• İstanbul 16 °C
  • Ankara 20 °C

Dr. Zeynep Tek: Mehmet Âkif Ersoy’un Şiirlerinde Ölümsüzlük Arketipi

Dr. Zeynep Tek: Mehmet Âkif Ersoy’un Şiirlerinde Ölümsüzlük Arketipi
Türk edebiyatının ‘Millî Şairi’ olarak kabul edilen Mehmet Âkif, konu ve tema bakımından çok çeşitli ve zengin bir külliyata sahiptir.

Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma, Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?

Gölgeler / Mehmet Âkif

Onun eserleri hem evrensel özellikteki arketipleri yansıtmış hem de Türk milletinin kolektif bilinçdışına ayna tutmuştur. Arketip, Carl Gustav Jung’a göre kolektif bilinçdışının işlevsel birimlerini oluşturur.1 Herkeste görülen bu “özdeş psişik yapılar” “insanlığın en eski mirasını” oluştururlar.[1] [2] Jung’a göre arketip “daha antikçağda bile kullanılan ve Platon’un “idea”sıyla eşanlamlı olan bir kavramdır.”[3] Onun çalışmaları ile “Platoncu anlamda idea’ların her psike’de olduğu ve bunların düşüncelerimizi, duygularımızı ve eylemlerimizi içgüdüsel olarak önceden biçimlendirdiği ve etkilediği” görüldü.[4] Her psikede görülen evrensel nitelikteki arketiplerden biri de düşünsel ve kronolojik anlamda en köklü bilinçdışı birimlerden biri olan ölümsüzlük arketipidir.

Ölümsüzlük arketipinin çıkış noktası ölümden duyulan korku ve geçicilik endişesidir. Jung, ölümden sonraki yaşamla ilgili imge oluşturabilme eğilimini ilk çağlardan beri devam eden bir miras olarak tanımlar.[5] Çünkü ölümsüzlük, ölüm kadar arkaik bir mevzudur. İnsanoğlu, hayatı idrak ettiği andan itibaren ölümü de idrak eder ve sonlu hayat fikrini sorgulamaya başlar. Bu sorgulamayı gerçekleştiren mütefekkirlerden biri de ünlü şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’dur. Şair, Ne Eser, Ne de Semer adlı eserinde binlerce alnın istekle beka hırsı için ter dökmesini, çabalamasını anlayamadığını belirtmekte ve her şeyin geçiciliğe, değişmeye mahkûm olduğunu söyleyerek sessiz bir yaşamı öne çıkarmaktadır:

“Ölen insan mıdır, ondan kalacak şey: eseri;

Bir eşek göçtü mü, ondan da nihâyet: semeri.”

Atalar böyle buyurmuş, diye binlerce alın,

Ne tehâlükle döker, döktüğü bîçâre teri!

Şu beka hırsına akl erdiremem, bir türlü,

Sorsalar, bence, temâyüllerin en derbederi:

Hadi, toprakta silinmez bir izin var, ne çıkar,

Bağlı oldukça telâkkîye hakîkî değeri?

Dün, beyinlerde kıyâmet koparan “hikmet”i al,

Bugünün zevkine sor; beş para etmez ciğeri!

Gündüzün, başların üstünde gezen “şah-eser”in,

Gece, şâyet, arasan, mezbeledir belki yeri!

İsteyen almaya baksın boyunun ölçüsünü,

Geri dur sen ki, peşiman, atılanlar ileri.

Bilirim: “Hep de semermiş” diyecek istikbâl,

Tekmelerken şu kabarmış sıra kümbeltileri.

O, ne çok bilmiş adamdır ki: gider sessizce,

Ne esermiş, ne semer, kimsenin olmaz haberi![6] (s.501)

Şair, 1930’da yazdığı bu şiirinde ölümsüzlük çabasını ve hayatın anlamını sorgularken, gerçekte ömrü boyunca bir ses ve iz bırakma çabasında olmuştur. u şiiri yazdığı dönemde bilinçli alanda sonsuzluk çabasını reddederken ve bunu ‘hırs’ olarak nitelendirip olumsuzlarken hayatı boyunca ise bilinçdışı olarak ölümsüzlüğün yollarını aramış ve sorgulamıştır. Arketipin temel özelliklerinden biri de kolektif bilinçdışına bağlı olarak kalıtım yoluyla geçmesi ve bilinçdışı bir süreç olmasıdır. Beka çabasını hırs olarak reddeden şair, ebediyet endişesini ortaya koyan ve Gölgeler’de yer alan resmi için yazdığı bir şiirinde ise şunları söylemektedir:

Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince.

Günler şu heyûlâyı da, er geç, silecektir.

Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,

Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir? (s.496)

Ebediyetin en temel kıstaslarından birini “rahmetle anılmak” olarak nitelendiren şair, “kim beni, nerden bilecektir?” diyerek tanınmama, dolayısıyla sonsuzluğa erişememe konusunda endişesini belirtir. Heyula olarak nitelediği resminin er geç silineceği gerçeği de önemlidir. Bir gölge olan beden nasıl ki toprak altında yok olmaya mahkûmsa bir kâğıdın da silinip gitmesi mümkündür. Mehmet Âkif, birçok resmi altına şiirler yazmıştır. Bu önemli bir durumdur; çünkü resim çektirme, anı durdurmanın en güzel yollarından biridir, geride kalmanın, iz bırakmanın en yaygın yollarındandır. Âkif, bir resmi için yazdığı aşağıdaki dörtlükte insanların bıraktığı izlerin hiçbir zaman silinemeyeceğini, bir gölgeye benzeyen resimden vefa bekleyen insanlara da kaç gün hatırlanacağını sorarak sonsuzluğa erişme yolunu sorgulamaktadır:

Bir canlı izin varsa şu toprakta, silinmez;

Ölsen, seni sırtında taşır toprağın altı.

Ey gölgeden ümmîd-i vefâ eyleyen insan!

Kaç gün seni hâtırlayacaktır şu karaltı? (s.495)

1931’de çektirdiği bir resmi için yazdığı aşağıdaki şiirinde ise bıraktığı resimle hatırlanarak ebediyen huzura eriştiğini söyleyen şair, sesi dindikten sonra geride sevdiklerinin kendisini hatırlamasıyla teselli bulabileceğini ifade etmektedir:

Beni rahmetle anarsın ya, işitsen, bir gün,

Şu sağır kubbede, hâib, sesimin dindiğini?

Ben heyûlâya da bir kerrecik olsun bak ki,

Ebediyyen duyayım kabrime nûr indiğini. (s.509)

Yine bir resmin arkasına yazılan bir başka şiirde, Mehmet Âkif, ölümsüzlüğü sağlamada saygın bir ad bırakmanın ve iyiliklerde bulunmanın önemini dile getirmektedir:

Kiminin yâd-ı ihtiramı kalır,

Kendi gittikçe cânişîni olur;

Kiminin bir yığın müberrâtı

Toplanır, heykel-i metîni olur;

Kiminin de olanca hâtırası,

Böyle bir sâye-i hazîni olur! (s.132)

Rahmetle anılmak, hayırla yâd edilmek, hatıra bırakmak kişinin ölümünden sonra geride kalabilmesinde izlenen yollardan bazılarıdır. Esas olan geride hazin de olsa bir gölge bırakabilme çabasıdır. İnsanlığın hayrına işler yaparak kalıcılığı sağlama arzusudur. Bu anlamda iyi bir insan olmak, adaletle hükmedebilmek önemlidir. 1923’te yazdığı ve Gölgeler’e koyduğu Fir’avn ile Yüz Yüze şiirinde Âkif, geride büyük abideler, saraylar bırakmanın ad bırakmada bir yol olduğunu; fakat ‘bütün beşerin hakkı olan beka emelinin’ taştan beklenemeyeceğini söyler. Çünkü şaire göre önemli olan hayırla anılabilmektir:

Bileydim, ey koca Mısr’ın ilâh-ı uryânı!

Mezara, heykele ait bütün bu velveleler,

Bekaan için mi hakikat? Merâmın oysa heder:

Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli:

Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli! (s.484)

Firavun Amnofis’in kendi bekası için insanları korkutup onlara eziyet ettiğini söyleyen şair, yine aynı şiirde Firavun’un amacına ulaşamayarak “Gelen, geçenlere ibret” olarak “sefîl” ve “uryan” yattığını ifade eder. “Soyulmadık eti kalmış, bilinmiyor kefeni; / Açıkta, mumyası hâlâ dağılmayan, bedeni.” (s.482) diyen şair, böylece ebediyet kıstasını ortaya koyar. Sema Uğurcan’ın belirttiği gibi Âkif bu şiirinde “yetmiş asır önce saraylar, sütunlar, abideler, mumya ve mezarlarla ismini ebedileştirmek isteyen zalim Firavun Amnofis’e, bekanın nasib olmayacağını söyler. Çünkü başkalarının ıztıraplı emekleri üzerine beka kurulmaz. Beka din ve adaletli idare üzerine kurulur.”[7] Şairin bu şiirde beka arzusunun bütün insanların hakkı olduğunu söylemesi ile bekaya erişmeyi hırs olarak nitelendirmesi arasında ciddi bir görüş farklılığı vardır. Alın teri dökerek tehalükle çalışmayı anlamadığını söyleyen şairin aşağıdaki şiirde de görüleceği üzere bekanın ancak çalışmakla mümkün olduğunu söylemesi de ayrı olarak değerlendirilmelidir. Kişinin hayatının her sürecinde ayrı bir psikoloji ile bütünleştiği gerçeğini göz ardı etmezsek, şairin Ne Eser, Ne de Semer adlı şiirini yazdığı 1930 yılında Hilvan’da kaldığı dönemde karamsar ve bedbin bir bakış açısının etkisi altında kalmış olabileceği söylenebilir.

Adalet gibi çalışmak da Mehmet Âkif’in eserlerinde en fazla öne çıkan kavramlardandır. Mehmet Âkif’in sa’y üzerinden sonsuzluğa giden anlayışı vardır. Nurullah Çetin’e göre; “Şair, çalışmanın önemine o kadar inanmıştır ki, insanın fert ve millet olarak var olabilmesini, varlığını devam ettirebilmesini, sürekliliğini sağlayabilmesini ancak çalışmakla mümkün görür.”[8] Beka ve sa’yın bir arada yer aldığı Fatih Kürsüsü’nde şair;

Hayatın ismini te’bîde bir büyük timsâl,

Ki cephesinde tecellî eder durur şu meâl:

Bekaayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir;

Çalış çalış ki, bekaa sa’y olursa hak edilir. (s.262)

Mısralarıyla ebedileşmeye örnek olarak çalışmayı vermekte ve sonsuzluğa bu şekilde erişileceği düşüncesini taşımaktadır. Cengiz Karataş’ın da belirttiği gibi “Sonsuzluğu elde etmek isteyenlerin sürekli çalışması gerektiğini devletlerin kalıcılığının çalışma sayesinde gerçekleşeceğini, insan için emeğinin karşılığından başka hiçbir şeyin olamayacağını” ifade etmektedir.[9] Bu sayede kişi hem varoluş amacını yerine getirecek hem de topluma faydalı olacaktır:

Bekaayı gâye sayanlar koşup ilerlemede;

Yolunda zahmeti rahmet bilip müzâhemede.

Terakkiyâtını milletlerin gören, heyhat,

Zaman içinde zaman etse, haklıdır, isbat. (s.264)

Ölümsüzlük arketipi kişinin hayatında birçok şekilde görülebilmektedir. Bu arketipin en yaygın yansımalarından biri ise ‘öte-dünya’ ve ‘cennet’ inancında görülür. Bu anlamda inanç ve ölümsüzlük birbirini destekler. Kişi ölüm, ölümlülük karşısında ‘öte dünya’ inancı ile teselli bulabilir. Jung, insanların birçoğunun sonsuza dek yaşayabileceklerini düşünmelerinin onları daha mutlu ettiğini söyler. Ona göre; (...) birçok insan için, o andaki yaşamlarından sonra sonsuza dek yaşayacaklarına inanmaları önemlidir. Bu insanlar daha aklı başında yaşarlar, kendilerini daha iyi hissederler ve daha huzurludurlar. Başka insanların bir yüzyılı varken, bu insanların önlerine serilen zaman sonsuza dek uzanır.”[10]

Ölüm karşısında geliştiren “Hiçbir korkunun, hiçbir acının, hiçbir kötülüğün insana ilişemeyeceği ebediyet”11 panzehiri, kişiye önemli bir varoluş nedeni kazandırarak dünyeviliği bir travma olarak görmemesini sağlar. Hayatta kalabilecek gücü ve duygusal motivasyonu veren ölümsüzlük fikri; böylece insanlığın en temel içgüdüsel gereksinimini karşılayarak hayatta kalma güdülerine eşlik eder. Cennet inancı, bu anlamda sonluluğa karşı geliştirilen gücünü imandan alan bir savunma mekanizması olmakla beraber esasen ölümsüzlüğe erişebilme yoludur. Mehmet Âkif’in Tevhid yahud Feryad şiirine göre; dünya elemlerine katlanmanın en önemli yolu ahiretteki zevkleri düşünebilmektir:

Lâkin bu sefîlân-ı beşerden kiminin, var

Kalbinde bir ümmîd ki encüm gibi parlar:

Îmandır o cevher ki, İlâhî, ne büyüktür...

Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür!

Mümin -ki bilir gördüğü yekrûze cihânın

Fevkınde ne âlemleri var subh-i bekanın;-

Bin can ileelbet çekecek etse de bilfarz,

Her devri hayatın ona binlerce belâ arz.

Ferdâdaki ezvâkı o ettikçe teemmül,

Eyler bugün âlâma nasıl olsa tahammül.

Bir mülhidi lâkin kim eder tesliye, heyhât?

Sığmaz bunun âfâkına ferdâ-yi mükâfât! (s.21)

Dünyanın geçiciliği ve kederleri karşısında bir dinsizin nasıl teselli bulduğuna şaşıran şair, onun görüş sınırlarına mükâfat ferdasının; yani ahiret nimetlerinin sığmadığını ifade eder. Böylelikle dinin kişiye ‘öte’ düşüncesi vermekle ebediyet kazandırması üzerinde durulur. İbrahim Tüzer, “İnancıyla Varolan Ümidiyle Yaşayan Şair: Mehmet Âkif Ersoy” adlı makalesinde Âkif’in Tevfik Fikret’in hayat karşısındaki duyuş tarzını işaretle yazdığı bu şiirinde iki farklı varoluş tarzı üzerinde durulduğunu söyler. Buna göre; “Bunlardan birincisi hakiki imanın elde edilişi ile vahdet’e ulaşılabilecek olunan tevhid merkezli hayatı algılama tarzı, diğeri ise varlık içerisinde olup biten her türlü olayın sonunda sıkıntıya, huzursuzluğa, “boşluk”a, yani feryâd’a çıktığına inanılan hayat tarzıdır.”[11] [12] Bu şiirden hareketle Tüzer, Âkif’in “en olumsuz durumlarda dahi parlayan ümidinin kaynağını, inancına dair elde etmiş olduğu bilinçlenmede aramak yerinde olacaktır.” tespitinde bulunur. Ahiret inancı ve ümidi sayesinde Âkif’in boşluğa, psikoza düşmekten kurtulduğunu, “inancıyla var olan şair[in] beni etrafında olup biten her türlü hadiseyi de bu güvenle”[13] değerlendirdiğini belirterek inancın Âkif’in beninde karşılık gelen anlam alanları üzerinde durur. Şairin öte dünyaya duyduğu mutlak imanını gösteren Bir mezar taşına yazılmıştı! adlı şiirinde hayatın ölmekle bitmediği, çünkü yaradılışın tesadüfi olmadığı şöyle ifade edilmektedir:

Şu fânî zindegâniyle hayât-ı câvidânînin,

Telâkî-gâhıdır makber denen son menzil-i ârâm.

Hayat ölmekle bitmiş olsa bir şey anlaşılmazdı;

Evet, bir ömr-ü sânî var: değil hilkat abes mâdâm.

Sen ey gâfil beşer, “Âlemde bir te’mîn-i istikbâl

Edeydim” der çekersin ihtiyârî bir yığın âlâm.

Eğer üç günlük istikbâl için ferdâyı anmazsan,

Hederdir, korkarım, dünyada imrâr ettiğin eyyâm.

Hakikî bahtiyâr ancak o âdemdir ki, dünyâdan

Giderken mâmelek nâmiyle terk eyler büyük bir nâm. (s.132)

Makberin fani hayat ile ebedi hayatın karşılaşma yeri olduğunu söyleyen şair, ikinci hayatın esas olduğunu, üç günlük hayat için sıkıntı çekip ahireti anmayan kişinin ömrünün heder olduğunu belirtir. Son durağın; ‘menzil-i ârâm’; yani huzur ve sükûnet yurdu olarak nitelendirilmesi önemlidir. Bu anlamda ahiret, cennet geçici olan hayatta, emellerine ulaşamayan insanlarda bir umut arketipi olma özelliği gösterir. Şair, hakiki bahtiyarlığın kişinin dünyadan geçip giderken ardından miras olarak ‘büyük bir nâm’ bırakması olduğunu söyler. İsmi yaşatabilmek, ardından ad bırakabilmek en yaygın ölümsüzlük arayışlarının başında gelir. İslam inancına sahip olan Mehmet Âkif için ölüm, son değildir. Mezarlık şiirinde şair için mezarlık bekanın doğduğu yerdir:

Ey şebistan, ey adem, ey perde perde kibriyâ,

Sendedir ümmîdler: senden doğar fecr-i bekaa,

Her hacer-pâren okur bin şi’r-i lâhûtî edâ;

Her neşîden rûhu eyler sermediyyet-âşina. (s.45-46)

Her taşı ruhani binlerce şiir okuyan mezarlığın taşlarındaki neşideler, ruhu ebediyete aşina ettirmektedir. Aynı şiirde şair mezarlığı sonsuzlukla ifade eder. Kabristanı, “deryâ-yı sermediyyet”e benzeterek sonsuzluk anlayışı inancıyla bir bütünlük arz eder. Bu anlamda ‘şehitlik’ kavramı şair için önemlidir. Şehitlik, ebediyete erişmek için en kutsal yollardandır. Ölümü anlamlı kılan şehitlik, İslamî anlayışta ölümsüzlüğün en önemli vesilesidir. Bakara suresinin 154. ayetinde mealen “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz.” buyrulur. Mehmet Âkif de Orhan Okay’ın belirttiği gibi “İslâm idealinin şâiri”[14] olarak Âsım kitabında şehitlere Peygamber’in kucak açtığını söyler:

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini;

Şarkın en sevgili sultanı Salâhaddîn’i,

KılıçArslan gibi iclâlineettin hayran...

Sen ki, İslâmı kuşatmış, boğuyorken hursan,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki; a’sâra gömülsen taşacaksın. Heyhât!

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât.

Ey şehîd oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber. (s.427)

İslam inancına göre Allah yolunda vatanı için mücadele eden askerler, şehitlik payesiyle ödüllendirilerek fanilikten bekaya erişirler. Dolayısıyla tüm insanlığın en temel arzusu olan sonsuzluğa kavuşurlar. Bu anlamda makberlere, tarihe, kitaplara sığmayan şehitleri ancak ebediyetler istiap edecektir:

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın

“Gömelim gel seni târîhe!” desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

Seni ancak ebediyyetler eder istîab. (s.426)

Ebediyete ulaşmanın diğer yollarından biri de tarihte önemli izler bırakabilmektir. Mehmet Âkif’in şiirlerinde tarihe mal olmuş Ertuğrul Gazi, Osman Bey, Orhan Gazi, Süleyman Paşa, I. Murat, Yıldırım Beyazıt, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim gibi birçok tarihi kişilik iftihar vesilesi olarak geçer. Âsım’da Osmanlı Devleti’nin büyük tarihi şahsiyetleri birçok şekilde anılır:

Nerde Ertuğrul’u koynunda büyütmüş obalar?

Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?

Hani bir Şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selim?

Âh, bir Yıldırım olsun göremezsin, ne elîm! (s.380)

Mevlana, Sadi gibi ünlü isimlerin yanında İbni Sina, İbni Rüşd, Gazâlî, Razî gibi âlimler de eserleri ile tarihe geçmiş ve ölümsüz olabilmişlerdir. Bu isimlerin örnek alınması adına çaba içinde olan şair; Âsım’da olduğu gibi “Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan.” (s.398) diyerek tarihi şahsiyetleri ve eserleri, içinde bulunduğu şartları da göz önünde bulundurarak sıklıkla eserlerinde dile getirir. Âsım’da “Hadi göster bakayım şimdi de İbn-ür-Rüşd’ü? / İbn-i Sînâ neye yok? Nerde Gazâlî görelim? / Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?” (s.418) diyen şair, böylece insanları sıradan biri olmaktan uzaklaştıran, yaşadığı zaman ve mekânla sınırlanmaktan kurtaran ölümsüzlüğün boyutunu gözler önüne serer. Bu anlamda faydalı eserler bırakmak yanında mimari faaliyetlerde bulunmak da önemlidir. Nam bırakmanın, ölümsüzlüğe erişebilmenin yollarından olduğunu hatırlarsak şairin tarihi yapılara yaklaşımını daha iyi anlayabiliriz. Mehmet Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde, Süleymaniye Camii hakkında şunları söyler:

Dur da Ma’bûduna yükselmek için ilme basan,

Ma’bedin hâlini gör, işte serâpâ îman!...

Yüce dağlar gibi âfâka düşerken sâye,

O, bekadan daha câzip kesilen âbideye

Bir nazar, zevk-i bedîîni yeter tatmine. (s.156)

Aynı zamanda büyük bir sanat eseri olan Süleymaniye Camii, şaire göre ebediyen varlığını sürdürecektir. Bir gün mahkemeler, mabetler yıkılsa, en temiz yerleri en kirli ayaklar çiğnese, Hakk’ın adı insanoğlunun hafızasından silinse, tarihin çukuruna yücelikler gömülse de yine şu Allah evinin tek bir taşı düşmeyecektir ve bu kutsal mekânın sinesine ebediyen kimse giremeyecektir. Çünkü şaire göre;

Yine mâzîye gömülmez bu muazzam çehre:

Leş değildir ki atılsın, o, umûmî kabre! (s.157)

Dolayısıyla maziye gömülemeyecek olan sanat eserlerinin ölümsüz bir gücü ve kültür taşıyıcısı olma gibi özellikleri vardır. Fatih Kürsüsü’nde necip eser olarak sebili gösteren şair şunları söyler:

Necîb eser arıyorsan: Sebîle bak, işte...

Taşıp taşıp dökülürken o şi’r-i berceste,

Safâ-yı fıtratı şâhit ki; tertemiz aslı;

Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı!

Görüp bu cûşiş-i san’atta rûh-u ecdâdı, (s.243-244)

Ecdadın ruhunu taşıyan bir eser olarak sebil, bir medeniyetin parçası olarak da tarihi bir nitelik taşır ve geçmişten bugüne gelmesiyle sonsuzluğa uzanır.

Bir şair ve yazar olarak birçok eser yazan Mehmet Âkif’in bu yolla bilinçdışı olarak ölümsüzlüğe erişme çabasında olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü iz bırakmanın en yaygın yollarından biri bilindiği üzere eser bırakmaktır. Eser üzerinden ad bırakmak, ölümsüzlüğü ve yaratıcılık süreci açıklayan en eski yollardandır. Edebî eserler üzerinden ölümsüzlük arketipi; yaratıcılık arzusu ile bunun neticesinde meydana gelen eserler üzerinden ad bırakmak olarak kendini gösterebilmektedir.

Edebî eserlerde yaratıcılık süreci ile ilgilenen psikanaliz, bu edimdeki temel nedenlerden birinin ölüm karşısında diri olabilme mücadelesi olduğunu söyler. Otto Rank’a göre sanatçı bir tür ölümsüzlük peşinde koşar ve bu ölümsüzlüğe zamanına hâkim olan belirli kurallar ya da bir tür sanatsal devrim neticesinde, kendi geliştirdiği kurallara uyarak yarattığı eseri ile gerçekleştirir. Sanatçının ölümsüzlük arzusunun gerisinde ölüm korkusu bulunduğunu düşünen Rank, sanat yapıtının “ölümsüzlük” fikrini temsil ettiğini ve ruhun ölümsüzlüğünü “somut olarak göstermesi” açısından önemli olduğunu ifade eder.[15]

Böylece sanatçının yüceltme yolu ile ölümsüzlüğe ulaştığını tanımlayan Rank, Freud’un aksine sanatçıların nevrotik olmadığını; yaratıcı etkinliklerde bulunarak daha sağlıklı bir ruh haline sahip olduklarını belirtir.[16] Rank gibi sanatçının ölümsüzlük arzusuyla yarattığını düşünen Rollo May de yaratıcılığın temelinde ebedi olma özlemi olduğunu söyler:

Yaratıcılık ölümsüzlük için duyulan bir özlemdir. Biz insanlar ölmemiz gerektiğini biliyoruz. Ne gariptir ki, ölümden söz edebiliyoruz. Biliyoruz ki, her birimiz ölümle yüzleşecek cesareti geliştirmeli. Bununla birlikte ona başkaldırmalı ve onunla mücadele etmeliyiz. Yaratıcılık bu mücadeleden gelir-yaratıcı edim başkaldırıdan doğar. Yaratıcılık sadece gençlik ve çocukluğumuzun masum kendiliğindenliği değildir; yetişkin bir insanın tutkusuyla birleştirilmelidir-kişinin ölümünden öte yaşama tutkusu.[17]

Sanatçıların yaratma edinimlerinin temelinde ölüme karşı bir duruş ortaya koyma çabasının yattığını belirten May, böylece ‘edebî’ eserler yaratarak sanatçının ‘ebedi’ olma arzusunu gerçekleştirdiğini söyler. Ayrıca sanatçı, bu özlemini edebî eserler üzerinden dile getirerek bilinçaltı arzu ve isteklerini de dile getirmiş olur. Bir psikanalist olan Marianne Baudin de yaratıcılığın, sonluluk bilinciyle geliştiğini ifade eder. Ona göre; “Hilflosigkeit [medetsizlik] ve aşılmaz sonluluğumuzun bilinci bizim yeniden yaratıcılık ipini ele almamızı sağlar.”[18] Yaratıcılık süreci sonunda birçok eser bırakan ve böylece sonluluğu aşan Mehmet Âkif, eserleri üzerinden ölümsüzlük arketipini bilinçdışı olarak yansıtmış olur.[19] Safahat için yazdığı şu dörtlükte kitabı için şunları söyler:

“Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın.”

Derdim, sana baktıkça, a bîçâre kitâbım!

Kim derdi ki: sen çök de senin arkana kalsın,

Uğrunda harâb eylediğim ömr-ü harâbım? (s.496)

Sonuç olarak arkasından eser bırakarak rahmetle anılma arzusunda olan Mehmet Âkif’in hayatında ve eserlerinde ölümsüz arketipini çeşitli şekillerde tanımlayabilmekteyiz. Edebî eserleri üzerinden ebediyetin izleri çok farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Mehmet Âkif’in şiirlerinde ölümsüzlük arketipine iyilikler yapmak, hayırla anılmak, faydalı eserler bırakmak, çalışmak, edebî ve mimari eserler gibi sanatsal üretimlerde bulunmak gibi genel istek, düşünce ve faaliyetlerde görebilmekteyiz. Ayrıca öte dünya inancı, cennet umudu ve şehitlik gibi dini inanışların yansımalarında ve resim çektirmenin psikolojik arka planında da sonsuzluk arzusunun yattığını kabul etmemiz gerekir.

Son olarak şu soruyu sormak istiyoruz! Sessiz yaşadığını söyleyen Mehmet Âkif’in ölmekle sesi dinmiş midir? Naçizane cevabımız; kimsenin kendisini bilemeyeceği endişesine rağmen Mehmet Âkif, eserleri ve aydın bilinciyle Türk tarihinde ve edebiyatında ölümsüzlüğe erişerek yaşadığı zamanın ve mekânın üstüne çıkmıştır! Türk-İslam geleneği içinde nefes alan bir kahraman olan Âkif, Eski Türklerden bu yana insanların ulu değerler uğruna varoluş sergilemesi geleneğine uygun olarak kendisini milletine adayarak toplumun vicdanında baki olmuştur. O, toplumda fena bularak Allah’ta baki olmayı dilemiştir. Her yıl çeşitli vesilelerle anılan, Türk edebiyatında üzerinde en çok çalışma yapılanların başında gelen Milli Şairimiz böylece adı ve eserleriyle sonsuzluğa ulaşmıştır.

Kaynaklar

BAUDİN, Marianne (2006). “Kültür: İnsanın Kendi İçine Sürgünü ve Kuçak Açan Yer”, Çev.: Orçun Türkay, Cogito. Freud ve Kültür Sayısı 49, s.75-86.

BENNET, E. Armstrong (2006). Jung Aslında Ne Dedi?, Çev.: Işıl Çobanlı, Say Yayınları, İstanbul.

CEBECİ, Oğuz (2009). Psikanalitik Edebiyat Kuramı, 2. b., İthaki Yayınları, İstanbul.

ÇETİN, Nurullah (2012). Emperyalizme Direnen Türk Mehmet Âkif Ersoy, Akçağ Yayınları, Ankara.

ERSOY, Mehmed Âkif (1974). Safahat, Haz.: Ömer Rıza Doğrul, İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul.

GÖKERİ, A. İpek (1979). Arketiplere Dayanan Yeni Bir İnceleme Yönteminin Tanıtılarak İngiliz ve Türk Edebiyatında Bazı Romans ve Epik Niteliğinde Yapıtlara Uygulanması,(Yayımlanmamış doktora tezi), Ankara Üniversitesi/DTCF, Ankara.

JUNG, Carl Gustav (2006). Analitik Psikoloji, Çev.: Ender Gürol, 2.b., Payel Yayınları, İstanbul.

JUNG, Carl Gustav (2012). Anılar, Düşler, Düşünceler, Çev.: İris Kantemir, Can Yayınları, İstanbul.

JUNG, Carl Gustav (2012). Dört Arketip, Çev.:Zehra Aksu Yılmazer, 3.b., Metis Yayınları, İstanbul.

KARATAŞ, Cengiz (2013). “Safahat’tan Hareketle Mehmet Âkif’in Fikirlerine Tematik Bir Yaklaşım”, Mehmet Âkif’i Anlamak, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yayını, Ankara, s.159-192.

KUNTAY, Mithat Cemal (1939). Mehmed Akif, Semih Lûtfi Kitabevi, İstanbul.

OKAY, Orhan (2008). “Mehmet Âkif’in Karakteri ve Sanatı”, Hece Dergisi Karakter Âbidesi ve Bir Çığlık Olarak Mehmet Âkif Özel Sayısı, S.133, Ocak 2008, 2.b., Hece Yayınları, Ankara, s.8-24.

RANK, Otto (2001). Doğum Travması ve Psikanalizdeki Anlamı, Çev.: Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul.

ŞASA, Ayşe (2011). Delilik Ülkesinden Notlar, 8. b., Timaş Yayınları, İstanbul.

STEVENS, Anthony (1999). Jung, Çev.: Ayda Çayır, Kaknüs Yayınları, İstanbul.

TÜZER, İbrahim (2013). “İnancıyla Varolan Ümidiyle Yaşayan Şair: Mehmet Âkif Ersoy”, Mehmet Âkif’i Anlamak, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yayını, Ankara, s.99-112.

UĞURCAN, Sema (1997). “Mehmet Âkif’te Zaman”, Vefatının 60. Yılında Mehmed Âkif Sempozyumu Bildirileri 30 Aralık 1996, Haz.: İnci Enginün, İslâm Tarih, Sanat ve Kültürünü Araştırma Vakfı, İstanbul, s.33-41.

Özet

Türk edebiyatının en ünlü sanatkârlarından biri olan Mehmet Âkif Ersoy, yaşadığı dönemdeki etkin rolü ve çok sayıda eserleri ile Türk tarih ve edebiyatında önemli izler bırakmıştır. Eserlerinin alt anlam değerleri çok çeşitli olan Âkif, yapıtları üzerinden hem Türk milletinin kolektif bilinçdışına ayna tutmuş hem de daha evrensel düzeydeki arketipleri yansıtmıştır. Bilindiği üzere evrensel arketipler arasında düşünsel ve kronolojik anlamda en köklü bilinçaltı birimlerden biri de ölümsüzlük arketipidir. Carl Gustav Jung, kişinin inansın inanmasın ölümden sonraki yaşamla ilgili imge oluşturabilme eğilimini ilk çağlardan beri devam eden bir miras olarak tanımlar. Çünkü insanlık, hayatı idrak ettiği andan itibaren ölümü de idrak eder ve sonlu hayat fikrini sorgulamaya başlar. Bu sorgulayışın sonunda ve ölümün acımasız sonluluğu karşısında insanlığın en yaygın savunma yolu olarak ölümsüzlük fikrine sığındığı görülür. Ancak ölümsüzlük, basit bir savunma mekanizması da değildir. Jung’a göre tüm yaşamlar sonsuzluğu arzu ettiği için bir insan baştan, ölümden sonra yaşamla bağlantılı mitlerin ve düşlerin doğamızda olan bir tür savunma fantezileri olduğunu varsayarak bu işi kestirip atabilir. Fakat bu duruma verilebilecek tek yanıtın mitin kendisi olduğunu söyleyen Jung, böylece bu kolektif yapının gücüne işaret eder.

Mehmet Âkif Ersoy’un şiirlerinde ölümsüzlük arketipinin işlendiği bu çalışmada temel metotumuz, Carl Gustav Jung’un çalışmalarından hareketle oluşturulmuştur. “Bir sanat yapıtı gerçekten insan soylarına bir bildiri denebilecek olan şeyi içinde bulundurur.” diyen Jung’un ortak bilinçdışı kavramı üzerine yaptığı okumalar, incelememizin kuramsal arka planını oluşturacaktır. Böylece Mehmet Âkif Ersoy’un şiirlerinde ölümsüzlük arketipinin eserlerinin edebî anlam değerlerini oluşturmada etkisi ortaya konulacaktır.

Anahtar Kelimler: Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, ölümsüzlük, arketipi, metin incelemesi, Carl Gustav Jung.

Abstract

As one of the most famous artists in Turkish literature, Mehmet Âkif had significantly influenced Turkish history and literature due to the active role he played during his time and with many literal works of him. Âkif whose literal texts with full of limitless latent meaning shad reflected collective unconscious of Turkish nation onto his writings and at the same time, had come up with more universal archetypes. Eternity archetype, as widely known, is one of the most deeply-rooted unconscious units in both intellectual and chronological sense. Carl Gustav Jung defined this tendency to construct an image related to life beyond the material world (it does not matter whether the individual believes otherworldly things or not) as a heritage passing through human species. This is because whenever people comprehend the life, they simultaneously fathom the death and start to question about the idea of finite life. At the very end of this line of reasoning and in the face of death’s bare cruelty as an end point, people referto the idea of eternity as a shelter. However, eternity is not a simple defense mechanism. Jung pointed out the fundamentality of this collective structure, because the only answer given to this paradox was going to be the myth, itself. To him, because all the existence aspired to be immortal, the individual might stop fantasizing with eternity archetype at the very beginning by assuming that this archetype as being a kind of defense mechanism.

We looked for the traces of eternity archetype in Mehmet Âkif Ersoy’s poems. Jung’s readings on the term “common and collective unconscious” would constitute our theoretical back ground. We can directly quote from him as following: “An artistic composition encapsulates a thing which can be an edictum to all human species.” By doing so, we aimed to underline the importance of eternity archetype in building up valuable literal denotation.

Keywords: Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, eternity archetype, text analysis, Carl Gustav Jung.

 

[1] Arketip ile ilgili daha fazla bilgi için bkz: Carl Gustav Jung, Analitik Psikoloji, Çev.: Ender Gürol, 2.b., Payel Yayınları, İstan­bul, 2006; Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Çev.: Zehra Aksu Yılmazer, 3.b., Metis Yayınları, İstanbul, 2012; E. Armstrong Bennet, Jung Aslında Ne Dedi?,Çev.:Işıl Çobanlı, Say Yayınları, İstanbul, 2006; Anthony Stevens, Jung, Çev.: Ayda Çayır. Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999; A. İpek Gökeri, Arketiplere Dayanan Yeni Bir İnceleme Yönteminin Tanıtılarak İngiliz ve Türk Edebiyatında Bazı Romans ve Epik Niteliğinde Yapıtlara Uygulanması,(Yayımlanmamış doktora tezi), Ankara Üniversitesi/ DTCF, Ankara, 1979.

[2] Anthony Stevens, Jung, Çev.: Ayda Çayır. Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999, s.48-49.

[3] Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Çev.: Zehra Aksu Yılmazer, 3.b., Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s.17.

[4]      A.g.e., s. 20-21.

[5] Carl Gustav Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler, Çev.: İris Kantemir, Can Yayınları, İstanbul, 2012, s.277.

[6] Mehmet Âkif Ersoy’un şiirlerinden yapılan bütün alıntılar kitabın şu baskısındandır: Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Haz.:

Ömer Rıza Doğrul, İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul, 1974.

[7] Sema Uğurcan, “Mehmet Âkif’te Zaman”, Vefatının 60. Yılında Mehmed Âkif Sempozyumu Bildirileri 30 Aralık 1996, Haz.:İnci Enginün, İslâm Tarih, Sanat ve Kültürünü Araştırma Vakfı, İstanbul, 1997, s.39.

[8]      Nurullah, Çetin, Emperyalizme Direnen Türk Mehmet Âkif Ersoy, Akçağ Yayınları, Ankara, 2012, s.18.

[9]      Cengiz Karataş, “Safahat’tan Hareketle Mehmet Âkif’in Fikirlerine Tematik Bir Yaklaşım”, Mehmet Âkif’i Anlamak, Yıldırım

Beyazıt Üniversitesi Yayını, Ankara, 2013, s.162-163.

[10] Carl Gustav Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler, Çev.: İris Kantemir, Can Yayınları, İstanbul, 2012, s.276.

[11] Ayşe Şasa, Delilik Ülkesinden Notlar, 8. b., Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s.40.

[12] İbrahim Tüzer, “İnancıyla Varolan Ümidiyle Yaşayan Şair: Mehmet Âkif Ersoy”, Mehmet Âkif’i Anlamak, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yayını, Ankara, 2013, s.104.

[13] A.g.e., s.105-106.

[14] Orhan Okay, “Mehmet Âkif’in Karakteri ve Sanatı”, Hece Dergisi Karakter Âbidesi ve Bir Çığlık Olarak Mehmet Âkif Özel Sayısı, S.133, Ocak 2008, 2.b., Hece Yayınları, Ankara, 2008, s.24.

[15] Oğuz Cebeci, Psikanalitik Edebiyat Kuramı, 2. b., İthaki Yayınları, İstanbul, 2009, s.124-125.

[16] Bu konuda daha fazla bilgi için bkz.: Otto Rank, Doğum Travması ve Psikanalizdeki Anlamı, Çev.: Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2001.

[17] Rollo May, Yaratma Cesareti, Çev.: Alper Oysal, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s.56-57.

[18] Marianne Baudin, “Kültür: İnsanın Kendi İçine Sürgünü ve Kuçak Açan Yer”, Çev.: Orçun Türkay, Cogito, Freud ve Kültür Sayısı 49, 2006, s.83.

[19] Mehmet Âkif’e göre eser vermek kalıcılığı sağlayan en önemli yollardandır. Ama kalıcı olmanın en önemli yolu ise ‘çok eser’ veren bir sanatkâr olabilmektir. Mithat Cemal bu konuda şöyle bir hikâye nakleder: “Eserlerini yanyana koy, bu uzunlukta! Diyor, iki kolunu ufkî açıyor, bilmem hangi garp şâirinin eserlerindeki kemiyeti anlatıyordu. -Fakat, diyordum, sahici sanatkâr, kalacak olanı yazandır. Kalmayacak olduktan sonra... Sözümü kesiyor: -Hayır, diyordu; bu lâf, tesellidir, tenbelliğin, aczin tesellisi. Ve, indinde, üç manzumeden ibaret olan dâhiler bize mahsus garabetlerdi. Ve, sanatta “ilham” yoktu; “çalışmak” vardı, sistem dahilinde çalışmak.” (Bkz.: Mithat Cemal, Mehmed Akif, Semih Lütfi Kitabevi, İstanbul, 1939, s.439.)

Gölgeler, 2014
TYB Vakfı Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi'nin düzenlediği bilgi şölenlerinin 6.sı. 
Bu haber toplam 885 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim