• İstanbul 14 °C
  • Ankara 15 °C

Hakkâri’de Bir Mevsim: Ortak Bir Yaşam Kurmak

Hakkâri’de Bir Mevsim: Ortak Bir Yaşam Kurmak
Ferit Edgü’nün “Hakkari’de Bir Mevsim” kitabı hakkında “Kürt-Türk” eksenli kimlik çatışmasından farklı bir yorum getirmek istiyorum.

Toplumların varlıklarını sürdürebilmeleri için beş koşul ileri sürebiliriz: 1) Her toplum varoluşunun devamı için kaynağa muhtaçtır. Bu kaynak; zanaat, gıda-su, maden, ulaşım, orman, hayvan çeşitliliği, tarım, teknik, enerji, vs. olabilir. Toplumlar denetledikleri mekânın kaynaklarını tükettiğinde tabiat kıtlık-çölleşme ile intikam alacaktır; 2) Toplumları yükselten neden kendilerine verilen tabii kaynaklardır, bunların tüketilmesi kapitalist yığma ve yağma ile gerçekleşir. Kapitalist yığma ve tabiata yönelik yağmacılık ya iklimi sertleştirir ya da iklim değişikliği demektir; bir toplumun çöküşü iklim değişikliği ile gerçekleşir; 3) Toplumların adalet ilkesi üzerinde yaşaması üzerine çaba harcamalıyız, yoksa göç kaçınılmaz olur; göçlerin başlaması coğrafyayı ve iklimi yaşanamayacak derecede meşakkatli kılar; insan kaynaklarını yitiren toplumlar organizasyonsuzluktan dolayı mahrumiyet yaşarlar; 4) Adaletin ve nüfusun yitimi savaş koşullarının da zuhuru demektir. Bölüşüm adaletsizliği toplumsal farklılıkları derinleştirir ve çatışma üretir. Savaşı kontrol edemeyen toplumlar sefalete duçar kalır. Bir savaş çıkarsa onun stratejisi zararı defetmek olmalıdır; 5) Toplum, güçlülerin garibleri ezmesini, teröre uğramasını engelleyen hukuki tedbirleri aldığında insana, tabiata, üretim ve bölüşüme ait kaynaklarına kavuşacağından varoluşunu da sürdürülebilir kılar. Yukarıda bahsi geçen beş ilke şöyle özetlenebilir: Bir toplum 1) Tabii kaynaklarını yitirdiğinde, 2) İklim değişikliğine uğradığında, 3) Göçlerle nüfusunu kaybettiğinde, 4) Savaşa maruz kaldığında, 5) Terörün “adaleti” ile yönetilmeye başladığında varlığını devamlı kılamaz.

 

Ferit Edgü’nün “Hakkari’de Bir Mevsim” kitabı hakkında “Kürt-Türk” eksenli kimlik çatışmasından farklı bir yorum getirmek istiyorum. Bu nedenle yazımın başında “toplumların çöküşü”ne dair yaklaşımımı özetleyen bir girizgâha yer verdim. Toplumlar da ölmektedir. Çok uzağa gitmeye gerek olmadan söyleyebiliriz ki Osmanlı bu anlamda ölmüştür, o toplumun dili, kültürü, iktisadî zihniyeti, dindarlık biçimleri günümüz toplumlarına aktarılamamıştır.

 

Ferit Edgü, geldiği toplumla karşılaştığı toplum arasındaki farkı göstererek üçlü bir ilişkisellik kurmaktadır. Bu ilişkiselliğin iki katmanlı olduğu da ifade edilebilecektir. İlk katman öğretmenin okuyucu ve köylüler arasında varlığından müteşekkildir. İkinci katman ise Tabiat (Allah), Devlet (Doğu Anadolu’nun Düzeni) ve Halk arasında kurulmuştur. Doğu Anadolu’nun düzeni feodalizmdir. Yazar birinci katmanda “kendi” adına, ikinci katmanda ise dönüştürülmesi gereken Devlet tarafında bulunur. Feodalizmin dönüşmesi, devletin dönüşmesi ile mümkün olacaktır. Her iki katmanda da “Din” eleştirilmez ama “yozlaşmış dindarlık” da mesele edilmez. Dine seküler bir zihinle bakılır ki bu, devletin laik, halkın pragmatist zihniyetleri arasındaki çatışmayı bir şekilde aşmaktadır. Yazar, “Nesnel koşulların bilincine varmak! (...) tek eksiğim buydu” (2014: 20) dediği yere okuyucuyu çekmektedir. “Arada bir insanın kendini bir başkasının yerine koyması gerek. Ve belli bir sürenin geçmesi. Olayları değerlendirebilmek için. Nesnel olabilmek için. Tabii eğer nesnellik varsa. Ben de öyle yaptım” (2014: 78) diyecektir.

 

“Öğretmen/okuyucu/Pirkanis Köylüleri” roman süresince “kişiliğini bulmak” için “sözcükler ve kavramlarla” yürürler. Yazar/öğretmen burada sert coğrafyanın ve acımasız iklimin şartları altında “eski özün”ü değiştirtip “kendine bir iş edinerek” “yeni bir kişilik yaratmaya” zorlanır. Köyün muhtarı öğretmenin yeni kişiliğe kavuşmasının aracı olacak meşgaleyi “nasıl bir iş” sorusuna cevap verirken belirler; aslında, bölgenin “kendi kendini mağdur eden iktisadî yağmacılığı”nı, kendi insanını çaresiz marabalara dönüştüren kapanını da açığa vurur. Muhtara göre bölgede “kendine iş edinemeyen”ler bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. “Bu iş”, köyün içsel dinamiklerine dayanmakta ve mülkiyet düzenine göre belirlenmektedir. Muhtar, “Sürülerimizin çobanlığını yapamazsın. Çünkü meraları, otlakları, hem de köpekleri ve kurtları bilmezsin. Saban süremezsin, ekin biçemezsin. Çünkü senin de, bizim gibi toprağın yok. Paran varsa tefecilik yaparsın (...) Bizlere bu zor kış günlerinde un satarsın. Bal, şeker, tuz satarsın. Bizden, baharda doğacak kuzularımızı, yaz başında kırpılacak koyunlarımızın yününü alırsın. Beş liralık pirinç için bir kilo yün. Bir bidon gazyağı için bir kuzu. Bir çuval un için iki toklu ve vesaire” (2014: 21). Muhtarın “iş” dediği dinamikler aslında köyün devletçe karışılmayan feodal mülkiyet düzenidir. Bu mülkiyet düzenini köye getiren kış, tabiat, çaresizlik ve devletin yokluğudur. Muhtar, öğretmenin köyde tutunabilmesi için gerekli iktisadî araçları tasnif eder: 1) Coğrafyanın ve hayvanların bilgisi, 2) Toprak sahipliği, 3) Para. Köyün iktisadi yapısı çobanlık, çiftçilik, tefecilik yönünde ilerlemekte ve “kırsal kapitalizm” denilebilecek bir yığma/yağma düzeni kurmaktadır. Üstelik bu düzenin, iklim şartlarının köye ulaşılabilirliği kesmesi nedeniyle devlet’e de Allah’a da ihtiyacı yoktur.

 

Muhtar, romanın başında öğretmenin sermaye gücünü yoklar ve rekabetçi bir sermaye ile muhatap olmadığı için sevinerek öğretmenden çocuklara Türkçe öğretmesini ister: “Sen de çocuklarımıza tüm bildiklerini, bu konuştuğun dilini, okumanı, yazmanı öğretirsin oldu mu? Hep iyi şeyler öğretirsin. Çünkü bizim çocuklarımız, bütün çocuklar gibi iyidir. Sonra bir de hesap yapmasını öğretirsin” (2014: 22). Bu uzlaşmada Muhtar, öğretmeni ve konumunu, asimilasyon için bölgeye gelerek “devletin ona biçtiği egemen ve ırkçı kültür dayatmasının rol modeli” olduğu fikrinden farklı olarak algılar, “sömürgeci eğitim” yaklaşımının dışına çıkar. Muhtar, “Sen bizim bilmediğimiz bir dili bilirsin ki bize o gereklidir (2014: 21) diyecektir. Ferit Edgü, muhtarın bu talebi karşısında “Bu dili öğrenmelerinin, okuyup yazmalarının, onlara niçin gerektiğini çok sonra anladım” (2014: 22) diyecektir. Anlatıcı, “Ama nasıl öğretecektim bilmedikleri bir dili onlara?” diye sorduğunda ise, Muhtar’ın “Başla, sonu gelir” cevabına Muhtar’ın babasının da “Başaracaksın, çünkü yalnız bizim için değil, kendin için bu” şeklinde katıldığını görecektir.

 

Ferit Edgü, “Hakkari’de Bir Mevsim” romanının hemen başındaki bu uzlaşmada, Kürtçe öğrenmeye çalışan öğretmenle Türkçe öğrenmeye çalışan köylülerin “birlikte yaşam kurmaları”nın imkânına işaret etmektedir. Muhtar, öğretmenin kaçıp kurtulmak düşüncesinde olmadığını, Pirkanis’te yaşamanın imkânlarını zorlayacak iradenin varlığını keşfettiği için ondan köye yarayacak dili, matematiği ve bilgiyi vermesini talep eder. Elbette ki, bu bilgi devletin resmi, kimlik dayatıcı, nesnel koşulları yok sayıcı müfredatı olmayacaktır. Dolayısıyla Ferit Edgü’nün romanın bu bölümünde teklif ettiği sorunsal ya da ana çelişki “zorunlu dil” nedeniyle asimilasyon değildir. Teklif edilen, öğreten ve öğrenenin birbirine hürmet eden, “birlikte etkileşimi öne çıkaran” bir eğitim modelidir. Böylece Muhtar’ın uzlaşmacılığı dili (Türkçeyi) ötekileştirme olmayıp, merkezî eğitimin (müfredatın) bölgedeki işlevsizliğini, iktisadî/sosyal ihtiyacını karşılayamazlığını ötekileştirmeye evrilmektedir. Anlatıcı açısından da okul, müfredatın öğrenciye dikte edilmesini ifade etmemektedir. Bu koşullarda okulun ilk günü öğrencilerini toplayan öğretmen onaltısı erkek, beşi kız yirmibir çocuğun mahrumiyet karanlığındaki ışığı olma kavgasına girişir. Çocukların pantolonları, kızların entarileri yırtık ve renk renk yama içindedir. Saçları berber, traş görmemiş, makasla kırpılmıştır. Saç diplerinde bit ve sirke kaynamakta; ayaklarında otomobil lastiklerinden kesilerek ayakkabıya benzetilmiş giyecekler bulunmaktadır. Çoğunun ayağında çorap yoktur. Kimisinin ayağında lastik de yoktur.

 

Anlatıcı çocukların defter ve kalem ve kendisinin de kışlık ihtiyaçlarını karşılamak için kente gider. İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden destek de ister. Yetkililer öğretmeni yiyecek ve ihtiyaç maddelerini karşılaması için Rize Bakkaliyesi’ne gönderirler. Bakkalın veresiye vereceğini, borcun maaştan ödeneceğini söylerler (2014: 27). Çocukların defter ve kalemlerini devlet de öğrencilerin velileri de karşılamamaktadır. Bunu öğretmen üstlenir. Öğretmen bir an önce köye dönmek istemekte ise de otobüsün iki gün sonra kalkacağını öğrenir. İki gün kentte kalacaktır.

 

Kenti tasvir eden anlatıcı ufuksuz toprak parçası, çamur yollar, zahireci, nalbant, kahvehane, kubbeli bir hamam (ya da minaresiz bir cami) birkaç kerpiç ev, bir aşevinden oluşan bu ıssızlığın içinde boğulur. Onlarca göz kendisini merakla izlemektedir. Kentte sığınacak bir yer ararken bir kitapçı dükkanı ile karşılaşır. Anlatıcı dükkanda çoğu tozlu, örümcek ağlarıyla kaplı yüz kadar kitap olduğunu görür. İhtiyar kitapçı “Okumasını bilenler gittiler, geri kalanlarsa kitaptan başka şeyler okuyorlar” (2014: 31) diyerek dükkanda az kitap bulundurmasının sebebini açıklar. Kitapçının bu cevabı “yüz kitaplık kent”e dönüşen bu yerleşimde bir zamanlar önemli bir nüfus yoğunluğunun barındığına da işarettir. Dolayısıyla anlatım mahalli olan bölge gerek meslekî olarak, gerek insan kaynağı olarak, gerek ise kültürel donanım olarak ölü toprağına dönüşmüştür. Anlatıcı, kitapçı ile konuştukça onun “ana dilinin” Süryanice olduğunu ama böyle bir sözcüğü o ana kadar hiç duymadığını söyleyecektir. Süryani, anlatıcıya bir harita ve bir mühür vererek “Eskiyazıyı da bilmiyor olmalısınız, değil mi?” diye soracak ve devamında “Eski yazıyı bilseydiniz, size bu işaretleri açıklayan bir elyazması kitabım vardı, onu verebilirdim” (2014: 36) diyecektir. Süryani’nin hem yerel dilleri ve hem de Osmanlı Türkçesi’ni bilmesi bölgeye öğretmen olarak “gönderilen” anlatıcı ile bölgede teba olarak yaşayan otokton halkın birbiri ile anlaşamama halinin bir bilgi ve iletişim kaybı olduğunu da göstermektedir. Toplumsal öbekleri birbiri ile buluşturacak aydın, entelektüel, alim ve mefkure yoktur.

 

Romanda, öğretmen tanrıya inanmayan erdem’i, bölge halkı ise günaha ve sefalete batmış iman’ı temsil ederken, her iki öbeğin dil ve din kültürünü kendinde cem eden bir üst akıl olarak Süryani kitapçının tecessümü, öğrenen ve öğretenin “cahilliği”ne ayna tutuyor.

 

Köy 13 hane 114 kişidir (2014: 65). Köyün rakımı 2000 metredir. Birkaç ağaç, kavak dışında ağaç yoktur. Bölgeyi ağaçlandırarak yeni bir geçim kaynağı elde etmek düşünülmemiştir. Köylü sayısındaki bu azlık köylünün kendi ihtiyaçlarını karşılaması için yetersizdir. Muhtar köydeki üretim ve geçim yollarını açıklamıştır. Bu izah nedeniyle köyde sömürücü/asalak bir sınıf vardır: Tefeci. Meslekî uzmanlaşma çiftçilik ve çobanlık üzerinde kalmıştır. Bu iki mesleği olmayanın bu topraklarda kalma gerekçesi tüketilmiştir.

 

Köylünün din ile ilişkisi hakkında iki kademeli bir yaklaşımımız olacak. Buna göre köylü ölmekle karşılaştığında Allah’ı hatırlamamakta; nikahlandığında ise dinden meşruiyet aramaktadır. Buna dair iki örnek romanda verilidir.

 

Birinci örnek: Köylüler, çocuklarının ölümünü tepkisizce karşılarlar. Ölülerini kefenlemezler, gusül aldırmazlar, cenaze namazı kılmazlar: “Kollarında, yamalı bir bohçanın içinde, dün akşam ölen bebe. Onun ardından Zeydan gidiyordu. Elinde bir kürek (…) İyice yükseldikten sonra Muhtar Ağa durdu. Ayağıyla bir yer işaret etti. İbrahim, oraya kazmayı vurdu. İbrahim kazıyor, Zeydan elindeki kürekle toprakları atıyordu. Çukur diz boyunu bulduğunda, o ânâ değin kollarında bebeğin ölüsü, hareketsiz duran Muhtar Ağa, eğildi, yavrunun yamalı beze sarılı ölüsünü çukurun içine bıraktı. Zeydan kürekle toprak attı üstüne (…) Sonra Muhtar Ağa (ve onunla birlikte, Zeydan ve İbrahim) ellerini göğe kaldırdılar. Muhtar, ağzının içinde birşeyler mırıldanıyordu. Duymadığın, duyduklarımı da anlamadığım sözcükler. Tören kısa sürdü” (2014: 61).

 

İkinci örnek: Köylülerin dinin ritüeliyle yakınlaştıkları meseleleri ise nikâhtır. Muhtar anlatıcıya köyde kadınsız yaşayamayacağını bir yardım alması gerektiğini ifade etmiştir. Anlatıcı, bir kriz anında duygularını şöyle açıklar: “Git çal Muhtarın kapısını. Kabulüm, de. Nem varsa al, de. Parasını öderim, de. Kabulüm. Kıyın imam nihahını, de. Ya da onu da yapmayın, ben günahtan korkmam, de. Ve al koynuna. Bu geceden tezi yok, al koynuna, o narin, saçları bitli yavruyu. N’olacak, temizlersin bitlerini. Bir güzel yıkarsın. Sirkelersin. Dedetelersin. Çıldırma! Çıldırıyordum. Güneş ısıtçıkça, içimde akan, o içimdeki boşlukta akan, tüm bedenimi saran istek, şimdi kasıklarımdan aşağı akıyordu, bacaklarıma, ayaklarıma, ayak bileklerime, ayak parmaklarıma değin yayılıyordu. Hadi, utanma, hadi git. Sen önermiştin, şimdi ben istiyorum, de. Hadi iste. Hadi satın al. Daha göğüsleri oluşmamış o narin yavruyu” (2014: 100-101). Burada küçük kızların maddi menfaatler uğruna satışına din üzerinden meşruiyet arandığı görülmektedir. Satıcı (Muhtar) köydeki her iktisadi faaliyetin egemenidir. Köye gelen yabancının “kadın” ihtiyacını da “meşru dairede” karşılamayı teklif etmektedir. Muhtar kanuna dayanmadığı gibi (çocuk yaşta kızın insan ticareti konusu kılınması), dini bir yetkiye de dayanmamaktadır (köyde bir imam yoktur).

 

Hakkari’de Bir Mevsim, bir köyün (ve bir halkın) kendi kendine tecritinin getirdiği sorunlarla boğuşmasını anlatıyor. Devleti de Allah’ı da işlerine karıştırmayan köylülerin muktedirleri (ağa) kendilerine boyun eğen tebalarıyla bir mülkiyet düzeni inşa etmektedirler. Gerek devletin ve gerek ise dinin bu cendereyi kıracak gücü yok gibidir. Köylünün kendisi de sıkışmışlıktan muzdariptir. Örneğin Zazi (Muhtar’ın karısı) egemen kişinin (Muhtar) yeni bir gelin almasından rahatsızdır. Çünkü Muhtar’a dört çocuk vermiştir, gençliğini vermiştir ve hala gençtir, evin de direğidir (2014: 154). Zazi şunu diyecektir: “Bu ne biçim töre ki, hak yok, hukuk yok; sevgi yok, saygı yok; yaşanan günler yok, yalnız yumruk var, yalnız horlanma var” (2014: 154). Zazi’ye göre töre üzerinden halka zulmeden, halkın başına egemen kesilip kitap (Kur’an) ve kanun (yasa) dinlemeyen Muhtar’dır. Anlatıcı, Zazi’nin derdini dinler ve şu sonuca varır: “Hiç kuşkusuz bir kez birinin bozması gerek töreyi. Ama buna bir yabancı n’eyler?” (2014: 155).

 

Anlatıcının Halit ile ilişkisi de romanda büyük yer tutmaktadır. Halit’in ağası vardır. Ağanın hiyerarşisine girmekten mesut olduğu yansıtılan Halit, İran’dan kaçak giriş yapan (muhtemelen kaçakçılık da yapan) iki tüccarı öldüren üç klavuzdan biridir. Öğretmen, Halit’i sık sık cinayetleri kimin işlediği konusunda sıkıştırır: “Peki, söyler misin bana, uykuda mı öldürdünüz? Acemleri? Biz öldürmedik Hocam. Yani ben öldürmedim. Uyuyorlarmış (…) Kim söyledi. Öldüren. Sen orada değil miydin? Ordaydım. Ama belki de uyuyordum” (2014: 130). Öğretmen sıkıştırdıkça Halit cevap veremeyecek duruma gelir. Sonunda patlar: “Kim anlattı Hoca sana bunları? Gazetelerde okudum. Halit gülüyor: Burası büyük bir kent mi ki gazeteler yazsın cinayetleri? Burda hergün adam ölür. Gazete mi yeter bunları yazmaya?” (2014: 131). Halit’in bu cevabı bölgenin ve bölgedeki insanların razı olduğu mülkiyet ve adalet düzeninin kanuna ve vahye itibar etmediğini gösterir. Kürtleri sömüren Kürt ağaları, devlet ve Allah’ın hükmünü kendi çıkarları için araçlaştırıyor.

 

Hakkari’de Bir Mevsim’in nesnellik arayışı, bölgenin kendi düzenini adalet fikrine dayanmamak üzere kurduğunu yansıtmaktadır. Bu nedenle köye “yabancı” olarak gelen öğretmen köydeki kısa yaşamında ortak bir hayatın kelimelerini geliştirmenin peşine düşer. Muhtar, “Burda hayat bu (…) Çaresiz” demektedir. Öğretmen ise “Burda bir başka hayat da olmalı. Onu arayalım. Hadi kalk. Onu bulalım” (2014: 62- 63) diyecek ve direnecektir. Ancak bu direnç ne feodal köy düzenine ve ne de tabiatın kırsal hayatı hükmü altına almasına yönelik değildir. Tabiatı denetleyerek modernliği inşa eden devlet fikrine değinmeyen yazar, feodalizmi tasfiye edecek bir kırsal devrim peşinde de değildir. Kırın nesnel gerçekliğini kabul eder: “Demek öğrenmem gereken şeyler varmış. Tüm insanlar gibi. Bu da bir mutluluk değil mi? Koşullar ne olursa olsun bud a bir mutluluk değil mi?” (2014: 89). Öğretmenin bu direnişi öğrencileriyle ve köylülerle ortak dil geliştirmenin arayışını da belirler: “Bunların (sözcüklerin) yetersiz olacağını düşündüm. Çocuklardan önce sınıfa girdim. Dün boyadığım karatahtanın üstüne kentten getirdiğim renkli tebeşirle, mavi denizler, beyaz bulutla, yelkenliler çizdim. Dünyayı çizdim yusyuvarlak ve turuncu. Karaları çizdim. Akarsuları, ovaları. Bunları hiç silmeyeceğim. Düşlerine girene ve çıkmayana değin. Ellerimi çırptım. Hadi bakalım çocuklar ders saati, okul açıldı. Doluşuverdi çocuklar soğuk sınıfa. Ama çok geçmeden kendiliğinden ısınıverdi oda” (2014: 90). Hatta salgın hastalık nedeniyle bebeleri ölen köylülerin bebeleri için onlarla beraber ağlar: “Ama bir çocuk ölüsü, ilk kez görüyordum. Tutamadım kendimi. Yol boyunca gözpınarlarımda birikmiş olan yaşlar birden boşandı (…) Çocuğun, yüzünü, boynunu, yarı çıplak bedenini okşuyordum ve ağlıyordum” (2014: 58). Yazarın bu insanî tepkileri onu köyde bir tür mistiğe, şifa veren şamana çevirir.

 

Ferit Edgü’nün bu romanı nesnelliği öne çıkarıyor ve kimseyi yargılamıyor. Yolu buralara düşmüş birinin neler yapabileceği hakkında ise önemsenmesi gereken örnekler veriyor. Köyü tasvir ederken bir yerde şöyle yazar: “Gün batmak üzere. Köye girişinde, evet. Köpekler ve ölüm karşıladı onu” (2014: 56). Ölüm, romanın başka bir kahramanıdır ve çaresiz bırakmaktadır. Yazar bunu aşmak ister: “Çaresizliği yenmek. Bu iki sözcük, kafamın içinde, uyumamı engelliyordu” (2014: 60).

 

Bir anlamda roman ölümün kanıksanmasıyla, bir toplumun çöküşünü de yansıtmaktadır. Çocukların bildiği Türkçe kelimeler arasında ölümle ilgili olanları başat yerdedir. Köylü de ölenlere değil yaşayanlara bakmaktadır: “Seyit ağamızın üç çocuğu öldü. Çok şükür, ömrü uzun olsun, bir kızı yaşıyor” (2014: 74).

 

Bütün ölüm hikayelerine rağmen yazarın kahramanı olan “13 hane 114 kişi” Muhtar’ın iktidarını sürdürebilir kılmak için yaşamaktadır. Yazar’ın kentte karşılaştığı Süryani ise bölgenin bir zamanlar çoğul kültürleri barındıran nüfus zenginliğine delalet ediyor. Yazar sonradan birgün kente gittiğinde Süryani’nin kentten ayrıldığını öğrenir. Böylece kitabî bilgi kentten ve köylerinden tamamen çekilir. Yazar Süryani’nin verdiği kitaplardan birinde rastladığı şu cümleyi aktarır: “İnsanoğlu kendine yetmesini bilseydi, önemli bir sorunu çözümlemiş olurdu” (2014: 119). Nitekim bir gün dersten çıkarır çocukları. “Hadi çocuklar” der, “bir kardan adam yapalım.” “Burnuna koyacağımız havuç yok, ama bir tezek parçası koyarız. Göz olarak koyacağımız kara zeytinlerimiz yok, ne yapalım gözlerini oyarız. Eline vereceğimiz süpürge yok, ama çifte veririz. Dergilerdeki kardan adamlara benzemeyecek ama, aldırmayın, bizim kardan adamımız da böyle olur. Deriz soran olursa” (2014: 118). Yaşamı bütün çıplaklığı içinde yani acımasız haliyle yansıtan yazar, ondan çıkış için de yolları arar. Bir yerde der ki: “Yolcu, bir gün yolunu yitirirsen, artık eski yolunu bulmaya çalışma, yeni bir yol ara kendine” (2014: 77). Bu nedenle kitap ağa-devlet kıskacındaki halkın çaresizliğine ilişkin değildir; yansıtmak istediği şey kaybedilmiş bir toplumu yeniden inşa etmek için ortak bir yaşam/dil kurma çabası ile varolmak kaygısıdır.

Lütfi Bergen 

Bu haber toplam 73687 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim