bir yazı yayınlıyorum Hareket’te. Dostluğumuz sonraki yıllarda da devam ediyor. 1978’de Yazarlar Birliği kurulunca, ilk üye olanlardan Şevket Bulut. (20 numaralı üye). Ne zaman Maraş’a yolumuz düşse, Bahaeddin Karakoç ve Şevket Bulut bizimle oluyor.

          Tarih ve zaman

Lozan’da kabul edilen nâkıs Misak-ı millî sınırları onun doğduğu Kilis’i her bakımdan sınırda bırakmış. Maraş, Urfa, Antep, Kilis Halep’le iktisadî bir bütünlük içindeyken, sınırda kaldığı için Kilis, Antep, Urfa şehirleri ciddi sıkıntılar yaşıyorlar. Kaçakçılık bu sınır şehirlerinin hayatında uzun süre mühim rol oynuyor.

Şevket Bulut’un babası o 10 yaşındayken vefat etmiş. Dedesi yörenin tanınmış bir minare ustası. Şevket Bulut’un okuyamayan kardeşi de namlı bir minare ustası olmuştur. Şevket Bulut, ilkokuldan sonra Devlet parasız yatılı imtihanını kazanıp 1952'de Adana Yapı Enstitüsü'nde okumaya başlayınca farklı bir hayatın yolu da açılmıştır. 1957'de Adana Yapı Enstitüsü'nden mezun olmuş, 1957-1959 arasında Erzurum Tekniker Okulu'nda okumuş ve inşaat teknikeri olarak devlet hizmetine girmiştir.

İnşaat işlerinin gerçek yürütücüleri teknikerler. Ustalar, kalfalar inşaatı fiilen yapıyor, teknikerler mühendisler adına onlarla muhatap oluyor.

Şevket Bulut’un edebiyata ciddi emek verdiğini, halk tarzı şiirler yazarak yakın çevresinde bir tesir uyandırdığını, fakat asıl edebî kişiliğini hikâyelerinde bulduğunu görüyoruz. Hikâyeleri onun hayatının geçtiği bölgenin insanlarının hikâyesi. Gerçek kişiler, gerçek olaylar muhtemelen çok fazla da değişikliğe maruz kalmadan onun hikâyelerinde edebî bir muhteva kazanıyor. Halkla sürekli iç içe olan, geniş kitlelere hizmet eden teknik bir sahada çalışan Şevket Bulut mahallilikten milliliğe geçişin zeminini Maraş ve çevresinden derlediği yüzlerce kelime, deyim, atasözü, beddua, menkıbe, efsane ve masallarla kuruyor. Bölge sözlü kültür açısından çok zengin, yüzlerce yıllık anlatma geleneği Şevket Bulut’un yaşadığı yıllarda hâlâ canlı.

1971-1975 yılına kadar üç hikâye kitabı yayımlayan Şevket Bulut ancak dokuz yıllık bir aradan sonra 1984’te yeni bir kitap çıkarıyor. Arada 12 Eylül öncesinin en trajik vak’alarından “Maraş hadiseleri”nin cereyan ettiğini ve arkasından 12 Eylül Askerî darbesinin geldiğini unutmamak gerekir. Buna 29 Ocak 1996 tarihli mektubunda ifade ettiği, fakat açıklamadığı “özel sebepler”i de eklemek lâzım.

Şevket Bulut, Maraş olaylarının canlı şahidi olmuştur. Bu olayları yazma arzusunu onunla birçok defa konuştuğumuzu, mektuplarında bu konunun sürekli ifade edildiğini hatırlıyorum. 12 Eylül darbesini yapanların ona hediyesi Sivas’a sürülmek olmuştur. Aynı mektupda bunu “12 Eylül 1980 ihtilalinden herkes nasibini aldı. Benim 5 yılımı Sivas’da geçirmem, bu yolda canını veren gençlere göre oldukça ehven-i şer sayılır” cümleleri ile geçiştiriyor.

Nihayet 1984’te yayımlanan “Kefensiz Ölüler”den sonra 1996 yılına kadar yine bir sessizlik dönemi geçirdiğine; vefat yılı olan 1996 da ise üst üste üç kitabının yayımlandığına şahit oluyoruz.

1986 yılında resmî işinden kendi arzusuyla emekli olan Şevket Bulut 1985–1995 yılları arasında daktilonun başına oturmadığını, bu yılların bir çeşit tefekkür ve geçmişi değerlendirme olarak geçtiğini; 12 Eylül 1980 ihtilalinin kendisinde büyük tesir uyandırdığını, bu dönemde kişiliğini yeniden değerlendirme imkânını bulduğunu belirtiyor.

Yazan, yazmayı seven, eserleri ile şöhrete ulaşan bir şahsiyetin on iki yıl kalemi elden bırakmasının daha anlaşılır açıklamaları olmalıdır diye düşünüyoruz. Onu yazıdan uzak tutan sebeplerin 1995’te nasıl ortadan kalktığını ve kitaplarını kısa bir süre içinde yayınlamaya karar verdiğini ise bilemiyoruz.

          Maraş’ın hikâyesi

Şevket Bulut’un sürekli sözünü ettiği “Maraş olayları” ile ilgili hikâyeleri ancak 1996 yılının eylül ayında yayınlanan son kitabında yer alır: Baharı Görmeyen Çocuklar. Yazar 18 yıl bu hikâyeleri bilmediğimiz, ancak tahmin yürütebileceğimiz sebeplerle yayınlamamıştır. Ve kitabın baskısı ancak onun ölümünden sonra tamamlanmıştır. Şevket Bulut’un hayatının son yılında üç kitap birden yayınlaması geleceğe dönük bir sanatkâr hissiyatı ile açıklanabilir. Son seferine çıkmadan, eserlerini edebiyat âlemine emanet etmek istemiş olmalıdır. 12 yıl aradan sonra peş peşe yayınlanan üç kitap, üstelik yazar sonuncusunun yayınlandığını görememiştir (Vefatı: 17 Eylül 1996).

Şevket Bulut, 1996 yılının başında bize gönderdiği mektupta, 15’er hikâyelik iki kitabının hazır olduğunu kaydetmektedir. Buradan üçüncü kitap üzerinde çalıştığı yahut Maraş olayları ile ilgili olanın yayınını düşünmediği çıkarılabilir. Bu kitaplardan ilki mart, ikincisi mayıs ayında yayınlanmıştır. Sınırdaki Tarla, mart ayında basılmış, Şevket Bey kitabı 30 mart tarihi itibarıyla imzalayarak bize göndermiştir, mayıs ayında yayınlanan ikinci kitapdaki imza da 25 Mayıs tarihini taşımaktadır. Yazar, maalesef belki de en önem verdiği son kitabını imzalayamadan hayata veda etmiştir. Üç kitabın da yayıncısı Bahaeddin Karakoç’dur. Kitaplar onun Dolunay yayınlarından çıkmıştır. Son kitap da diğer iki kitap gibi sıcağı sıcağına bize gönderilmiştir, bunun yazarın arzusu istikametinde Bahaeddin Karakoç eliyle olduğu tahmin edilebilir.

Şevket Bey, 1996 mayısında Ankara’ya gelmiş, Türkiye Yazarlar Birliği’ne uğramış, maalesef bu ziyaret bizim Ankara’da olmadığımız bir güne rastlamıştır. 21 Mayıs tarihli bu karttan sonra Maraş’a dönen Şevket Bulut, yeni çıkan kitabını daha matbaa mürekkebi kurumadan bize imzalayarak göndermiştir.

Şevket Bulut’un 1970’li yılların başında yayınladığı hikâyelerle kısa sürede edebiyatımızın tanınmış isimleri arasına girdiğini görüyoruz. Peş peşe yayınladığı Al Karısı (1971), Sarı Arabalar (1974), Dilek Çınarı (1975) hikâye kitapları onun şöhretini pekiştirmişken, 9 yıllık bir suskunluk dönemine girmesini net olarak açıklamak mümkün görünmüyor. 1984’te 4. Kitabını yayınlayan Şevket Bulut, bu defa 12 yıllık bir aradan sonra, ömrünün sonlarına doğru üç kitap birden yayınlayarak, fani dünyaya veda ediyor. Onunla çeşitli vesilelerle mektuplaştığımı hatırlıyorum. Fakat ne yazık ki, onlara, TYB arşivinin mektuplar kısmı tasnif edilemediğinden ulaşamadım. Daha çok şahsımla ilgili olan son mektubu ile, kartını evde muhafaza etmişim.

Şevket Bulut’un yaşadığı yıllarda hayli geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edildiği söylenebilir. Fakat bunun dönemin edebiyat çevrelerinde çok fazla karşılığı olmamıştır. Onun halkla haşir neşir bir teknik eleman olarak teşekkül eden kişiliği ve yine en iyi bildiği halk hayatından çıkardığı doğrudan ifadeli hikâyeleri biraz basit veya avamî bulunmuş olmalıdır. “Seçkin edebiyatçılar”ın onu muhtemelen kendi klaslarına muvafık bulmadıkları söylenebilir.

“Maraş olayları”nın hikâyesi

Şevket Bulut güçlü dinî ve millî kimlik aidiyetine sahip bir yazar olarak insaniliğin de bunlarla birlikte yürüdüğünü bize göstermiştir. Esasen başka bir dine husumet temelinde ifade edilmeyen müslümanlıkla, başka bir kavme düşmanlıkla tanımlanmayan türklük böyle bir sâlim zemin meydana getirmektedir. Onun ne dinî-kavmî farklara ne de mezhep ayrılıklarına bakmadan insan cevherini aradığını hikâyelerinde görüyoruz. Maraş olaylarının ciddi kırılmalara sebep olduğu bir dönemde yazdığı hikâyelerde bu bağdaştırıcılık ve uzlaştırıcılık temayülünün daha ağır basması düşündürücüdür. 

Yakın tarihin karanlık yüzünde kalan “Maraş olayları” bugün dahi tam olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Yüzlerce yıl farklılıkları ile beraber yaşayan bir halkın mezhep ayrılığı üzerinden çatıştıkları görüntüsü verilmesi geleceğe dönük keskin bir husumet oluşturma projesi olarak görülebilir. 1978 aralığında patlak veren Maraş olaylarında, 100’ün üzerinde vatandaş hayatını kaybeder. Bu olayların cereyan ettiği günlerde Maraş’ta bulunan Şevket Bulut’un bir edebiyatçı olarak konuyu ele alması büyük önem taşımaktadır.

“Baharı Göremeyen Çocuklar” bu bakımdan edebiyatımızda farklı bir yere sahiptir. Kitapta yer alan 15 hikâyede, hemzamanlı olarak Maraş olayları ve sonrası konu edilmektedir. Okuyucu kitabı bitirdiğinde olayların alevî-sünnî, sol-sağ çatışmasını aşan bir muhtevada seyrettiği kanaatine varmaktadır. Bu toprakların insanlarının tarihî kaderi olan müşterek hayatına yön değiştirmek maksatlı müdahale sonucu insanlar çaresizce olayların akışına kapılmışlar ve büyük acılar yaşanmıştır.

Şevket Bulut, Baharı Görmeyen Çocuklar’da bir araya getirilen hikâyelerinde olayların üstüne yükselen bir edebiyatçı tavrı ortaya koymaktadır. Maraş halkının zihninde hâlâ tazeliğini koruyan bu olaylarla ilgili yazılanların objektif olarak değerendirilmesinin güçlüğü de hatırdan çıkarılmamalıdır. Kitabın yayını bu sebeple olabildiğince geciktirilmiş ve ancak yazarın vefatına yakın gerçekleştirilebilmiştir.

Baharı Göremeyen Çocuklar kitabındaki ilk hikâye Meydandaki Gâzi adını taşır. Bu her bakımdan etkileyici, hatta sarsıcı bir başlangıçtır. Hikâye şehrin havasının, atmosferinin tasviri ile başlar:

“Önce şehrin ufkunu saran hava karardı. Ahır Dağı’nın doruklarında siyah-gri renkli bulutlar dolaşmaya başladı. İnsanın iliklerine işleyen soğuk bir rüzgâr esiyordu. Rüzgâr dursa, belki de kar başlardı. Kar başlasa, belki de saatlerdir yerinde çalkanıp duran kalabalık dağılırdı…”

Kar havadaki ağırlığı dağıtacak tabiî bir hadise olarak görülmektedir. O günün Maraş’ında kar gibi, manevî bir rahmet yağışına da ihtiyaç vardır. Cuma namazını kılan cemaat camiyi saran ve iki ölülerinin cenaze namazının kılınması için şiddete başvuran kasıtlı kalabalıktan evlerine, işlerine gidememişlerdir. Cemaat kalabalığı arasında yaşı seksene dayanmış, ak sakallı, beli kambur, gözündeki gözlüğü çatlak, bronşit rahatsızlığı olan, kulakları iyi duymayan bir Millî Mücadele gâzisi de vardır.

Tabiat ve tarih üzerinden konuşarak hikâye devam eder.

“Fransızları kovduğumuz günlerde, havada gene böyle garip bir karartı vardı. Çok geçmeden, üç gün, üç gece devam eden bir kar başladı. Kar, çörü-çöpü, kiri-pası kapattı. Yanık, yıkık Maraş evleri bembeyaz bir örtüye büründü. Bizler ölülerimize kefen bulamamıştık ama bizi yaratan Rabbimiz onları apak karlarla sarıp sarmalamıştı.”

Gâzi’nin dilinden 50 yıl önceye, Maraş’ın kurtuluş günlerine gidilir. Maraş’ı işgal eden Fransızlar mahallen Ermenilerle iş birliği içindedir. Zaten işgali ağırlaştıran da bu kirli iş birliğidir. Yüzlerce yılık müşterek hayat bu ihanetle darmadağın edilmiştir. Kar yağışından sonra şehidleri karlar arasından çıkararak kanlı elbiseleri ile Şeyhâdil mezarlığına defnederler. Çatışmalarda ölen Fransız askerleri ve Ermenileri de gömerler “onlar da insandı, onlar da ana kuzusuydu. Bizlere silah sıkarken, üstlerinin emirlerini yerine getirmişlerdi. Bizi gâvurlardan ayıran merhametimizdir.”

Adının Duyaroğlu Mehmed Çavuş olduğunu öğrendiğimiz gâzi, bir iç ses gibi Maraş’ın yakın tarihindeki en hatırda kalması gereken hadiseyi, kurutuluş mücadelesini anlatır; o zor şartlarda nasıl birlik ve beraberlik içinde düşmanı kovduklarını hikâye eder. Bu Maraş’ın tarih zemininde ifadesidir. Bu arada, cenaze için baskı yapan tarafın manzarası da tasvir edilir. Alevî vatandaşların yüzü maskeli militanların yanında yer almaları halkın gücüne gitmektedir. Et tırnaktan ayrılmaz! Fransız işgal kuvvetleri bile Maraşlıya böyle hakaret etmemiştir. Ölenler millî kahraman mıdır ki okullar tatil edilmiştir? Öğrenciler cenaze törenine katılmaya zorlanmıştır. O günün Maraş’ında bu hadiseyi planlayanlar halkı tedirgin eden bir terör estirmişlerdir. “Bizleri tahrik ederek, yanlış davranmaya zorluyorlar.”

Yaşlı gazi iç ses olarak Millî Mücadele dönemindeki durumun tasvirini yapar. Mücadelede sivil zayiatı azaltmak için şehrin kadın, çocuk ve yaşlılarının, tahliyesi gerekmektedir. Ermenilere içli dışlı yaşanmasından ötürü hareket kabiliyeti sınırlanmaktadır. Geçmişte Maraş’ı kurtarmak için alevî-sünnî, Türk-Kürt, Çerkez-Boşnak birlikte mücadele etmiş, halk bir vücut olmuştur. Mehmed Çavuş kalabalığın içinde gözleri iyi görmediği ve kulağı duymadığı için tam olarak olayların farkında değildir. Kendi kendine konuşmaya devam eder. O gürültü patırtıda zaten onun sesinin duyulması mümkün değildir. Olayların bir anında “ne oluyor evlat? Bunca insan, ne diye itişip kakışıyor?” sorusunu sorar. “Militanlar Ulu Cami’yi basıyorlar dede.” Anlamamıştır. Gence birkaç kere tekrarlatır. Sonunda genç “Düşmanlar! Düşmanlar!” der. Gâzi’nin cevabı “Biz düşmanları, yıllar önce, bu beldeden kovamadık mı, bre oğlum?” olur.

Millî Mücadele’nin ruhunu temsil eden yaşlı Mehmed Çavuş, iki grubun arasında kalır, kalabalık arasında bir kaya parçası gibi yuvarlanıp gider ve bazı gençlerin onu kurtarma çabaları sonuç vermez…

Millî Mücadele gâzisinin bu durumu güçlü bir sembolik mesajdır. O gün ölen/öldürülen aslında yarım asırdır zihinlerden silinmeyen Millî Mücadele’nin anti emperyalist ruhudur.

Şevket Bulut kitabın muhtelif yerlerinde “Maraş olayları” ile ilgili halk arasında yaygın kanaatleri dillendirir. Taşkınlık yapanlar, eli silahlı militanlardır. Bunların nereden geldikleri, kim oldukları bilinmemektedir. Bu güzel ve zengin topraklar bize de yeter, alevî kardeşlerimize de… Vatan savunmasında birleşiyoruz barış zamanı niçin birleşmeyelim? Olayları dış güçler çıkardı. Ölenlerin arasında Ermeniler olduğu söylenmektedir. Asıl adam öldürenler olayların üçüncü günü, can güvenliğimiz yok diyerek alevî vatandaşlarımızın arasına karışıp resmî araçlarla kaçmışlardır. Olayların müsebbibi beceriksiz, ufuksuz hükümettir…

Olaylar sırasında aleviler ve sünniler arasında karşılıklı sığınmalar olmuştur. “Birbirimizin kılına bile dokunmadık”. Olaylarla ilgili çarpıtma haberler yayılmıştır. Daha önce elektrik cereyanına kapılıp ölen birisi olaylar sırasında yakılmış gibi gösterilmiş, ölü doğan çocuk olayların kurbanı olarak ilan miştir…

*

Netice olarak, vefatının üzerinden bu kadar zaman geçtikten sonra Şevket Bulut’un yazdıklarının edebî eserler olmak yanında döneminin insanını, hayatını, hadiselerini, maddî ve manevî yapısını yansıtan sosyolojik ve tarihî metinler olarak da değerlendirilmesinin gerekli olduğunu söyleyebiliriz.

1-087.jpg2-078.jpg3-078.jpg

Bu haber toplam 860 defa okunmuştur
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim